Yaptığı açıklamanın sözleri büyük tartışmalara neden olacak. Haberx yazarı Hülya Okur sordu, ünlü mimar Aydın Boysan yanıtladı. İşte keyif alacağınız o röportaj
Yıl, 1921’de doğdunuz tarih sizin tabirinizle; Osmanlı İmparatorluğunun daha sona ermediği, Türkiye Cumhuriyetinin ise, daha doğmadığı bir yıl. Bu arada kalmışlığın sizin üzerinizdeki etkisi ne oldu?Sizin için “Bir dönemin çocuğu” denmesi çok mu zor?
Evet, 1921 yılında, Vahdettin henüz tahttayken doğdum ama ben buraya kadar hayatımı bütün yaşadım, parçalı yaşamadım, taksitlere bölmek mümkün değil bir ömrü. Ve ben o yıl doğmuş olmakla beraber, ilk şuurlu olarak hatırladığım sahneler daha sonraki yıllarımdır ancak. 6 yaşındayken Atatürk’ün ilk defa, Milli mücadeleden sonra gelişini hatırlarım. Annem ve babamla birlikte karşılamaya gitmiştik kendisini. Marmara denizinde iki sıra vapur birikmişti. Onlar arasından söğütlü yatıyla geçerken Mustafa Kemal’i karşıladık. Deliler gibi alkışladık tabi. Tabi vapurlardan bir tanesine bindik, yol ilerlesin diye. Kaptan bağırıyordu:”Batıyoruz, buraya da geçin diye” ama kimse takmadı. Mustafa Kemal’i ilk görüşüm odur ama sonra defalarca gördüm. Pertevniyal lisesi öğrencileri olarak, askeri kampları yapardık biz, ikinci dünya savaşı yaklaşıyordu, askerlik kampları yapılırdı, öğrenciler için, liselerde ve üniversitelerde. Ve o kamplardan birini, Anadolu Hisarı İlkokulunda yapıyorduk. Ve akşam, yat borusu çaldı, yattık. Bir saat sonra kalk borusu çaldı, kalktık. Ve daha evvel de gece yürüyüşüne çıkarttılar bizi. Gece yürürken, dağ başlarından otomobiller göründü. Arkadaşlardan birisi, “Atatürk!”diye bağırdı. Biz taburu bozduk, otomobillerin üstüne yığıldık. İlk görenlerden biri de bendim, Atatürk hemen önümdeydi. “Yanındakilere sordu, bunlar ne biçim asker, taburu bölüyorlar bunlar ya!” dedi. “Bunlar öğrenci, bunlar öğrenci” dediler, “Ha öyle mi?” dedi, el salladı ve gitti. Sonraki ikinci görüşüm de odur. Ama kendisi Florya’da halk arasında denize girerdi. Koruması moruması da yoktu, herkes de yanına yanaşırdı, ben Atatürk’ün birkaç metre yakınına kadar yanaştım, deniz kıyısında, mayo ile. Daha sonra çok gördük de ama asıl dramatik görüşüm, Dolmabahçe Sarayı’nda, cenazesinin önünden geçerkendir. Atatürk bu milleti, mezarlarından çıkarıp, hayat veren bir adam idi. Müstesna bir kişi idi. Bugün pozitif ne görüyorsanız, onun büyük etkisi ve hissesi var onda. Bugünkü hayatımızın pozitif yönlerinin hepsi ondan kalmadır.
“GECELERİ HALA ÇALIŞIRIM”
İstanbul’un kuytu köşesinde dünyaya geldiniz. Annenizin öğretmenlik yaptığı Göksu’daki okula beraberinde gidip geldiğinizi biliyorum, kişilik olarak en çok kimin parmak izleri kaldı üzerinizde?
Doğru. Annemin de, babamın da izleri var. Annem öğretmenimdi benim. 4 sene bana öğretmenlik yaptı. “Bu gece dersim yok” diyemezdim. Mutlaka geceleri çalıştırırdı beni. Geceleri çalışma alışkanlığım benim, annemin ölümünün üzerinden yarım yüzyıl geçtiği halde devam ediyor. Terk edemedim, hala çalışıyorum ben geceleri. Sohbetin başına oturmadığım bütün gecelerde mutlaka ya okurum ya yazarım. Bundan vazgeçemedim.
“ÖĞRENCİLERİMLE MEYHANEDE BULUŞTUM”
Şimdi öğretmenlik sırası size geçmiştir herhalde…
Daha sonraki yıllarda ben de öğretmenlikte görev aldım. İstanbul Teknik Üniversitesinde, Mimarlık Fakültesinde, dışarıdan görev aldım, 15 sene. Aslında 6 saat gidiyordum ve o öğretmenlik, severek, zevkle yaptığım bir işti benim için. O senelerde öğrencim olarak tanıdığım arkadaşlar, mimar oldular, daha sonraki yıllarda benim proje büromda iş birliği yaptık, çalıştık, hala görüştüklerim var. Hatta eski öğrencilerimden bir kısmı telefon ettiler, hayatta kalanlardan 10 tanesi, görüşelim, dediler, nerede görüşmek istersiniz, dediler. “Beşiktaş’taki Meyhane’de” dedim bende. O meyhaneye 10 tanesi gelmişti, ayağa kalktılar, beni karşıladılar. Yüzlerine baktım, hepsi susuyor. “Niye susuyorsunuz, biz ihtiyarlamışız” dedim ben de.
