Moderniteyle geçmişin en güzel harmanlarından birini sunan İtalya'da, hem 'sakin şehir' anlayışıyla tanışmak hem de Rönesans'ın izini sürmek mümkün.
‘Coşkun Aral ile Avrupa Notları’ programını tasarlarken aklımıza gelen ilk ülke İtalya , ilk konu da ‘kültürün korunması çalışmaları’ydı. Ve sonunda yıllardır çekmek istediğimiz belgesel konusunu işleme fırsatı bulduk. Çekim bölgelerimiz Roma , Greve ve Floransa’ydı.
Avrupa’nın karanlık ortaçağında bir ışık gibi yükselen Rönesans’ın doğduğu topraklar, kıtayı tir tir titreten Osmanlı’ya karşı bir umut ışığı olmuştu. Eski Yunan ve Roma kültürünün canlanarak dönem koşullarıyla tekrar hayat bulması, özellikle resim ve heykel sanatında büyük bir atılım yarattı. Sanatın tekrar doğduğu bu çağ, aynı zamanda özgür düşüncenin ve yüksek bilim seviyesinin de ayak sesleriydi.
Roma ‘sız başlangıç olmaz Ekip olarak, İtalya gibi görkemli bir ülkenin kültürüne ve kültürü koruma çalışmalarına saygı duyuyorduk. Yola nereden başlayacağımızı düşündük. Ama zaten ‘bütün yollar Roma ‘ya çıktığı’ için ilk durağımız kendi kendini belirledi! Roma ‘sız bir başlangıç düşünülemezdi.
Roma İmparatorluğu’nun bu eşsiz başkenti, asırlar boyu dünyanın en güçlü şehriydi. İmparatorluğun gücü, antik dönemin en görkemli şehri Roma ‘da vücut buldu.
Bizi Roma ‘ya çeken bir unsur daha vardı: İstanbul. Roma İmparatorluğu’nun iki başkenti oldu. Biri Roma, diğeri İstanbul.
Sonu gelmeyen iktidar mücadelesinden ve imparatorluğun sınırlarını korumakta yaşanan sorunlardan ötürü imparatorluğun iki merkezden yürütülmesine karar verildikten sonra yeni bir başkent arayışına girilmişti. Öyle ya, Batı Roma ‘nın başkenti belliydi. Doğu Roma ‘nın başkenti aranırken İmparator Konstantin’in bir şartı vardı: ” Roma gibi yedi tepeli olsun.” Çünkü pagan kültüründe yedi kutsaldı, uğurluydu. Yeni başkentin uzun yıllar dayanacak kadar bereketli ve uğurlu olması şarttı! Önce Truva ikinci başkent yapılmak istendi. Sonra Konstantin, Nikomedya’ yı, yani bugünkü İzmit’i düşündü. Ama sonunda tam da istedikleri yer bulundu. Doğuya yakın, korunması kolay, büyük bir doğal limana sahip ( Haliç ) ve hem de yedi tepeli! Doğu Roma İmparatorluğu’nun bu yeni başkentine kurucusunun adı verildi: Konstantinopolis (MÖ 330). Bu arada ‘Bizans’ değil, ‘Doğu Roma İmparatorluğu’ diyorum, çünkü Alman tarihçi Hieronymous Wolf, ‘Bizans’ adını ilk kez 1557’de yazdığı bir makalede kullanmıştır. Yani Doğu Roma , Osmanlı’nın tabiriyle ‘Rum İmparatorluğu’, sona erdiği gün hiç kimse Bizans’tan haberdar değildi.
Batı Roma yıkıldıktan sonra yeni başkentte devam etti Roma İmparatorluğu. Roma şehri de derin bir sessizliğe büründü. Prensliklere bölünen İtalya , asırlar süren çekişmelere sahne oldu ( İtalya ‘nın yeniden birleşmesi ancak 1886’da gerçekleşti). Fakat Roma ‘nın bir şansı vardı: Vatikan’la birlikte Hıristiyanlığın başkenti olmuştu. Çevresindeki çekişmelerden Papalık sayesinde nispeten korunmuştu. Ama ikinci başkent İstanbul tüm ihtişamıyla yükselmişti. Roma ‘nın gücü artık Konstantinopolis’teydi. Ama gün geldi, o da gücünü yitirdi. 1453’te Osmanlı himayesine girmişti. Türklerin Avrupa’yı baskı altına aldığı bu dönemde Doğu Romalı sanatçılar, özellikle mozaik sanatçıları (Doğu Roma , mozaik alanında eşsiz eserler bırakıyordu), önce Sicilya, sonra da tüm İtalya ‘ya yayıldılar. Özellikle Palermo’da yaptıkları mozaiklerle, unutulan Roma ve Yunan sanatı yeniden vücut buldu. Buna dönemin koşul ve imkânları da eklenince Avrupa’da Rönesans başladı. Roma Konstantinopolis’i doğurmuştu, o da Avrupa kültürünün tekrar oluşumunu, yani Rönesans’ı doğurdu.
Tarihi korumak deyince…
Bir de Roma ‘nın kuruluşunun hikâyesi var tabii… Roma ikinci başkentini ararken, ilk olarak Truva’yı düşündü demiştim. Neden mi?
Çünkü Eski Roma ‘nın kuruluş efsanesi (Romulus ve Remus) Anadolu ‘da, Truva’da başlar. Meşhur Truva Savaşı’ndan kaçan Hektor’un kuzeni Aeneas ve Truvalılar yeni bir yurt ararlar kendilerine. Birçok yere kısa süreli konuk olduktan sonra şimdiki Roma ‘nın çevresine yerleşirler. Uzun süren taht kavgalarının sonunda Aeneas’ın torunları Romulus ve Remus, Roma ‘yı kurarlar. Yani Roma ‘da bir Anadolu parmağı vardır! Nereden bakarsanız bakın aslında birbirine çok yakın iki halkız!
