Büyükada'yı görünce hayran olup buraya taşınan Avusturyalı mimar Brigitte Weber'le İstanbul'u konuştuk.
İlk 10 yıl yabancı olduğu için verimli çalışamadığını söyleyen Weber, AB standartları gelince Trump Towers’ın mimarlığını üstlenecek kadar yükselmiş. Bugünse, “Mecidiyeköy’e belli bir kalite getirdik, standardı yükselttik. Bu kalite yayılacak” diyor
* İstanbul’da yaşamaya nasıl karar verdiniz?
Viyana’da okurken Türk mimar Arif Suyabatmaz’la tanıştım. Hem aşk hem iş ilişkisiydi bizimki. “Ofis açalım” dedik, Avusturya’da nasıl yapabileceğimizi araştırdık. Ama bizim kanunlar çok zorluyordu o zamanlar. Arif bir gün geldi ve heyecanla, “Haydi İstanbul’a gidelim” dedi. “Bir göreyim önce” dedim. İstanbul’a ilk 1994’te, yılbaşında geldim. Yağmur yağıyordu. Hava kirliliği vardı. Benim için kötü bir deneyimdi. “Hayatta burada yaşamam” dedim.
* Sonra ne oldu da yerleştiniz?
Sonra Arif’in ailesi bizi yazın tekrar çağırdı. O güzel havalarda ilk görüşte aşık oldum İstanbul’a. Kabataş’tan Adalar’a gittik, faytona bindik. Dedim ki, “Ben geri dönmeyeceğim. Bu bavul burada kalıyor. Gidelim istifa edelim, Avusturya’dan eşyalarımızı alalım” dedim. Hakikaten bavul kaldı.
* Kariyeriniz nasıl ilerledi?
2005’te kendi ofisimi kurdum. Ondan önce mümkün olmadı çünkü yabancı olarak bu hakkı kazanamadım. Türk olmak lazımdı. AB’ye uyum çerçevesinde kanunlar değişince, bütün hakları kazandım ve bu hakkı kazanan ilk ve tek yabancı mimar ben oldum. Bunun için çok mutluyum. Oturma ve çalışma izni için senelerce Ankara’ya gittim geldim. 2005’ten itibaren iş hayatım değişti.
“İstanbul’da şeytan tüyü var”
* Sizi bu kente bağlayan ne oldu?
Büyükada’nın güzelliği…
1995 Nisan’da taşındım. Zor bir şehir olduğunu anladım. Hareket etmek zor. Trafik artıyor her sene. Ama İstanbul’da şeytan tüyü var. Gelen gitmiyor ya da gitmek zorunda kalan üzülüyor. Kendi memleketime gidiyorum; “Burada yaşanmaz” deyip koşarak dönüyorum. Orada her şey çok düzenli, kalıcı. Buradaysa hiçbir şey kalıcı değil. Her gün yeni bir heyecan var. Bugün olan yarın olmayabiliyor. Bu da güvensizlik veriyor. Kendi ülkem çok güvenli ve buradan çok farklı. Karşılaştırmak mümkün değil.
* Bir mimar olarak İstanbul’u estetik açıdan nasıl değerlendiriyorsunuz?
Mimarlık İstanbul için yeni bir konu. 10 senelik bile değil… Eskiden bir müteahhide gidip, “Hadi biraz buraya beton dök, üzerine bir cephe tak” diyorlardı. Şimdiyse çok farklı. Mimarlık standardı yükseldi. İç mimarlık da öyle.
* Trump Towers projesiyle nasıl tanıştınız?
Doğan Holding bir gün bana “Böyle bir arazimiz var. Geliştirmek istiyoruz” diye geldi. Konut mu, ofis mi, alışveriş merkezi mi; daha kesinleşmemişti. Biz bir proje oluşturduk. Herkes beğendi ve “Yapalım” dediler.
* Bir röportajınızda, “Tüm çevredeki binalar Trump Towers’a benzemek durumunda kalacak” demişsiniz.
O cümle ortadan kesilmiş. Ben de okudum ve güldüm. Ben, “Bu çevrede bütün projeler Trump Towers kalitesine uyacak” dedim. Burada yeni binalar ‘Trump’ın yanı’ diye satılıyor. Eminim hepsinin sahibi değişti ve rakamlar yükseldi. Biz buraya belli bir kalite getirdik, standardı yükselttik. Trump Towers Mecidiyeköy’ün yüzünü değiştirecek çünkü çevre değişecek. Bu kalite yayılacak.