“GEÇ FARK ETTİĞİM ŞEYLER OLDU”
Edebiyat öğretmeniniz, bir gün arkadaşının cezane törenine gittiğinde, size sakin olmanızı öğütlüyor ama sınıfça çok büyük bir gürültü koparıyorsunuz ardından, sonra müdür yoluyla bu öğretmeninize ulaştığında, hocanızın azarlarından aslında ‘Hayvanlar’ demek istediğini iki yıl sonra anladığınızı söylüyorsunuz. Hayatta bunun gibi geç fark ettiğiniz şeyler oldu mu?
Doğrudur. Geç fark ettiğim şeyler oldu, sayıları fazla değil ama sanıyorum ki, her geç fark ettiğim şeyi, fark edince, acaba ben neden daha önce anlamadım diye içime tereddütler girdi. Ve anlamadığım için saçmaladığım neler oldu kim bilir diye sıkıntı geldi bazen. Fakat bunların neler olduğunu hatırlasam, bunları düşünmeyecektim…
“ŞU AN CEMAAT BASKISI HİSSETMİYORUM”
Çocukken gittiğiniz teravih namazında en arkada, kakaka kikiki gülerken imamı şaşırttırmışsınız, cemaat de sizi döve döve ön safa getirmiş. Dininizle ilgili öğretilerin ne kadarını aldınız, cemaat baskısı hissediyor musunuz şu an?
Şu an ben baskı hissetmiyorum, artık baskı altında kalmaya itiraz etmeyecek yaşı da geçtim. Bana vız geliyor. Yalnız, çok çeşitli çevrelerde yaşadım. Benim babamın babası kadı idi. Annemin babası hacı idi. Annemin dayısı, Bursa’daki bir mescidin fahri imamı idi. Ve bunlardan sonra ben geliyorum.
“UZAYI ARAŞTIRIRKEN, CENNET-CEHENNEM NEREDE ACABA DİYE SORDUM”
Aynı iman sürdü mü sizde de, sol görüşünüz ve yetiştiğiniz ortam, inancınızı nasıl şekillendirdi?
Çocukluğumdan beri, dünyanın içinde bulunduğu mekana yani uzaya merakım çok oldu. Çocukluğumdan beri uzayı öğrenmeye çalıştım. 50 yaşımdan epeyi sonra, deliler gibi uzay kitapları okudum; Almanca ve Türkçe. Türkiye’de, TÜBİTAK’ın çok iyi kitapları var. Yıllarca bunları okuyup, notlar aldım sonra da oturup bir uzay romanı yazdım. Bunları yazmış olmaktan dolayı son derece memnunum. Çünkü öğrendiğim en önemli bilgi öğretisini şöyle söyleyebiliyorum: Güneşin, dünyamıza olan uzaklığı 150 milyon kilometre, saniyede 300 bin kilometre hızla giden ışık, 8,5 dakikada geliyor güneşten buraya kadar. Ve son olarak bulunan yıldızlar kümesi, uzayda, 15 milyarlık ötede yani güneş ile dünya arasının milyarlarca misli ötede uzay o derece derin ki, bu derinliğin ne olduğunu ben kavramaya çalıştıkça, “Ulan cennet nerede cehennem derede acaba?” diye sordum.
“UZAYA MERAKIMIN İNANÇ İLE İLGİSİ YOK”
Peki İslam alimleri bu tür uzay araştırmaları yapan insanlara, “Ey insan rabbini uzaklarda arama” uyarılarda bulunuyorlar. Uzaya olan merakınız biraz da bundan kaynaklanıyor muydu?
Hayır. Alakası yok. Uzaya olan merakım benim, çocukluğumda aya bakarken, yıldızlara bakarken bunlar ne diye düşünmekten başladı. Ve daha sonraki yıllarda, coğrafya öğrendikçe, uzayı öğrendikçe bilimle ilgilendikçe, fizikle, kimya ile ilgilendikçe, üstelik mimar olarak da pozitif bilimlere de yakın olunca mutlaka bu şüpheler doğuyor insanda. Ve ille de bunun sonu ne diye, öğrenmek için çırpınmaya başlıyor. Ben bu çırpınmaları uzun yıllar yaşadım, ve şimdi içim rahat, çünkü 15 milyar ışık yılı ötede yıldızlar varsa, orada yaşam da var, başka şeyler de var, yalnız güneş sisteminde, güneşe benzer 100 bin kadar yıldız var. Bunlar fevkalade ilginç rakamlar, hadiseler. Bunları öğrendikçe insan, küçüldüğünü hissediyor ama bir müddet sonra küfürü de basıyor:”Bana ne ulan eşşeoğlu eşekler oradaysa orada” diyerekten. Tabi gerçekleri öğrenmek, bir insan için, ister uzay olsun, ister dünya içindeki başka bir şey olsun, insanın doğru yaşamayı öğrenmesi için birinci basamağı. Daha ilerisi yok.
“UZAYI PALAVRADAN YAZSAYDIM, YENİ BİR PEYGAMBER OLURDUM”
Yani siz 2046 yılına kadar bunun için uzandınız. İnsanlara gerçekleri biraz daha yaklaştırmak için?Vermeye çalıştığınız mesaj da, gerçeklere ulaşmak için doğru yol üzerinden gitmekti?
