İhsan Bilgin'in 17 Ekim 2012 tarihinde Taraf Gazetesi'nde yayınlanan yazısı.
Birkaç kısık sesli ve çekingen girişimden sonra nihayet bir tasarım bienali oldu İstanbul’un, bu konuların en tecrübeli kurumu İKSV’nin öncülüğüyle. Okuduğunuz bu sayfanın düzeninden, oturduğunuz koltuğa, odanızın kapısına ve sırtınızdaki gömleğe kadar herşey kasıtlı veya kasıtsız bir biçimde bir tasarım ürünü olduğuna göre hayatımızı en çok belirleyen alanlardan biri tasarım. Ama öte yandan da üzerinde az düşünmeye meyilli olduğumuz bir alan, nedeni de belli: tam da hayatımızın tâ içinde olduğu için alışıyoruz. Alıştığı şeye dikkat etmez insan, kullanır geçer. Gazetenin sayfası, koltuk, gömlek, kapı o kadar çok sinmişler ki hayatımıza, onları görmüyoruz bile. İlk BIC tükenmez kalemi 60’ların başında babamın elinde toto tahminleri işaretlerken görmüş ve şaşırmıştım, doldurulmayan ve açılmayan bir kalem nasıl olur diye; herhalde o gün bugündür en çok gördüğüm ve kullandığım nesnelerden olmuştur, ama bir daha hiç öyle dikkat etmedim, alıştım. Elim gibi oldu artık, onlar gibi hayretle karşılamıyor, dikkat etmiyorum. İşte bienaller bunun için var. Alıştığımız şeylere bir daha dikkatle bakmaya, yeniden düşünmeye davet için. Yüzlercesini çöpe atmış olduğumuz haznesi baştan dolu bir tüp, ucundaki kürenin yuvarlanması ile yazan bir kalemin görünmez hâle gelmesi için yarım yüzyıl gerekti. Böyle uzay mekiğinden bahseder gibi anlatmam yadırganıyordur muhtemelen ki ben de yadırgatmak için tuhaf bir nesneye dönüştürüp önce kendim yadırgadım bu hayatımızın en sıradan nesnesini.
İlk bienalin konusu “kusurluluk”, İngilizcesi “imperfection”. Bienal benzeri etkinliklerde konunun fazla önemi olmuyor, sergilenenlere o kavram ile bakıldığında işlerin çoğunun niye başkasıyla değil de o kavram ve temayla ilişkilendiği hakkında akla yatkın bir şey çıkmaz ortaya genellikle. Bunun da çok farklı olduğunu sanmıyorum. Bu durumda o tema belirleyen kavramlar neden ileri sürülüyor o zaman? Etkinliğe ve kavrama dikkat çekmek için, böylelikle hem etkinlik o kavramla isim ve kimlik kazanmış oluyor hem de bu afişe edilmiş kavram üzerine ilk anda akla gelmeyen boyutlarıyla düşünmeye davet edilmiş oluyoruz. Özellikle de dikkat çekme kısmı için çarpıcı ve frapan kavramların öne sürülmesi de çağın gerçeklerinden biri. Bunun da yollarından biri şaşırtmak, yani fake atmak ya da ters köşe yapmak. Örneğin değer ifade edeceği belli kavramlar yerine özellikle değersizler tercih edilebiliyor, böylelikle ana akım değerlerin dışındaki eleştirel ve/ya muhalif kanallara da göz kırpılıp, davet çıkarılmış oluyor. “Kusurluluk” da böyle bir tercihin tipik örneği.
Madem bir daha düşünmemizi istemişler düşünelim o zaman, önce her iki dildeki karşılıklar üzerinden düşünmeye başlayalım ama anlam eşleşmesini değil de, sözcüklerin yapısını kurcalayalım önce: “imperfection” “perfection”ın olumsuzlanmasıdır, çünkü baştaki “im” eki olumsuzlamadır yani varlığa değil yokluğa işaret eder. Tıpkı Türkçedeki “li/lı” ve “siz/sız” ekleri gibi, akıl/lı olumlamadır örneğin, aklın varlığına işaret eder, akıl/sız da olumsuzlamadır yani yokluğunu anlatır. Olumsuzlanan “perfection” sözcüğü “mükemmel” demek olduğuna göre “im” ekiyle olumsuzlanması “mükemmel olmayan” demek olmalı, “kusurlu” değil. Bir el çabukluğu var burada: evet, mükemmel kusursuz demektir ama bu onun anlamlarının ifadelerinden sadece biridir; oysa sözcük kurgusu itibariyle eşdeğer değil bunlar.
