Yedi tepeli olmakla övünen bir şehirde şöyle güzel bir merdivenli sokağın olmamasını neyle açıklayabiliriz?
Hayır, hayır bilmez değilim. Merdivenköy isminde bir semti bile var bu şehrin. Yüksek Kaldırım dahi bir tür merdiven sayılır. Dahası, Cahit Kayra’nın ‘İstanbul’un Yokuş ve Merdivenleri’ kitabından da haberliyim. İlhan Berk, Kamando Merdivenleri şiirini de yazmıştır, değil mi kim inkar eder onu. Ya dahası, ya bir adım ilerisi. Şöyle Haliç’e, Boğaz’ın her iki yakasına doğru alabildiğine genişlik ve ihtişamla inen bir merdiven var mı? Fındıklı’nın kimi eğri büğrü, kendisinden başka amacı olmayan merdivenlerini de tırmandım kaç kere. Durdum, dinlendim. Aralarından titreşen denize baktım. Arnavutköy’ün, Bebek sırtlarının, Kanlıca ve dahi Salacak önlerinin eteğinde boşuna eğlendim. Yoktu, yoktu. Basamaklarında gençlerin oturup gelecek düşlediği, yorgunların eğlendiği, maceracıların keşfe çıktığı, ruh yorgunlarının geçen vakitlerde teselli aradığı bir merdiven hiç yoktu. Bu şehre yakışacak ona sembol olabilecek bir merdiven hiç yoktu!
Merdiven ne yakışırdı İstanbul’a. Piyerloti sırtlarından, yolun sağına soluna döşenmiş kaldırımlardan değil de, sırf merdiven olsun diye düşlenmiş, basamakları ona göre ayarlanmış, çiçekleri, ağaçları ona göre seçilmiş bir merdivenden inebilseydik aşağıya. Eyüp Sultan’ın serin avlusunda, türbelerin, mezar taşlarının, kökleri dışarı fırlamış asırlık ağaçların arasından deniz kenarına inseydik. Dileyen Sütlüce’nin karşı kıyılarında yitiğinin peşine düşer, dileyen de pat pat sesleriyle zamanı yırtıp geçen bir motora biner, nereye gideceğini bilmeden yol alırdı. Üstelik, bir merdiveni sonuna kadar inmek, sonuna kadar çıkmak gerekmez ki! Merdiven biraz da, dünyaya alışma tecrübesidir. Herkesin dilinde Haşim’in şiirinin dolaşması da gerekmez. Çıkış kadar inişin, durup dinlenmek kadar tırmanışın da mümkünlüğünü telkin etmez mi merdiven? Merdiven asıl yaşama neşvesinin dile geldiği basamaklar ırmağıdır.
Bazen zihnimi devreye sokuyor ve Galata’dan aşağıya kıvrıla kıvrıla inen güzel merdivenler düşlüyorum. Mermer merdivenler. Gül kırmızısı merdivenler. Düşlerim beni, Fındıklı’ya, Cihangir’e, Ortaköy sırtlarına, Tahtakale eteklerinden Süleymaniye’ye, Beylerbeyi ile Küplüce istikametlerinde dolaştırıyor. Taksim’e, Sultanahmet’e, Çamlıca’ya, Çiçekçiye, Nakkaştepe’ye, Kuzguncuk’a çıkan merdivenler kuruyor kendiliğinden. Her birine İstanbul’un birbirinden güzel sırlarının, sevdalılarının, sanatçılarının, çiçeklerinin hatta sularının isimlerinin verildiği merdivenler onlar. Leylek Merdiveni. Erguvan Merdiveni. Fatih Sultan Mehmet Merdiveni. Eyüp Sultan Merdiveni. Ayasofya Merdiveni. Yahya Kemal Merdiveni. Orhan Veli, Evliya Çelebi, Ahmet Haşim, Boğaziçi, Huzur merdivenleri. Hayal bizim değil mi? Mevsim mevsim şehrin cilvelerini, yağmurlarını, lodoslarının kokularını, uzaktan geçen gemilerin düdüklerini taşıyan bu merdivenler İstanbul’u daha bir muhteşem kılmaz mı?
Şuursuz apartmanların, sokağı çaresiz bırakmış bir şehircilik anlayışının içinde merdiven başlı başına bir alternatif yaşama alanı olmaz mı? Bugün bile bu fırsat kaçmış değildir. Şehri yönetenlerin biraz ideali, biraz hayali varsa, şehri düşünenlerin biraz vicdanı kalmışsa, mimarlar da, yazarlar da, belki de en çok şairler de heyecan duyacaktır bu merdiven düşüncesinden. Hele bugünün mimarlık anlayışında, farklı farklı tasarımları geliştirmek, bu tasarımları şehrin geçmiş ve geleceğiyle buluşturmak hiç zor değildir. Belki bu merdivenler sayesinde biraz sinema biraz edebiyat, biraz sosyal yaşam zenginliği de doğacaktır. Dimdik, yukarı yukarı uzaması gerekmez bu merdivenlerin. Semte, temaya, hatta verilecek isme göre şekillendirilebilir. Şehrin doğal yapısı buna da elverir niteliktedir. Merdiven istenilirse göğe kadar uzar.
Böyle bir merdiven olsaydı, böyle merdivenler çok olsaydı, o merdivenler parklara, meydanlara, deniz kenarlarına, camilere, iskelelere varsaydı, her basamağında yaşadığımız ömür kadar sevdiğimiz şehri de düşünmek daha kolay olurdu. Şimdilerde ben şehri yokuş yokuş çıkıyorum. Uzun, kısa, dik, dolambaçlı ne kadar merdiven bulabilirsem oralara gidiyorum. Onların bakımsızlıklarına içleniyorum. Basamaklarında oturuyorum. Sarkan ağaçları, pervasız kuşları, daha pervasız şehrin yakın ve uzak uğultusunu dinliyorum. Olsaydı, olsa, olacak mı diye mırıldanıyorum. Bu merdivensiz şehrin bir gün merdivenleri olacak mı? Oradan yukarı ve geriye hiç bakmadan adım adım çıkmak mümkün olacak mı? Kim bilir, kim bildi? Belki gelecek Ramazan bir tane, en azından bir güzel merdiven.