Öyle. Onun için “Yıl 2046” romanını yazdım. Ve bunu yazarken de seneler harcadım. Ne gibi bir mekanda, nasıl yaşanacağı konusunu düşüne düşüne yazdım. Ve bir de bunu öğrenmeden yazmak, palavrayla olmazdı. Palavra ile olsaydı eğer, ben yeni bir peygamber olurdum.
“AKLI BAŞINDA SARHOŞLUK, CENNETİN PROVASI GİBİDİR”
Rakı…Hayatınızda öyle bir yer tutuyor ki, içki ile geçen yıllarınızı yıl dönümü olarak kutluyorsunuz. İçkinin hayatınıza giriş öyküsü, Halkapınar Şarap Fabrikası inşaatı için çalıştığınız sıralar, ücretlerin düşüklüğünü telafi etmenizle mi başlıyor?
Orası sayılmaz. Biz lise öğrencisiyken 4 arkadaştık, hınzır çocuklardık ama öğrencinin en hınzırı ve en domuzu olurduk. Onlarla birlikte 2 ay para biriktirir, meyhaneye giderdik. Önce çabuk kafayı bulalım diye kahveye gider, nargile içerdik amaç, çabuk sarhoş olmanın yolunu bulmaktı, ucuz, az parayla sarhoş olmanın yolunu aramaktı. Senede birkaç kere gidebiliyorduk. Paramız yetmiyordu, yetse belki daha çok giderdik, ama içmek-içmemek! Tabi insan bilinci uyanık oldukça, sürekli olarak işliyor. Uyurken bile işliyor ya, hakim olmadan rüya görülüyor. Bugün bu işleyişin bu derece kötü gidişi bezginlik yaratıyor insanlarda. Bunu değiştirmenin çaresi, sarhoş olmak!. Başka bir hayatta, değişik bir biçimde yaşamaya girmek. Bu nevi zehirler, alkol da bir çeşit zehirdir, ya insana yaşadığı hayatı daha uzun zannettiriyor, ya da daha kısa zannettiriyor. Değişik yaşamanın biçimlerinden birisi de bu. Veya ufkunu açıyor. Hayallere daha kolay dalabiliyor insan. Onun için sarhoşluk, istenen bir şey oluyor. Tabi sarhoşluk da kişilere bağlı. Aptalların sarhoş olmasından cehennem yaşanıyor, aptal çünkü diye. Aklı başında insanın sarhoş olmasından cennetin ufaktan tefekten provası yapılabiliyor.
“63 YAŞIMDA KİTAP YAZMAM, BİR ÖLÇÜSÜZLÜKTÜR”
“Kendi rakı sofrasına yaraşır bir tat” hatta içkiler arasında nikahlı karınız olarak gördüğünüz rakının hiç mi bir kötülüğüne rastlamadınız bu güne kadar?
Oldu. Ölçülü içmek diye bir laf kullanılır. Ölçülü içmenin ne demek olduğunu, içmeden önce düşününce insan sanır ki doğru yere varacak ve doğru yere varacak. Doğru bir yere varılamaz. İçmeye başladıktan sonra ölçü diye bir şey olmuyor zaten. Hele hele biraz ileri kademede ‘Mizaç coşkunluğu’ varsa. Coşkun insanlar, coşmasını bilen insanlar, içkinin de tadını kaçırıyorlar. Coşmasını bilen insan, çalışmanın tadını da kaçırabiliyor. Ben 63 yaşımda birinci kitabımı yazdım, 40.kitabı yazdım şimdi. Bu da başka türlü bir ölçüsüzlük. Bu kafada bir insan, sarhoş olduğu zaman, nerede duracağını bilemiyor tabi.
“SON KİTABIMI OĞLUMLA YAZDIM”
Mizaç coşkusu size güzel şeyler yaptırıyor bence? 40.kitap çıktı mı?
Yazıldı bitti, yayın evine verildi. Oğlumla birlikte yazdığım bir kitap bu. Yarısını ben yazdım, yarısını da oğluma yazdırdım.
Artık yavaş yavaş devir alıyor sizden..
“GÜNAH OLDUĞU İÇİN İÇMEYENLERİN YAPTIĞI İŞ, YANLIŞTIR.”
Evet. Çok güzel…merakla bekliyoruz. Peki bir demci olarak, rakı ile ilgili nükte anılarınızı, “Şerefe” isimli kitapta topladınız. Alkol konusunu, çeşitli çevrelerin tepkisini toplayacağını bile bile işlediniz, Peki buradaki tek amacınız, bu konudan uzak kalmayı politika malzemesi yapan insanları küçümsemek miydi?
Hayır, hayır. Kimseyi küçümsemek istemiyorum ben. Küçümsemeye bile üşeniyorum. Bu konuyu yobaz kafasıyla düşünenler var, günahtır diye düşünenler var. Aslında günah olduğu için içmeyenlerin yaptığı iş, yanlıştır. Bilmedikleri şeyi kötülemektir. Başkalarının bildiğinden de yeterince öğrenilemez zaten. Tabi kimseye ben, ille de içsinler diye tavsiyede bulunmuyorum ama içenleri kötülemeye kalkmakta, bir-haddini bilmezlik var, bir de terbiyesizlik var hatta. Küçümsemek kolay veya küçümser gibi görünmek. Ama o küçümsemeye hak kazanmak da bir seviye meselesidir. Bir mantık meselesidir ve zeka meselesidir. Hiçbir şey bilmeden küçümsemek de aptallığın ta kendisidir.