“İstanbul ön plana çıkacak”
* Paris’in La Defense bölgesinde gökdelenler yükselirken şehrin karakteristik yapısına dokunulmuyor. İstanbul’daysa her semtte bir gökdelen inşa edilebiliyor. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Gökdelen bütün dünyada böyle bir tartışma yaratıyor. New York’ta, Şikago’da “Vay be, inanılmaz” diyoruz. Hayatınızda en az bir defa orada yaşamayı hayal etmediniz mi? Ben ettim. Yüksek bina fikri her zaman vardı. Piramitler, minareler, kiliseler… Hepsi gökyüzüne ulaşmak istedi. Güç her zaman yükseklikle özdeşleşti.
* “İstanbul tarihi bir kent olduğu için özellikle Tarihi Yarımada’ya gökdelen yapılmamalı” görüşüne katılıyor musunuz?
Katılıyorum. Bu belediyeye ait bir sorumluluk. Belediyenin kim olduğunu insanlar maalesef unutuyor. Halbuki bu belediyeye oy veren de halk. Sorumluluk esas halkta. Kime oy veriyorsanız, ona güveneceksiniz. Oy verdiğiniz insanlara baskı yapacaksınız. Onları size cevap vermek durumunda bırakacaksınız. Halk ilgilenmiyorsa, şikayet de etmesin.
* 100 yıl sonrasının İstanbul’unu nasıl hayal ediyorsunuz?
Avrupa gerilerken Asya öne çıkacak. Belki biraz da Afrika… 100 sene sonra bambaşka merkezler olacak. İstanbul da bunun içinde olabilir. Böyle bir hissim var. Tabii 100 sene sonra dünya ayakta durursa… Son yüzyılda binlerce sene de verilmeyen zarar verildi dünyaya. Teknolojiyle en kötü noktaya getirildi.
“istanbul’da nasıl modern sanat müzesi olmaz?”
* İstanbul, dünya kentleri arasında nasıl bir konumda sizce?
Şimdi biraz daha moda oldu ve ön plana çıktı. Bütün dergilerde ‘yeni bir star’ olarak geçiyor. “İstanbul’a daha gitmedik. Oraya da gidelim” diyorlar. Tarihe bakınca da her zaman çok önemli bir şehir olduğunu görüyorsunuz. Ama o önem şu anda yok. Dünya şehri olmak için daha çok çalışmak gerekiyor.
* Ne yapmak lazım sizce?
Mesela kaç tane galeri var? 17 sene önce üç taneydi ve bir modern sanat müzesi yoktu. Hâlâ yok… Böyle bir dünya şehri olabilir mi? İyi ki Türkiye’de özel koleksiyonlar yapan aileler var da müze açıyorlar. New York’ta, Paris’te müzelere doymuyorsunuz. Nasıl böyle bir kentin modern sanat müzesi olmaz? Bir de trafik sorunu var. “Toplu taşıma araçları yok, hadi dolmuş işletelim” mantığı hakim. Devletin kurmadığı düzeni insanlar kendi kuruyor. Bu acayip bir şey. İnsanlık açısından olumlu ama devlet için eksiklik.
“Mimar olmak için okul yetmez”
Mimarlık istemekle olmaz. Yetenek lazım, beynin üç boyutlu çalışması lazım. Vizyoner bir göz lazım. Bugün için yapı oluşturmuyorsunuz. Gelecek 50 sene için yapıyorsunuz. “Dünya nereye gidiyor?”, “İnsanların ihtiyaçları nereye gidiyor?” gibi sorularla ilgilenen bir insan olması lazım mimarın. Projesiyle heyecanlandırması, psikolojiyle ilgilenmesi, diplomatik olması lazım. Okul sadece ilk adım. Ben dokuz sene okudum ve ortalamanın altında bitirdim. Biz sürekli çalışırdık. Gündüz okula giderdik ve okuldan çıkıp bir yerde çalışırdık. Şimdiyse bir ay staj yapıp, CV’ye yazıyorlar.