İşte bu ilişkiler yüzünden belki de Türklerin kendini en yakın hissettiği ülkedir İtalya . Özellikle Roma sokaklarında dolaştığınızda İstanbul ‘dan izler görürsünüz. Ama tek farkla; Roma ‘da tarih özenle korunur. İtalya ‘nın en büyük zenginliği, geçmişidir.
İtalya, yılda 45 milyon turist ağırlayan dünyanın en önemli turizm ülkelerinden biri. İtalya , turizm gelirinin neredeyse tamamını kültüre borçlu. Tarih, sanat, yemek, yaşam… İtalya , modern yaşamla geçmişi harmanlamış bir ülke. Özellikle restorasyon konusunda yapılan çalışmalarda çok başarılı. Yüzlerce yıllık eserler her zaman bakımda. Ziyaretçilere engel olmadan yapılan çalışmalar, tamamen bilimsel yöntemlerle sürdürülüyor.
Restorasyonda çalışacak kişiler zor bir eğitim sürecinin sonunda özenle seçiliyor. En az beş yıl süren bu eğitimi alanlar, restorasyon çalışmalarına katılıyor. Çok aradık ama müteahhide verilen bir restorasyonu en ücra köşelerde bile bulamadık! Demek ki bu konuda dünyadaki tek örnek Türkiye !
Firenze’den başkası yalan
İtalya ‘da bir sonraki durağımız, Dante’nin, Michelangelo’nun, Medici ailesinin şehri ve Rönesans’ın doğum yeri olan muhteşem Firenze, yani Floransa’ydı! Sanatın ve kültürün her köşede karşıma çıktığı bu büyülü şehre ilk kez yolum düştü. Ve artık benim için ‘old town’ (eski şehir) kavramı bitti. Floransa’nın olduğu bir dünyada, Prag, Viyana, Varşova, Budapeşte, Paris gibi diğer tüm şehirlerin ‘eski şehri’ sıradan.
Sadece kültür, binalar, resim, heykel değil… Özellikle yemekle beraber ortaya çıkan büyük bir kültüre sahip İtalya . Güçlü ‘fast food’ zincirlerinin giremediği ülkede hiç kötü yemek yemedik. Sakin ve yavaş ama her malzemesi kaliteli, muhteşem tatlar… İtalyan mutfağını korumak için yapılan çalışmaların en önemli adımı da organik kalmaya çalışmaları. Özellikle Toskana bölgesinde organik restoranlar bulmak mümkün. Ayrıca organik ürünler satan dondurmacı, makarnacı vb. birçok dükkân da mevcut.
Programa başlarken Coşkun Aral, Roma ‘daki ‘Aşk Çeşmesi’ne dilek parası atmıştı. Rivayete göre, çeşmeye para atanlar tekrar gelirmiş Roma ‘ya! Biz de anons sırasında 6-7 kere para attık. Herhalde tekrar gelişimizi garantilemişizdir. Zira doyamadık muhteşem İtalya ‘ya!
Toskana Vadisi’nde keyifli bir ‘cittaslow’ deneyimi yaşamak
İtalya ‘daki duraklarımızdan biri de ‘cittaslow’ (sakin şehir) ve ‘slow food’ (yavaş yemek) kavramlarını ortaya koyan İtalyan kasabası Greve’ydi. Tüm dünyayı sararak geleneksel kültürleri tehdit eden ‘fast food’ kavramına karşı çıkanlar, önce ‘slow food’ akımını başlattılar. Greve’nin eski belediye başkanı Paolo Saturnini’nin 1999’da başlattığı ‘Cittaslow’ hareketiyle de ‘cittaslow’ kavramı geliştirildi. Şimdi dünyada 25 ülkede 150’den fazla üyesi bulunan bu akımı Türkiye ‘de takip eden yerler de mevcut: Seferihisar, Akyaka, Gökçeada , Taraklı, Yenipazar, Yalvaç. Greve’de yaşam gerçekten de sakin ve bir o kadar da sağlıklı. Toskana bölgesinin bu küçük kasabası, keyifli ve kaliteli yaşamın nasıl gerçekleşebildiğinin kanıtı. İlla ki havanın kurşun gibi ağır olması gerekmiyormuş yaşamak için! Keyifli ve sağlıklı yaşamak da mümkünmüş. Hem de modern hayata devam ederken…
Medici ailesinden İtalya’ya miras kalan bir gelenek
1966’da yaşadığı son büyük sel felaketinin ardından neredeyse tüm sanat eserleri sel suları altında kalan Floransa, restorasyon konusunda dünyanın en önemli şehri. 13. ve 17. yüzyıllar arasında Floransa’da yaşamış en güçlü ailelerden olan Medici’ler sayesinde ortaya çıkan ‘burjuva’ kavramının hâlâ sürdüğü bu şehri yakından izlemek gerek. Zira 1966’da sel sularına maruz kalan eserler hâlâ restore ediliyor. Yıllar süren ve milyonlarca euroya mal olan bu çalışmalar, sadece devletin ve AB ‘nin desteğiyle yapılamayacak kadar büyük maliyette! İşte burada Medici ailesinden gelen bir gelenek ortaya çıkıyor. Ülkedeki güçlü aileler, eserlerin restorasyonunu yüklenerek tüm masraflarını karşılıyor. Bu sayede yüzlerce eser kurtulurken, Floransa da şaşaalı günlerine döndü.