“BENİM YANLIŞLARIMI BAŞKASININ KÜÇÜMSEMESİ, TERBİYESİZLİKTİR”
Bu kitapta sadece rakı ile ilgili anılarınız yok aynı zamanda, “Aydın Boysan rakıyı nasıl tadar” diye bir bölüm bile var. Hayatınızı bu kadar içten ve şeffaf şekilde paylaşmanızın altında nasıl bir dışa vurum psikolojisi yatıyor? Yani her şeyimi bilsinler duygusu nereden geliyor?
Ben kendimi saklamak çabasında değilim çünkü yaptıklarımın kendi mantığıma göre yanlışı varsa bile yalnız bana zararı olan şeylerdir. Başkasına zararı olan şeyler değil. Benim bu yanlışlıklarımı başkalarının küçümsemesi, haddini bilmezliktir. Hatta terbiyesizliktir. Başkasının düşündükleri bana vız gelir. Ben kendi hakkımdaki hükmü kendim veririm. Tabi bir de 62 yıllık eşimin verdiği hükümler vardır, onları da önemsemek zorundayım.
Evet siz hep söylüyorsunuz:” “Öbür dünyada zebanilere hesap vermek gibi bir korkum olmadı. Ancak yakınlarıma ve dostlarıma hesap veremeyeceğim davranışlarda bulunmaktan hep korktum.”
Evet..
“ESKİ ZAMANLARDA İNSANLAR, SU İLE İDAM EDİLİRDİ”
Peki Alkol için zehir demediniz ama hayata tatlı bir zehir ismi koydunuz. Zehri nasıl tanımlarsınız?
Zehir olmak, miktar meselesidir. Eski zamanlarda su içirerek idam etmek vardı. 20 litre içirirlerdi, ölmezdi, 25 litre verirler, öldürürlerdi. Demek ki her şeyin miktarı arttıkça zehirleşiyor. Oksijenin miktarı arttıkça, azot olmasa havada, havada zehirlenecek. Karabiberi 2 kilo yiyen adam ölür. Ölçülü tutuldukça bazı şeylerin zehirleşmesi imkanı azalıyor. Alkol de, su gibidir.
Az içince yararı var, tezini doktorlar da destekliyor…
Kırmızı şarap, kanı sulandırıyor, kan dolaşımı hızlanıyor, kalbin görevi kolaylaşıyor, bu da önemli. Can nokta miktar konusudur.
“ÇİÇEK PASAJINDAKİ BULUŞMA GÜNÜMÜZÜN ÖZEL BİR ANLAMI YOK”
Her Cuma, Çiçek Pasajında arkadaşlarınızla rakı keyfi yapıyorsunuz. Fethi Naci, Cevat Çapan ile rutinleştirdiğiniz bu buluşmanın, Cuma günü gerçekleştirilmesinin özel, göndermelik bir anlamı var mı?
Hayır. 7 günün her hangi birinin olması bizim için fark etmiyor ama Cuma olmasının kolaylığı şöyle, çalışma haftası bitiyor, çalışma haftası biterken, gayri ciddi sayılabilecek bir işe bulaşmak kolaylaşıyor diye Cuma oluyor. Eskiden bazı arkadaşlarımla Cumartesi idi. Hafta büsbütün bitiyor diye. Hatta bazı arkadaşlarla biz, pazartesi aramalarını söyledik. Tekel takımı idi adı.
“UZAK KİŞİLERİN YAN YANA GELMEMESİ LAZIM”
1965 senesinde Vehbi Koç ile Tuzla’da gittiğiniz bir yemekte, mayonuz olmamasına rağmen, bir anda kendinizi denizde bulmuşsunuz. İnsanları tabii davranmaya iten şey siz mi olurdunuz yoksa genelde özünü kaybetmemiş olanlarla mı sürerdi dostluğunuz?
Tabi dostlukların derinleşmesi için, uzak kişilerin yan yana gelmemesi lazım. Zaten yaradılış itibariyle uzak kişiler birbirine yaklaşamıyor. Görünüşte birbirine uzakmış gibi görünen insanların dahi, ruhen birbirine yakın olmaları mümkün. Şaşırmamak lazım. Vehbi Bey dediniz. Vehbi Koç ile Arçelik’in kuruluşunun yapıldığı 1 Ekim 1954’te tanıştık. Orada Arçelik’in temeli atıldı. Ben o binanın mimarı idim. Hatta temel için hazırlıklar yapıldı, iskele hazır, temel demirleri hazır, beton hazır da ne unutulmuş?
Kurdeleyi kesecek, dua edecek bir imam mı?
İmam.
“ONLARA YARARLI YOLLARI GÖSTERME ÇABASI İÇİNDE OLDUM”
Sonra Vehbi Koç da o yoksa ben okuyum diyerek, kurdeleyi kesiyor.
Vehbi Koç, Çayırova tesislerini gezerken, alınan arsayı gezdiriyorsunuz gezdiriyorsunuz, bitmiyor, ve kendisi, “Dünyayı satın almışsınız” diyor. Böyle yönlendirdiğiniz, sizin kararlarınızı Allah’ın emri olarak görmeleri nedendi?
