Sokakta birden fazla ahlaki/ sınıfsal/ kültürel dünya yan yana durabiliyor.
“19. yüzyıl imparatorlukların yüzyılıydı, 20. yüzyıl ulus devletlerin. 21. yüzyıl ise şehirlerin yüzyılı olacak”. (*)
1900 yılında dünya nüfusunun sadece yüzde 13’ü şehirlerde yaşıyordu. 2050’ye kadar bu sayı yüzde 70’e varmış olacak. Dünya Bankası’nın yüzyılın başlarında yayınladığı raporlar, önümüzdeki yüzyıl için “şehirlerin ülke ekonomilerini taşıdığı bir yüzyıl olacaktır” diyor. BM raporlarına göre de insanlık, 21. yüzyılda tarihinde daha önce hiç rastlanmayan bir şekilde şehirlerde yoğunlaştı. Başka deyişle, insanlık şehir çağına girdi!
Küreselleşme literatürü, “şehir”e her geçen gün daha çok dönüştürme gücü atfetmekte. Şehir tarihçileri, beşeri coğrafyacılar, yerel idareciler giderek şehirlerin ve bölgelerin birer belirleyici aktör olarak ön plana çıktığını görüyorlar. Araştırmacılara göre bunu tetikleyen süreçler küresel ekonomik yapılanma, ulus-devletlerde iktisadi ve politik de-santralizasyon, geleneksel kalkınma politikalarının başarısızlığı ve şehirlerin “markalaşma yarışı”.
“Küresel Şehir” kavramı ilk kez Anthony King’in 1990’da yayımlanan Global Cities adlı kitabında kullanıldı. Ayrıca ünlü sosyolog Saskia Sassen, 1991’de küreselleşmeyle ortaya çıkan yeni kent olgusunu “dünya şehri” kavramından ayırmak için kullanmıştı. Peki, şehrin küresel bir aktör olması ne demek? Şehirlerin yönetsel ve ekonomik kuvvet kazanması yeni mikro- kültürel aidiyetler mi üretecek? Ekonomik krizlerin yükü şehir ekonomisinin sırtına mı yüklenecek? “Kentsel yoksulluk” mu küreselleşecek? Zengin bölgeler (Barselona/ Katalonya örneği gibi) “mali özerklik” mi talep edecek? Ya da hizmetlerin yerelleşmesine dönük demokratik bir yönetim modeli mi doğacak?
Bu sorular bir kenarda çoğalırken “marka ve akıllı şehirler” sürekli gündeme geliyor. Özellikle “kalkınma” söylemi hızla “markalaşma ve pazarlama mantığı”na tercüme ediliyor. Eskiden ulus devlet söyleminde ülkenin “temsil edilmesi veya iyi tanıtılması” sorunundan söz edilirken, şimdilerde yeni rezidanslar/ yaşam tarzı promosyonları üzerinden şehir reklamı yapmak ön plana çıktı. İlginç bir şekilde son yıllarda akademi ve iş çevreleri de mekân ve şehir coğrafyasına dönük ünlü kuramcıları çeşitli vesilelerle arka arkaya İstanbul’a davet etti ve bizim de bu kuramcıları dinleme imkânımız oldu.
2009’da İstanbul’a gelen ve “Küresel Çağ: İstanbul” konferansında bir konuşma yapan sosyolog Sassen “çoğu ülkede orta kesimin daha ulusal kaldığını, ama alt sınıfların, küreselleşmeye farklı ağlardan katıldığına” dikkat çekti; Sassen’e göre “Özellikle öğrenciler, yoksul sanatçılar, çevre ya da insan hakları gibi konularda çalışan aktivistler, küresel ağ içinde yatay ilişkiler kuruyorlar. Yani sonuç olarak zenginler zenginlerle, sanatın elitleri birbirleriyle, aktivistler aktivistlerle, yoksul öğrenciler yoksul öğrencilerle, göçmenler göçmenlerle buluşuyor. Bunun yanında şehir hem alttan hem de üstten küreselleşmenin buluştuğu, zenginle fakirin sürekli olarak da kesiştiği bir mekân”. Sokakta birden fazla ahlaki/ sınıfsal/ kültürel dünya yan yana durabiliyor. Baktığınızda küresel şehrin kendisi, her şeyi görünür kılan bir dinamik yaşam alanı. Tam da bundan dolayı yoksulluğu, eşitsizliği, zenginliği ve gücü daha çok görünür kılıyor.
