1981-1994 arasında hem ataerkil mekansal sistemleri hem de geleneksel mimari uygulamaları sorgulayan Matrix Feminist Design Co-operative’nin kuruluşundan bu yana 40 yıl geçti. 17 Mayıs – 23 Aralık tarihleri arasında Barbican Sanat Galerisi’nde açılan "How We Live Now" sergisi, Matrix’in daha önce görülmemiş arşivini keşfe çıkarıyor.
Matrix Feminist Design Co-operative, 1981 yılında feminist tasarım kolektifinden doğan bir mimarlık pratiği ve kitap grubu olarak kuruldu. 1980’lerde ve 90’larda feminizm ve mimariyle doğrudan ilişki kuran birkaç uygulamadan biriydi. (1)
Le Corbusier’nin 1940’larda geliştirdiği orantı sistemi Le Modulor, ideal insan boyunu 1,83 metre olarak kabul etmişti. Sistemi, bir kapı kolunun yüksekliğinden bir merdiven ölçeğine kadar her şeyi belirleyerek savaş sonrası dünyayı şekillendirmeye devam ediyordu. Etkisi, arabaların boyutuna ve ihtiyaçlarına yanıt verecek şehir bloklarına kadar genişlemişti. Ancak bu modernist dünya görüşü, kadınları olduğu kadar çocukları, yaşlıları ve engellileri hesaba katmakta başarısız oldu. (2)
1980’lere gelindiğinde Jos Boys, Frances Bradshaw, Jane Darke, Benedicte Foo, Sue Francis, Barbara McFarlane ve Marion Roberts gibi isimler bir araya geldiler. Erkekler tarafından geleneksel uygulamalarla eğitilmiş, çalışmaları değersizleştirilmiş veya görmezden gelinmiş kolektifin üyeleri, çocuk arabaları veya alışveriş arabaları ile yıllarca süren mücadele, karanlık alt geçitler, çıkmaz ara yollar ve labirent gibi metrolarda gezinmenin ardından farklı bir yaklaşım arayışına giriştiler. (3)
Britanya’da 1970’lerin sonlarında ve 1980’lerin başlarında, tasarım konularında tavsiye için kullanılabilecek gönüllü kuruluşlar için hükümet finansmanı mevcuttu. Matrix projelerinin tümü, kamu tarafından finanse edilen sosyal projeler ve teknik tavsiyelerdi. Bu durum, tasarım sürecini müşteriler ve kullanıcılar için daha anlaşılır ve ilgi çekici hale getirmek için mimarların çalışma yöntemlerine meydan okumalarına ve müşteri, mimar ve inşaatçı arasındaki geleneksel hiyerarşiyi sorgulamalarına yardımcı oldu. (4)
Mimarların çizimler, modeller ve hatta konuşma şekli gibi kullandıkları araçların, profesyonel olmayanlar için fazla soyut ve anlaşılmaz olduğunu fark ettiler. Bir şey çizildikten sonra değiştirilemeyeceği ve bu yüzden grubun alanları manipüle ettiği düşünülebileceği için soyut ve teknik planlar kullanmadılar. Binanın değiştirilemeyen tüm parçalarının sabitlendiği ve geri kalan her şeyin hareket ettirilebildiği modeller yaptılar. Aynı zamanda tasarım kararlarını vermekten özellikle sorumlu olacak kadınlara kısa kurslar verdiler. Katılımcı süreçler, danışma ve erişilebilir mimari temsil biçimleri geliştirmeleri, müşterilerin tasarım süreciyle derinlemesine ilgilenmelerini sağlayarak müşterileri güçlendirdi. (4)