700 dönüm yer aldık. 700 dönüm yeri 1,5 milyon liraya aldık. Hükmettiğimiz demeyelim de, onlara yararlı yolları gösterme çabası içinde olduğumu gördüler. O arsanın alınmasında da benim bir dahlim vardır, iyi ki alındı. O zaman için ucuz bir yerdi. İlk defa Vehbi’Ye göstermeye gittiğimizde, “Gözünüz doymamış, dağı taşı satın almışsınız” diye çıldırıyordu. Sonra, Hulki Alisbah vardı, Koç gurubunun iki numaralı adamı. Hulki bey, bir öğle yemeğine gidelim, dedi. Biz de peşinden Vehbi Beyin arabasına bindik, gidiyoruz, Tuzla sahilinde benim eski bir restoranım vardı, oraya gidiyoruz, sahilde mezarlığın önünden geçiyoruz, tuzla mezarlığı fevkalade hoş bir yerdir, oradan geçerken, hava da çok güzeldi, “ne iyi olurdu denize girseydik” dedi Vehbi bey.- E mayo yok. –Donla gireriz, dedi.
“MİMAR SAYISINDAKİ ARTIK, ÜLKE POLİTİKALARININ YANLIŞLIĞINDAN”
Yön verdiğiniz büyük adamlar oldu hayatınızda. Peki sizin gibi toplumun önünde giden, sanayicilerin, iş adamlarının önünde giden mimarlar yetişiyor mu arkanızdan?Hiç adından söz ettirmeyen bir mimarlar nesli var gibi..
Benim, mimarlık öğrenimine başladığım sene, 1940’tır. Türkiye’deki mimar sayısı sadece 200 kişiydi. Ve mimarlar odası kuruluşunda ilk yönetim kurulu, ilk genel sekreter olduğum sene, mimar sayısı Türkiye’de 1000 kişiyi bulmadı. Kayıt zorluğu vardı. Şimdi 40 bini geçti, 50 bine yaklaşıyor. 200’den 50 bine varış, ne anlama gelir, insan düşününce zihinsel mantık düzenini kaybediyor. Tabi yaşanan hareketin farklılığı, ekonomik şartların ilerleyişi gibi pozitif etkiler düşünülebilir ama bu büyük farkta pozitif etki yok. Bir anlamsızlık vardır mutlaka. Bu taraf için garipliktir. Benden sonrakiler bulsun sebebini bakalım. Herhalde toplumun içindeki bir takım yanlışlıklardan, ülke politikasındaki bir takım yanlışlıktan kaynaklanıyor bu.
“MİMAR NESLİNDEN UMUTLUYUM”
O mimar neslinden umudunuz var mı?
Var. Okullar arasındaki yetiştirme yeteneği açısından önemli farklar mutlaka unutulamaz ama doğru dürüst mimar yetiştiren kuruluş, okul, üniversite, fakülte sayısının da var olanlarının hepsinin birden olduğunu düşünmek mümkün değil, tuhaflık burada.
“ESAS OLAN; ŞEHİRCİLİK DEĞİL, ÜLKE PLANLAMASIDIR”
Peki 55 yıllık mimarlık serüveninizi 1999’da bıraktınız. Mimar olarak 1,5 milyon metrekare (toplam 200 futbol sahası kadar) bina planlayıp, gerçekleştirdiğinizi söylüyorsunuz. Mimarlık kültürünü, ‘Nerede Yaşıyoruz?’ adlı kitapta mizahi bir açıdan anlatsanız da, bugünkü yapılaşmaların uykularınızı kaçırdığı oluyor mu?
Kaçıyor. Şehirleşmelerde düzensizlik var. Şehircilik, bir şehri planlamak marifeti değildir. Bütün memleketteki nüfus yayılışını ve dolayısıyla o yayılışı doğuran hareketleri planlamaktır. Sanayi vaktiyle İstanbul’a öyle yığıldı ki, akıl sır ermezdi. Haliç içine sanayi yığıldı mesela. Ama şartlar o noktaya geldi ki, Haliç’teki sanayi oradan çıkmak, başka yerlere gitmek zorunda kaldı. Mahkum oldu buna. Demek ki yanlış idi o. Ama daha sonra gittikleri yer, doğru mu? o da henüz belli değil. Ülke içinde yerleşmeyi, her şeyin nerede, nasıl olacağını bilmeyi, memleket planlaması gösterir. Şehircilik değildir, esas. Ülke planlamasıdır esas olan. İstanbul nüfusunun 1950’de ilk defa 1 milyonu aşması, şimdi ise 20 milyon olması, bu ülkedeki düzensizliğin, plansızlığın bir sebebidir. Büyük Çekmece’den, Sultanbeyli’ye kadar bu şehir bütünleşti, hatta bazı ovalar yok oldu. Bursa Ovası yok oldu mesela. Bursa’da ova kalmadı. Eskiden Bursa, Uludağ yamaçlarına yaslanmış 40-50 bin nüfuslu bir şehirdi, şimdi nüfusu 2 milyonu geçti, ova diye bir şey kalmadı. Memleketi biz işgal ediyoruz ama anlamsız bir şekilde işgal ediyoruz.
“DEMOKRASİ DENİLEN YÖNETİM BİÇİMİ TEHLİKELER İÇERİYOR”
Demokrasi denilen yönetim biçimi de, tehlikeler içeriyor. O tehlikeler: halk dalkavuğu politikacıların, demokrasilerde öne çıkma yetenekleri oluyor. Çirkin tarafı bu işin.
