Korhan Gümüş, Taraf Gazetesi'nde yayınlanan yazısında kamusal alan kavramını irdeliyor.
Demokrasi piyasa ve iktidar ilişkileri dışında, kamusal alanın bağımsız faaliyetlere, sivil topluma açılması ile gelişir. Sivil toplumun kamusal alana katılması gerekir.
Bazı BDP’li milletvekilleri “çözüm süreci”nden söz ederken ısrarla “önceliklerinin kimlikleriyle eşit vatandaşlar olarak yaşayabilecekleri bir kamu düzeni” olduğunu söylüyorlar. Amaçları ulus-devletin federatif bir yapıya kavuşması, özerklik, vb. değil, yalnızca demokratik bir kamu düzeni. Peki, demokratik bir kamu düzeninin koşulları neler? Vatandaşlar arasında eşitlik nasıl sağlanacak?
Önümüzde ders alınabilecek bir ilk deneyim var: Lozan Antlaşması. Lozan, Gayrımüslim sivil topluluklara bazı vatandaşlık haklarını tanıyordu. Örneğin kendi okullarını açma ve yönetme hakkı.
Ancak uygulama devletle sivil toplum arasında asimetrik bir durum yarattı. Azınlık okulları özel kuruluşlar statüsünde kurumlaştı. Gayrımüslim sivil topluluklar bütün vatandaşlar gibi kamu hizmetleri için vergi ödedikleri hâlde, okullarına, dinî yapılarına, ihtiyarhanelerine, yardım kuruluşlarına kamudan destek alamadılar. Tepeden gelen yönergeler, kısıtlamalar ve derin ilişkileri olan atanmış yöneticiler sayesinde sürekli baskı altında tutuldular. Kamu yönetimleri onlara destek olmak şöyle dursun, çalışmalarını zorlaştırdı, mülklerine el koydu, ayrımcılık yaptı.
Bu sivil topluluklar okullarını, dinî yapılarını, hastanelerini, yaşlılar için bakımevlerini, kreşlerini STK’lar aracılığıyla kendileri finanse etmek zorunda kaldılar. Bu da daha birçok engel gibi, onların yaşamlarını zorlaştırdı.
Diyeceksiniz ki eğer devlet bir de bütçelerine karışsaydı, bu kamu hizmetleri STK’lar tarafından yerine getirilmeseydi, daha mı iyi olurdu? Olmazdı, hiç şüphesiz. Ancak belki bu işleyişe, STK’ların kamu hizmetlerine katılmasına olumlu tarafından bakmak mümkün. Eğer devlet- sivil toplum ilişkileri normalleşseydi, o zaman kamusal işleyiş de böyle olmazdı, devlet vatandaşları belli bir ideoloji ile biçimlendirmeye çalışan bir güç hâlini almazdı.
Bu açıdan bakıldığında asıl sorununun ulus-devletin kamusal alanının sivil toplumu dışlayacak bir biçimde düzenlenmesi olduğu görülebilir. Bu kamusal alan anlayışının sivil toplumu biçimlendirmeye çalışan “neoklasik” modernleşme biçiminin bir kalıntısı olduğu söylenebilir.
Osmanlı’nın son yüzyılında cemaatlerin modernleşmesi, milletlere dönüşmesi ulus-devletlerin inşa edilmesindeki süreçlere benziyordu. Millet kavramı altında kimliklerin temsili, din, kültür, dil, edebiyat, tarih… gibi konuların resmî alanda yeniden üretimi, temsili prototipler olarak düzenlenmesini içeriyordu. Müslüman kimliği de doğal olarak yalnızca bir millete tekabül etmiyordu. İmparatorluğun içinde birçok unsur yer alıyordu. İmparatorluğun kamu alanı mimarisi itibarıyla bir kimlikle özdeşleştiremeyeceği ve bir ulus-devlet formatına girmeyeceği açıktı. Çelişki Müslümanlığın bir milli kimlik olarak inşasında kullanılmasında çıktı. “Birinci Milli” İslam’a ve Osmanlıcı yeniden canlandırma hareketine dönüktü. Bu kimlik ister istemez diğerlerini dışladı, ötekileştirdi. Müslümanları da ulus-devlet formatı içinde asimile etmeye çalıştı. Bu çelişki bütün sivil topluluklara eşit mesafede duracak laik ve demokratik bir devlet yapısıyla bir fırsata dönüşebilirdi, ancak tersi oldu. Ulus-devlet aşamasında Müslümanlık ve Türklük olarak iç içe geçen iki ayrı kimlikle inşa edilmeye çalışıldı. “İkinci Milli” “Türk” kimliğini inşa etmeye yönelikti. Bu iki kimlik de hukuk devletinin gerektirdiği özellikte ve eşitlikçi değildi. Bu durumda dışlananlar bu milli sınırların dışında bırakıldı. Cumhuriyet döneminde bu iki milli kimliği temsil eden seçkinler kimi zaman diğerlerine karşı birleştiler, kimi zaman iktidar mücadelesine giriştiler.