İnsanın mekânsallığı hakkında önemli kuramlar üreten Edward Soja, 2011’de İstanbul’da “Mekân ve Kültür” sempozyumunda bir konuşma yapmış, dünya nüfusunun hızla kentleştiğine dikkat çekmiş ve şu noktayı vurgulamıştı: “Mekân hazır bulduğumuz boş bir alan değildir; üretim/ tüketim ilişkileriyle yaratılan bir süreçte oluşur, üretim ilişkileri mekânı var eder…” hadi gerisini biz tamamlayalım: “…ya da yok eder”. Aynı bağlamda David Harvey 2012’de İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde yaptığı konuşmada kapitalizmin krizden çıkmak için “inşaat” sektörünü kullandığını söylemiş, özellikle “taşralaşma, şehir ve adalet” temasına yoğunlaşmıştı.
Dolayısıyla bu çerçeveden bakarsak “şehir ya da kent” denilen mekân, bir rezidanslar toplamı, alışveriş merkezi ya da finans/ kültür/ turizm merkezleri silsilesi değil. Şehirlerin kendi beşeri/ tarihsel/ coğrafi dokusunun yanında (ki bu derin bir tartışma konusu) sınırlı doğal yaşam kaynakları var. Mevcut kaynakların verimli kullanımı ise “şehirde üretilen mekân ve değerleri paylaşma bilinci” gerektiriyor. Kanımca bu bilincin gelişmesine olanak verilmezse, ayrıcalıklı yaşam sahaları ve akabinde yeni çatışma alanları ortaya çıkacaktır. Neredeyse araştırmacıların çoğu tartışmanın en önemli parçasının “kentsel yoksulluk” olgusu olduğunda hemfikir… Aslında bu olgu, küresel şehirlerin sahip olduğu tüm özelliklerin etkileşiminin bir sonucu da denebilir. Bu nedenle küresel şehirlerde, sosyal ayrışmanın net bir sonucu olarak mekânsal ayrışmayı görmek olasıdır.
Şehrin sosyal ayrışmaların ve kesişmelerin en net görüldüğü mekân olduğunu iyi anlatan filmlerden biri Frtiz Lang’in Metropolis (1927) filmidir. Metropolis’te insanlar ikiye ayrılmıştır: Yeraltında makinelerle birlikte yaşayan sınıf ve yukarıda daha konforlu bir yaşam süren yönetici sınıf. Bu film nasıl filmi sanayileşme çağının ağır koşullarına bir distopya ile cevap verdiyse bugün de David Cronenberg’in Cosmopolis (2012) filmi “sanayisizleşme” sürecine şehir üzerinden ışık tutuyor. Cronenberg Cosmopolis’te 28 yaşındaki bir milyonerin, sıradan başlayan bir günde, gösterişli limuziniyle Manhattan’da bir iş için “şehre” inmesini, trafikte sıkışınca, limuzine giren insanlarla başlayan dialogları anlatmış. Her iki şehir kurgusu da insana, böyle kozmostan böyle bir “polis/ şehir” çıkar, dedirtiyor.
Eleştirel sosyolog ve siyaset bilimcilerin perspektifinden baktığımızda, “akıllı şehir” paradigmasının henüz “şehir ve adalet” konusunda fazla yol kat etmediğini görüyoruz. Bütün bu süreçlerin sonunda elde edilen değer ve kıymetlerin nasıl paylaşılacağı konusunda bir proje yok. Uzun lafın kısası, küresel köyümüzde kaynakların paylaşımı net ve adaletli bir şekilde gerçekleşmezse, ileride “su”dan sebeplerden hem şehiriçi hem de şehirlerarası boyutta “akıllı şehir kavgaları” çıkması mümkün!
*Colorado eski Belediye Başkanı W. E. Webb’in ifadesi.