“KALABALIKLAŞMA ŞEHİRLER İÇİN BİR TAKIM ACEMİLİKLER GETİRİYOR.”
“İstanbul’un Kuytu Köşeleri” isimli kitabınız tam bir rehber aslında. Bugün TOKİ’ye emanet edilen İstanbul üzerinde gerçekleşen çılgın projeler için ne diyorsunuz? Yoksa bu çılgınlık sizi de mi aşıyor?
Beni aşan bir şey yok. Neden yok. Ben 90’ncı yaşıma kadar bu ülkede bir vatandaş olarak gözüm açık yaşamış birisiyim. Dünyayı tanımış birisiyim, onun için gördüğüm şeylerden “Ben bunu anlamıyorum” dediğim önemli hadise yok. Anladığım şey şu ki, kalabalıklaşma şehirler için bir takım acemilikler getiriyor. Bu acemilikler o şehirlerin yanlış büyümesine neden oluyor. Yoksa İstanbul, Bursa gibi…
“BU ŞEHİR BİRLİKTE NEFES ALMIYOR.”, “İSTANBUL’A ÜÇ VALİ KOYUNCA MESELE ÇÖZÜLMÜŞ MÜ OLACAK?”
Peki İstanbul’dan bir şehir daha doğurmak. Çılgın proje size sağlıklı geliyor mu?
İstanbul vilayetini üçe böldük, üç vali koyduk, ne oluyor, mesele çözülmüş mü oluyor? İnsan yığınını, vali ile kaymakam ile parçalamanın bir anlamı yok ki. Yığın yine yığın, birlikte yaşıyor. Toplu taşıma araçları yok oldu, gitti. Benim çocukluğumda tramvay, bütün İstanbul şehrinde baştan aşağı taşıt aracı olara yeterliydi, şimdi katiyen mümkün değil. Şehir hakim olunamayacak biçimde yayıldı. Bu şehir birlikte nefes almıyor.
“DEMOKRASİ DEYİNCE HALKIN HER İSTEDİĞİNİ YAPACAĞINI SANMASI, APTALCA BİR DÜŞÜNCEDİR”
Birlikte nefes alan şehirlerin ölçüsünü kaçırmamak gerekli. Ve tabi tehlike şundan da doğuyor. Demokrasi deyince, istisnasız olarak halkın ve o halk bireylerinin istediklerini yapabilecekleri gibi bir zan, aptalca bir düşünce kafalara sokuluyor. Aslında demokrasilerin geliştirilmesi lazım. Demokrasilerde şehirlerdeki yerleşmeleri, bu neviden önemli kararları verebilecek kişileri mutlaka ayırmak ve onları planlamanın başına getirmek şart. Ve üstelik bu gibi insanları aslında demokrasinin de başına getirmek şart ha!
“KİRLENME TEHLİKESİNE DÜŞMEYİM DİYE SİYASETİ HEP TERK ETTİM.”
Siyasetteki duruşunuz beni çok ilgilendiriyor çünkü politikaya atılma öneri ve teşviklerini hep reddetmekten pişmanmışsınız. Bu geri çekiliş, size karşılıksız hizmet şansı tanınmamasındandı sanırım. Siyaseti sanat yoluyla icra etmek çok mu sanal bir uğraş?
Tek sebep, siyasetteki kirlenmelerin başka mesleklere göre daha kolay olduğunu görmekti. Bu kirlenme tehlikesine düşmeyim diye siyaseti hep terk ettim. Yoksa kaçmak değildi sebep. Pişmanlığım benim, kişisel bir kaynaktan da doğmuyor. Hizmet etmem gerekiyordu, vatandaş olarak, o hizmeti yapamadığımın utancı dolayısıyla bu pişmanlık oluyor bende. Dünyada da demokrasinin halklara sürtünen kirleri var . Tüm dünya genelinde var.
“HERKESE EŞİT OY HAKKI VERİLMEMELİ”
Demokrasilerde herkese aynı oy hakkı verdikçe bu kirlenmeden hiçbir ülke kaçınamıyor. Bizde de hiç kimse, demokratik seçimler sonunda en layık olanların tepeye yönetimine çıktığı iddiasında bulunamaz. Böyle bir iddiada ya bilgi zafiyeti ya da vicdan zafiyeti vardır.
“HERKESİN AYNI SEVİYEDE OY KULLANMASI YANLIŞTIR.”
Oy çoğunluğunun ifade ettiği bir şey yok mu?
Bütün halkın oy kullanması ancak mahalle muhtarının seçimlerinde olur. Herkesin aynı seviyede oy kullanması yanlıştır. TBMM seçiminde bütün halk, aynı şartlar içinde oy kullanamaz. Kullanmamalı. Kullandığı için yanlışlıklar doğuyor. Bunu vurgulayalım.
Bu vatandaşa göre, oyun değerini belirleyen bir şey herhalde. Mesela sizin oyunuzun karşılığı bir 5 oy mu demek?
Yok. Yine bir oy olsun ama o seviyedeki bir oy olsun.
