Hemen hemen bütün Türkiye kentleri meydan fukarasıdır! Bizim şehirlerimizde alan yoktur! Veya olanları da devede kulaktır!
Çünkü perspektif, simetri, paralel gibi uyum geometrisi kavramlarına sonsuz yabancı olan göçebe kültürümüz yerleşik uygarlığa geçtikten sonra da hükümranlığını sürdürmüştür. Çadırı bıraksak bile ondan miras aldığımız ikâmet düzenimiz değişmemiştir. Eğer mekâna kendimiz damga vurmuşsak, en kabadayısı eciş bücüş sokakların birleştiği yarım yamalak kavşakları meydan diye vaftiz etmişizdir. Eh, meydana kitakse! Başkasından devralmışsak da mevcut olanlarının üzerine dahi sanki oba kurmuşuzdur.
Öte yandan bu mimari yoksunluk sivil toplum yoksunluğunun da ipucunu yansıtır. Zira Antik Yunan’ın agora’sı, Eski Roma’nın forum’u, Batı Ortaçağı’nın piazza’sı falan, bunlar son tahlilde polites’in, civis’in, burjuva’nın siteye müdahil olduğu sahalardır. Başka bir deyişle coğrafi alan aynı zamanda kamusal alanın uzantısıdır. Dolayısıyla, eğer çok zorlar ve bunlara illâ bizden de emsal bulmaya çalışırsak, belki belki Yeniçerilerin her kazan kaldırış öncesi Aksaray’da toplandığı Meydan-ı Lahm’ı, diğer adıyla Et Meydanı’nı örnek verebiliriz. Tabii oradaki “sivilliği” ve kamusal alanı sizin takdirinize bırakıyorum.
Oysa Osmanlı- Türk modernleşmesiyle atbaşı sayılabileceği ve ilk şehir planlamacılığına dâhil edilebileceği içindir ki Taksim yukarıdakilere istisna oluşturuyor. Hakiki İstanbul ne kadar Tarihî Yarımada’da kalırsa kalsın, sözkonusu meydan bugün hiç tartışmasız kent merkezi sıfatını taşıyor. Bunu da sırf sahanın genişliği ve kavşağın konumu belirlemiyor. Onun merkez niteliği yine ilk moderniteyi yansıtan ve “ışıklara bürünmüş Beyoğlu” tangosuyla mitoslaşan İstiklâl Caddesi’nin Batılı varlığıyla bütünleşiyor Yani, bu caddenin ulaşmayacağı bir Taksim’in Taksim olmayacağını bilmek gerekiyor
Evet, mitos ve evet, Batılı! Zira bütün şarkta muteber levantenliğine rağmen eski Cadde-i Kebir bugün bile Sait Faik’in ifadesiyle “pekâlâ da bir Merkezî Avrupa payitahtına benzemeye” devam ediyor. Zaten cazibe de buradan kaynaklanıyor!
Nitekim eğer hicap giyinmiş genç kızlar piyasa yapmak için Fatih veya Üsküdar yerine Tünel’e çıkıp oradan Galatasaray’a yürümeyi tercih ediyorlarsa; eğer hafta sonu varoşlarından inen Kürt delikanlılar Bağcılar ve Esenyurt’ta değil de Parmakkapı ve Kuloğlu’nda peykeye ilişiyorlarsa; eğer zapturapt ailelerden kaçan sevgililer Fransız Konsolosluğu önünde buluşunca dudak dudağa öpüşüyorlarsa, tüm bunların özünde başka bir hayat tarzı arayışı yansıttığını itiraf etmemek riyakârlığın ve ikiyüzlülüğün ta kendisi olur.
Nefes almak, ferahlamak, azat olmak, içi açılmak gibi deyimleri de kullanabiliriz! Artı, bilinçaltında yukarıdaki siteye tekabül eden sivil kenti ve paraleli, perspektifi, simetriyi içeren uyum geometrisinin estetiğini keşfetme dürtülerinin de yattığını varsayabiliriz Her hâlükârda hepsi Taksim Meydanı’na çıkıyor!
Hepsi Taksim Meydanı’na çıkıyor, çünkü sözkonusu coğrafi alan aslında bütün sembolizmleriyle birlikte kamusal alanın da en geniş olduğu sahaya tekabül ediyor. Yani Taksim’in ferahfeza niteliği ve merkez kimliği kent projelerini sonsuz defa aşarak toplum projeleriyle özdeşleşiyor ki, yine sembolik anlamdaki esas soru şudur:
Meydan simetrik uyumlara mı açılacak, yoksa eciş bücüş çıkmazlara mı kapanacak?