Fikirlerini ve duygularını değerlendirmek için her zaman birlikte çalışmaya, ikili konuşmalar yapmaya ve büyük gruplar halinde tartışmaya çalıştılar. Az temsil edilen gruplardan daha fazla kadının inşaat ve mimariye geçmesini sağlamak; kadınlar için ve kadınlarla birlikte bina projeleri tasarlamak, kadın merkezleri ve kreşler gibi erkek egemen meslek tarafından göz ardı edilen yeni bina türlerini keşfetmek önem arz ediyordu. Sadece kadınların liderliğinde bir platform olarak değil, aynı zamanda teoriye ve pratiğe disiplinler arası çalışma yöntemlerini entegre etmesi ile de radikaldi. (4)
Kolektifin temel yol gösterici ilkesine göre, insan yapımı çevrenin dayattığı fiziksel kalıplar ile kadınların deneyimleri ve ilişkileri arasında bir çelişki vardı. Yayımladıkları “Make Space: Women and the Manmade Environment” isimli kitap, kadınların kentin yapılı dokusundan, tasarım ve inşa süreçlerinden dışlanmasının öncü bir analizini sağladı. Grup fikirlerini yayınlar, TV, atölye çalışmaları, sempozyumlar aracılığıyla daha da yaydı. (5)
“Bir yapıyı tasarlama ve inşa ettirme sürecinin tamamı, geleneksel olarak yalnızca teknik bir süreç olarak tanımlanır. Bilginin nasıl organize edildiğinin altında yatan ideoloji, kimi dinlediğiniz, hangi soruları sorduğunuz, sürecin hangi kısımlarının grup katılımına açık olabileceği gibi meseleler genellikle mimarlar veya onları çalıştıranlar tarafından tartışılmaz.”
Making Space – Women and the Man Made Environment
Projelerinden Londra’nın doğusunda Whitechapel’de bulunan Jagonari Educational Resource Centre çığır açıcıydı. Bir grup Güney Asyalı kadın için onlarla birlikte çalışan Matrix, sökülebilir modellerle atölye çalışmaları düzenledi, kadınlardan sevdikleri ülkelerindeki binaların resimlerini getirmelerini istedi, tercih ettikleri malzemeleri ve renkleri tartışmak için onları “brick picnic” yürüyüşüne çıkardı. 1987’de tamamlanan ve şimdi bir çocuk bakım merkezine ev sahipliği yapan sonuç, güvenlik sağlayan dekoratif metal kafesler, kapıların etrafında mozaik desenler, alaturka tuvaletler ve büyük tencereleri yıkamak için oturulan lavabolar içeriyordu. O günlerde alışılagelmedik şekilde binanın her yerine tekerlekli sandalye ile erişilebiliyordu. (2)
Dağılmalarının ardından geçen 27 yıl sonrasında Matrix’in hayatta kalan üyeleri, Barbican’ın bir köşesinde deneysel bir alan yarattı. Proje, bir dizi önemli sosyal soruyu araştıracak: binalarımız ve ortak alanlarımız kimler için tasarlandı? Tasarlanmış çevremizden kimler dışlanıyor ve bunun orada yaşayan topluluklar üzerindeki etkisi nedir? (6) Döner kavşakta bir ada olarak tasarlanan Paradise Circus’ta gezinme deneyimlerini belgeleyen bir çalışmadan erkek bir mimar tarafından tasarlanmış ve kadınların ihtiyaçlarına cevap vermeyen Essex Kadın Sığınağı’nın yeniden düzenlenmiş modellerine kadar birçok çalışma sunulacak. (2)
Barbican ile birlikte serginin eş küratörü ve Matrix’in kurucu ortaklarından Jos Boys, Matrix’in öncü çalışmalarının bugün hâlâ ilgi çekici olduğunu dile getiriyor. “Durum birçok yönden çok farklı olsa da, şu anda neler olduğuna dair bilgi vermek için 70’lerde ve 80’lerde olanlardan öğrenilecek çok şey var.” Kolektif, eşit fırsatların organizasyon için merkezi önemde olduğu bir kadın kooperatifi olarak örnek olmaya devam ediyor.