“DEMOKRASİYİ, ESKİ YUNAN’DA BAŞLAMIŞ OLAN NOKTAYA ULAŞTIRMAK GEREKİYOR.”, “DEMOKRASİLERİN DÜNYADA ISLAHI LAZIM”
Ecevit için şöyle bir benzetmeniz var:”Ecevit, bizim Çiçek Pasajı’ndaki entelektüel Cavit gibi… Cavit rakı içmez, ama içirir. Ecevit de yemez içmez, çevresine yedirip içiriyor!” Peki Çiçek Pasajını, Tayyip Erdoğan’a ve Kemal Kılıçdaroğlu’na uyarlarsak ne diyebilirsiniz?
Kişilerin ne yapabileceği konusunda bazı tahminlerde bulunursam, o tahminlerin doğruluğuna inanamayacağım. Ben yapsam bile inanamayacağım. Bilgi eksikliğim var çünkü yeterince tanımadığım için bu derece uzaktan kesin hükümler verme hakkını kendimde göremediğim için ama anladığım kadarıyla mutlaka demokrasilerin bütün dünyada ıslahı lazım. Demokrasileri, eski Yunan’da başlamış olan bir önceliğe ulaştırmak gerekiyor. Eski Yunan’da da herkesin oy hakkı yoktu ha! Bu kafayı, bu düşünceyi 21.yüzyılın yetişmiş kafaları ile bir düzene kavuşturup, ifade edip de anayasalar haline getirmekten başka çare yoktur.
Kanun önündeki eşitliğimizi oy verirken bozan bir ütopya…
Kafalar eşit değil ki. Kafalar ve kalpler eşit değil. Yüreklerle kafalar eşit olmayınca, öbür taraftaki eşitlikte bir yanlışlık oluyor.
“HİÇ YANLIŞ YAPMAYACAK NOKTAYA GELDİM” DEMİYORUM.”
90 yaşındasınız. Bir doğum günü kutlamasında, Türkan Şoray’dan kristal bardağın içine koyduğu güle iliştirilmiş şöyle bir not almıştınız:” Sofraların ve hepimizin dostu Aydın Bey’e nice yıllara.” Gönüllerden sofralara, sohbetlerden, dillere düşmenizin size özel sebepleri neler? Deliliğe ya da mizaha bilgelik katmak mı dünyadaki göreviniz?
Dünyadaki görevim diye işi büyütmek istemiyorum. Benim şu bulunduğum toplum içinde, kendi yaşama düzenim içindeki görevim nedir, bunu hep doğru anlamaya çalıştım. Dolayısıyla bir pişmanlığım da yok ha! Yanlış yaptığım şeyler de oldu, yanlışlarımı da biliyorum ama yanlışları bu yaştan sonra daha az yapacak noktaya geldiğimi sanıyorum. “Hiç yanlış yapmayacak noktaya geldim” demiyorum.
“BİZ KENAR MAHALLEMİZDE DÜRÜST YAŞAMAYI ÖĞRENMİŞ İNSANLAR OLDUK.”
On yıl Hürriyet’te, üç yıl da Akşam’da yazılar yazdınız. İlkini 63 yaşında çıkarttığınız kitaplarınızın sonu da gelmeyecek gibi…gelmesin de zaten…müzik, siyaset ve gündelik yaşam…ilham vericiliği anlamında hangisinin tükenmesi korkutur sizi?
Ben yaşadığım hayattan şikayetçi değilim. Yanlışlarım da oldu ama son 10 yılda bu yanlışları azalttım. Artık bunu da yapmasaydım diye elimi alnıma vurduğum hiçbir şey yok. Üstelik yanlışlarıma da rağmen, yanlışlarım da içinde olmak üzere ben bütün hayatımı benimsiyorum. Bir daha yaşasam, nasıl yaşarım, tıpkı aynı şekilde yaşarım. Değişik yaşama hayalim de, bir daha yaşarsam onu yaparım şunu yapmam gibi melekçilik huyum da yok. Biz Narlıkapı’da böyle öğrenmedik hayatı. Ne halt ettiysek onlardan kaçıp, mükafatlar edinmeye uğraşmak gibi ucuz hesapçılık bize öğretilmedi. Biz kenar mahallemizde dürüst yaşamayı öğrenmiş insanlar olduk. Onun için ben bütün yanlışlarımı da benimsiyorum, bütün doğrularımla birlikte. Bir daha yaşasam, başka türlü bir hayat ben istemiyorum, tıpkı yaşadığım gibi bir hayat istiyorum. Ama bir daha yaşamaya var mıyım? Valla yokum. Yeter artık, bir keresi yetiyor bunun.
“HİPERBOLİK PARABOLOİT “SİSTEMLİ BİNAYI İLK VE TEK BEN YAPTIM”
İzmir’e ilk kez 15 yaşında 1936 yılında gittiniz. 24 Nisan 1949’da da evlendiniz. Bu kentin üzerinden ellerinizi çekmenizin nedeni, mimari olarak size yapılan yanlışlardan mıydı?