Ulus-devlete dönüşüm süreci sancılı oldu, sorunlar geleceğe taşındı. Böylesine hiyerarşik bir vatandaşlık sisteminin, devletle sivil toplum arasındaki asimetrik düzenin elbette ki çatışma yaratmaması mümkün değildi. Modernleşmenin en dinamik kurumu olan askerî bürokrasi, devlet sınıfı, aydınlar kendi kamu yararlarını temsil edecek şekilde yapılandılar.
Önce Anadolu’daki gayrımüslimler yok edildi. Sonra sıra İstanbul’a geldi. İstanbul’un ekonomisini kontrol altına almaya çalışan bu model merkeziyetçi bir devlet yapısı ile kurumsallaştı. Bu nedenle Türkiye’de “kamusal alan” dediğimizde iktidar tarafından tanımlanan, sivil toplumun da piyasa aktörleri olarak katılabileceği resmî alan anlaşılıyor. Bu kamusal alanda yöneticiler karar vericiler, piyasa aktörleri çıkar grupları, halk da kararlardan etkilenen hedef kitle olarak yer alıyor. Bu kamusal alan tanımının demokratik standartlara uymadığını, katılım için yeterli olmadığını söyleyebiliriz. Çünkü halkın kararların, hizmetlerin sonuçlarına maruz kalmaları katılım için hiç bir zaman yeterli olamaz. Piyasa koşullarında olduğu gibi kamusal alanda bir malı veya hizmeti “tüketici” olarak seçme hakları, koşulları yoktur. Ayrıca seçimle gelmiş dahi olsalar, yöneticilerin kararlarının kamusal nitelikli olması gerekir, özel alanda olduğu gibi, kendi istedikleri gibi karar alamazlar, kamusal alanı kendi tercihleri ile sınırlandıramazlar.
Demokrasi piyasa ve iktidar ilişkileri dışında, kamusal alanın bağımsız faaliyetlere, sivil topluma açılması ile gelişir. Sivil toplumun kamusal alana katılması gerekir. Örneğin AB uygulamalarında genellikle kamu yönetimleri kamusal alanın düzenlenmesi, politikaların geliştirilmesinde STK’lar ile işbirliği yaparlar. Kamusal nitelikli çalışmaların sivil toplumla arayüzü oluşturabilecek bağımsız kuruluşlarla yürütülmesi bir zorunluluktur. Bunlar aynı zamanda farklı siyasal deneyimlerde gelişen uluslararası çerçevedeki programatik kamusal uygulamalardır. BM, Avrupa Konseyi yanında ulusal kuruluşlar da yerel yönetimlerle, sivil toplumla prosedürel ilişkileri tanımlarlar. Bu çerçevede kamusal alandaki araştırma, proje faaliyetleri, eğitim, kültür, sanat yönetimi, farklı öncelikler ve yöntemler içeren yaratıcı çalışmalar da açık uçlu olma nitelikleri itibarıyla STK’lara açıktır.
Sivil toplumun kamusal işleyişteki rolüne dair konuların siyasal sorunların temelinde olduğunu kabul edersek, bu alanda atılacak adımların içinde yer alınan sözleşmeler ve kurumsal entegrasyon süreçleri için de önem taşıdığını söyleyebiliriz. Bu nedenle bazı BDP milletvekillerinin “çözüm süreci”nde ısrarla vurguladıkları ulus-devletin demokratikleşmesi talebinin sivil toplumun katılabileceği, sorumluluk üstlenebileceği bir kamusal alan oluşturma deneyimi ile yakından ilişkili olduğunu varsayabiliriz.