Mükemmel/siz/lik olurdu mesela hakkını veren bir karşılık; ama o da anlaşılmaz ve manasız olurdu. Öyle bir sözcük yok; böyle zorlandığında da akışkan, akla yatkın ve ikna edici bir sözcük çıkmıyor ortaya. Çünkü “mükemmel” sözcüğü böyle tek bir takıyla olumsuzlanacak türden bir sözcük değil; performatif bir kavram, yani yokluğu değil, varlığı ve azlığı/çokluğu sözkonusu olabilir ancak. O nedenle mükemmeliyet/siz de olmuyor; mesela “çalışkan” da öyledir: “çalışkan değil” deriz “çalışkan-sız” demeyiz, tabii en güzeli düpedüz “tembel” demek ama her sözcüğün böyle tek sözcüklü olumsuzlama karşılığı da olmuyor. Mükemmelin de yok, ama varmış gibi yapıyor bienalin küratörleri ve sanki bu karşılık “kusurlu” imiş gibi davranıyorlar; el çabukluğu da tam burada zaten. Oysa “kusurlu”, “kusur”un varlığına işaret ediyor; zaten onlar da meşruiyet yatırımlarını tam da buraya yapıyorlar, yani “kusur”un pejoratif, negativite ve değersiz anlam yükü taşıyışına. Evet, anlamı tersine yatırıp sanki “kusur iyidir!” demiş gibi yaparak ilginç bir işaret vermiş oluyorlar. Ama sözcüğün anlamı terse yatınca strüktürü/yapısı da yatmış olmuyor ve arada bir boşluk/aralık kalıyor. Bu boşluk kışkırtıcı bir çağrışım da yapmayınca, kalıveriyor desteksizce ortalık yerde. Bu da çağdaş söylemleri her köşe başında bekleyen bir tehlike, sadece dikkatli olmak yetmiyor boşa düşmemek için; değer yargılarını tersine çevirmekten başka şey yapmadığını anlayıvermek de var işin sonunda. Oysa derin düşünmek, sorgulamak eleştirel ve muhalif olmak için çıkılmıştı yola.
Biz de meleklerin cinsiyetini sorgulamaya başlamadan ve sadede gelip bir daha düşünelim, önce uyarı: çeviri hatası değil mesele, “kusur” deyince kavramı öneren danışman Deyan Sudjic’in istediği gibi (http://www.google.co.uk/search?hl=en&q=bienal+iksv&meta=) inadına kusurlu olarak seri-üretim cenderesinden kaçtığı için “aura” yüklenmiş endüstri ürünü geliyor mu aklımıza ve de “kusur”u kategorik olarak sahiplenip sırf sonra ondan seri-üretim eleştirisi çıksın diye önce olumlandığında [kusur/luluk] Walter Benjamin gibi seri üretim muhalifi olmaya davet edilmiş oluyor muyuz? Onun yerine Walter Benjamin’in yaptığını yapmak yani seri üretimin en erken, etraflı ve sert analizini/eleştirisi olan Karl Marx’ın “Das Kapital”inden başlamak daha kestirme olmaz mıydı ya da İstanbul’un enerjisini olumlamakla postmodern iletişim ve kültür endüstrilerinden yana olmanın sonuçta aynı kapıya çıktığı mesajı saklı mı “kusurluluk” sloganında? Ya microsoft word ve excel ne olacak? Her komuta kusursuzca aynı reaksiyonu vermiyor mu bu programlar? Linux taraftarları onlarda da seri-üretim mantığı ve arkaplanı görüp göstermeye çabalarken boşuna mı nefes tüketiyorlar?
Bir soru da kendime: Lunapark aynalarını mükemmelen birleştirip kentin ortasına koyarak (Millenium Park, Chicago) insanları ortalık yerde oyuna davet edebilme yeteneğine sahip Anish Kapoor gibi sanatçılar mı eleştirel ve muhalif olur sadece? Ve paslanmazın mükemmel bükülmesi ve teyellenmesinden tek atışta her seferinde ayrı bir yamulmanın elde edildiği bir nesneyi tasavvur edip, henüz kusur görmemiş, kirlenmemiş pırıl- pırıl bir kamusal alana güpegündüz bir lunaparkın şenlikli yüz ifadelerini ve kahkahalarını Chicago gibi daha yüz yıl önce mezbahalarında Fordizmin ilk deneylerinin yapılma anıları hâlâ taze bir kentin ortalık yerine taşımayı akıl edip işçilik ve malzemenin kusursuzluğuyla bakanları sürekli kusurlu gösterebilme sihirbazlığı için ille sanatçı mı olmak lazım? Tasarımcıların tecrübesi ne olacak o zaman? Yaparak göstermek lazım, başka çaresi yok bu işin. Peki, ya kusurun da cazibe olabildiğini görüp zaten dile getirenler hiç ilham almazlar mı zaten bildiklerinin bir de karşılarına tasarım bienalinin tematik çağrışımı olarak çıkmasından? Mesela genç kalmanın ve yılların izini silmek için tenin gergin olmasının endüstriye dönüştüğü bir çağda kırışıklıkları, yılların damıtılmış tecrübesinin işareti sayıp Samuel Beckett’in yüz çizgilerinde kaleminin ve sözcüklerinin, Chet Baker’ınkinde de trompetiyle notalarının izini görenlerin temaya yakınlık duymalarına da değmez mi bu işe kalkışmak?