Yo, hayır, tesadüflerdir. İzmir’de benim yaptığım binalar da vardır. Örneğin ben çelikten bir pavyon binası yaptım. “Hiperbolik paraboloit “denen taşıma sistemi ile. Fevkalade ilginç bir sistemdir. Bunu planlayabilmek için iyi geometri bilmek şarttır. Geometriyi iyi bilirdim, oradaki o yapı, birkaç yıl yerinde durdu, sonra kaldırdılar. Nereye götürdüler, kurdular mı onu da bilmiyorum. Ama benzeri bir binayı, bir kere daha ben, Hürriyet’in Güneşli tesislerinde yaptım. O bina Hiperbolik paraboloit yapının yeni bir örneğidir. Ben Türkiye’de bu tarzda yapılmış; asma, çelik konstrüksiyonlu bina ben bilmiyorum. Yapılmışsa da ben cahilim. Ama hayranlık duyduğum bir sistem idi ki, onu bir kere daha yapabildim ve onu bir kere daha hayata geçirip, yaşar hale getirebildim. Ona seviniyorum.
“REKLAMLARLA TANINMAK ZORUMA GİTTİ”
Son günlerde sizi reklamlarda görüyoruz ama Yüksel Aytuğ diyor ki “Memleketin en hoşsohbet adamları Aydın Boysan ve Hakkı Devrim’i bayramlarda sadece reklamlarda izleyebiliyoruz.” Reklamlar, çağa dokunmanın en kısa yolu muydu yoksa bu sizi burkan bir şey miydi?
Ben ille de reklama çıkmak gibi bir işin peşinde koşmadım. Son 10 günde zaten bayram dolayısıyla 9 tane kadar televizyon konuşması yaptım, bunların hiç birisi reklam değildi. Hepsi yaşadığımız hayatı, bayramları anlatmak amacına dönüktü. Ortalığa çıkmak için de çırpınmıyorum ha. Sıkıldım da bu kadar işin üst üste gelmesinden. Bir de bana tuhaf gelen bir işte şu : Ben bu kadar yıl mimarlık yapmışım, 55 yıl sürekli olarak yaptım, bunca yıl mimarlık öğretiminde görev almışım, 10+3 yıl gazete yazıları yazmışım. Beni en çok tanıtan, televizyondaki reklamlar oldu. Bu ne tuhaf bir iş yani?
Televizyondan önce de mimarlığınızdan çok yazarlığınızla anıldınız, bu zorunuza gitti mi?
Zoruma gidiyor tabi.
“BEN GİDERİM, GELEN OLUR.”
90 yaşınızı kutlarken, “Bu yaşa kadar nefes alıp vermekten çok mutluyum. Sizinle şu anda aldığım nefes hepsinden çok değerli” demiştiniz.”Gitmeye acelenizin olmaması, kendiniz için değil de bu dünyaya lazım olduğunuz için mi?
Hayır hayır, bu dünyaya lüzumum konusunda herhangi bir düşünce geliştirmiş değilim, ben giderim, gelen olur. İstisnai bir şeyim de, yerimin doldurulması gibi bir düşünceye hiçbir zaman sahip olmadım. Gelenler gidenin yerini doldururlar. Ama bu güne kadar gitmediğim için mesela niçin memnun olurum? Dünyanın iki yanağındaki iki gamzesi bu kadar güzel hanım kızımızı bugün tanımış oldum.
“BUNAKLAŞMADAN ÖLEN BİR YIĞIN İNSAN VAR”
Bir sözünüz var: “Hayatın içine olabildiğince çok şey tıkıştıracaksın ki, hayat uzasın” Böyle yaşsız, ölümsüz yaşarken sizden bir şeyler eksilmiyor mu? yaşam enerjiniz tam ama eksilen bir şeyler yok mu? Sıkıştığı yerde ferahlamayı bekleyen duygularınız yok mu?
Beden güçleri zayıflar. Bu da tabiidir. Ben şimdi çıkıp futbol oynayamam ama kafa zayıflamıyor, kafa bunaklaşıyor belki ama ille de herkesin kafası bunaklaşmıyor. Bunaklaşmadan patdanadak ölüveren bir yığın insan var. Bu tabii son olarak sayılamaz. Yaşam, bıçakla kesilir gibi birden bire bitiveriyor. Öyle bıçakla kesildiği gibi bitmek yok da yavaş yavaş cennet yollarında gidip de zebanilere hesap vermek de palavra.
“SUÇUM OLMADAN BAŞIMA GELMİŞ BELALAR VAR. “
Hayatınızda kötü hadiseler de oluyordur. Sevimsiz olaylar…bunları bertaraf etmek için sanata mı sığınıyorsunuz? Sığındığınız şey ne oluyor?
Ruhsal olarak kendini tutmaya çalışmak. Benden 3 yaş küçük kardeşimi kaybettim . 23 yaşında öldü çocuk, veremden. Bu ağır bir hadiseydi, anamı, babamı kaybettim, bunlar kolay hadiseler değil. Daha sonraki yıllarda da iş hayatında para kazanmak için Hakkari’ye gittim, hükümet konağı şantiye şefliğini kabul ettim. 1,5 sene çalıştım. Döndüğümde 5 lira param vardı. Üstelik de 7 sene sonra yapılan bir dolandırıcılık dolayısıyla 30 bin lira benden söke söke para aldılar. Böyle, suçum olmadan başıma gelmiş belalar var. Yanlışım dolayısıyla geldi,suçum değil ama. Daha ileriki yıllarda buna benzer bir iki hadise daha oldu, suçum olmadan başıma belalar geldi ama bunlara katlanmasını bildim. Nasıl? Kendimi tutaraktan, çırpınıp çalışaraktan, yeniden kayıpları telafi etmeye çalışma hırsı içinde yırtındım da ondan. Ve 10 senedir de ben o tehlikeler içinde değilim.