Öteden beri savunduğum görüş şudur: İslâm dünyasında asırlar boyunca sanatta yaratmanın ve dünyayı güzelleştirme iradesinin temel ilkelerini veren bir estetik, bu estetiğin kendine has kurumları ve aktarım usulleri, dolayısıyla köklü bir geleneği vardı.
Zamanla kurumlar ortadan kaldırıldığı için gelenek kesintiye uğradı, geriye içleri boşaltılmış formlar kaldı.
Geleneğin içinden gelenler, tevarüs ettikleri değerleri yaşatmak ve yeni kuşaklara aktarmak için çalışıp didinmişlerdir. Ancak şartlar zamanla öyle bir noktaya gelmişti ki, geleneğin kendini üretmesi artık imkânsızdı. Son elli yıl içinde yaşanan siyasî, sosyolojik ve kültürel gelişmelerle talep canlandı; fakat arz artık eskisi gibi mümkün değildi. Arz edilen kubbe, kemer, tonoz vesaireydi. Hiç kimse, gelenek devam ediyor olsaydı ve mesela Sinan günümüzde yaşasaydı nasıl cami yapardı diye düşünmedi. Bu yüzden dört bir yanımız ilk bakışta geleneğin devamıymış gibi görünen, fakat aslında gelenekle bazı mimari elemanların müsrifçe kullanılmış olması dışında hiçbir münasebeti bulunmayan camilerle doldu. Hemen tamamı eskilerin tenasüb dedikleri proportiondan, yani nisbetler arasındaki uyumdan mahrum yapılardı.
Bu konularda düşünenler, yazıp çizenler geleneği kesildiği noktada yakalayıp özümseyerek yaratıcı hamlelerle içinde yaşadığımız çağın şartlarını ve eğilimlerini de yok saymayan eserler verilmesini, çok kullanılan tabirle geleneğin yeniden üretilmesini istiyorlar. Bu, meşru ve saygı duyulması gereken bir istektir. Ancak biliyorlar ki, iki yüz küsur yıl önce kesintiye uğrayan geleneği keşfetmeden, dayandığı dünya görüşüne nüfuz edip dilini çözmek için gayret göstermeden yapılacak denemeler -özellikle cami mimarisinde- büyük riskler taşır. Sonunda İslâm’ın ruhuna bütünüyle yabancı, frapan, oryantalist yapılar ortaya çıkabilir. Başkalarını bilmem, ama ben çok başarılı olduğunu söyleyebileceğim modern bir cami görmedim. Daha doğrusu gördüklerim arasında beni etkileyen, “İşte bu!” dedirten olmadı.
Bu meseleler, Yüksek Mimar Muharrem Hilmi Şenalp’ın Ataşehir’de yaptığı, kısa bir süre önce Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından törenle açılan Mimar Sinan Camii vesilesiyle yeniden tartışılmaya başlandı. Ben bu tartışmaları, bilgiyle ve iyi niyetle yapıldığı takdirde çok faydalı ve lüzumlu görenlerdenim. Fakat İstanbul’da her gün yüzlerce çirkinlik abidesi yükseltilirken seslerini çıkarmayanların Ataşehir’deki şeddadî dikitler arasında bir nilüfer gibi açan, proportion ve işçilik bakımından kusursuz, bütün unsurları birbirine cevap veren, her detay üzerinde inceden inceye düşünülmüş ve çalışılmış bir camiye, ilk bakışta Selimiye’yi andırdığı için insafsızca hücum etmelerine mânâ veremiyorum.
Evet, Ataşehir’deki camiyi önceki gün köşe bucak gezdim ve mimarına, “Azizim, senin bu eserin için Selimiye’nin bire bir taklidi diyorlar, doğru mu?” diye sordum. “Keşke, Mimar Sinan’ı taklit edebilecek seviyeye ulaşabilsem!” dedi ve amacının geleneği kesildiği noktada yakalayıp eğer bu kırılma yaşanmasaydı mimarimiz nasıl devam ederdi sorusuna doğru cevap bulmak olduğunu, özetlemek gerekirse, gelenekle teknolojiyi bütünleştiren, modern inşaat teknolojisiyle Osmanlı üslûbunu mezceden bir mimarinin peşine düştüğünü söyledi. “Sinan betonarme mi kullandı?” eleştirisine de, “Betonarme tekniği vardı da, Sinan mı kullanmadı?” diye cevap veren Hilmi Bey, aynı yapıyı taş kullanarak da yapabileceğini, ancak bunun maliyeti ikiye, hatta üçe katlayabileceğini sözlerine ekledi. Peki, Mimar Sinan Camii’nde farklı olan ne idi?
Hilmi Bey, eğer Sinan’ın ömrü vefa etseydi mutlaka deneyeceği altıgen planın ilk defa bu ölçekte bu camide çözümlendiğini, iç mekânda tezyinatı mümkün olduğu kadar sadeleştirilerek hat ve mimarinin ön plana çıkarıldığını, plan kurgusundan cephe nisbetlerine, hatların kalem kalınlığından doğramaların pahına kadar arşın ölçüsünün uygulandığını, mukarnasların ilk defa hem ana kubbede, hem yarım kubbelerde bu ölçekte birlikte kullanıldığını ve çok etkili bir mimari unsur olarak vurgulandığını, yine ilk defa bu camide halısından aydınlatma araçlarına, minberinden çinilerine kadar üslûp, zevk ve mimari dil birlikteliğinin sağlandığını söyledi.
“Peki,” diye sordum Hilmi Bey’e, “eserinizi eleştirenlere bunları anlatmıyor musunuz?” Güldü, “Anlatıyorum, ama,” dedi, “ya anlamıyor yahut niyetleri itibarsızlaştırmak olduğu için anlamak işlerine gelmiyor. Bu cami, hiç şüphesiz klasik Osmanlı mimarisi üslubunda tasarlanmış bir yapıdır. Bu çabanın adı taklit, yani replika değil, stilistik rekompozisyondur. Şöyle de diyebilirim: Bu cami, heyet-i umumiyesinden en ince detaylarına kadar Osmanlı klasik dönem mimarisine bire bir uymakla beraber, hemen her detayı orijinal, bu binaya mahsus olmak üzere tasarlanmış ve hiçbir eski caminin taklidi olmayan orijinal bir yapıdır.”
Az kalsın unutuyordum: Muharrem Hilmi Şenalp’tan, belirlenmiş bir arazi üzerine böyle bir cami yapması istenmiş. Bir caminin mimarisine o camiyi kullanacak olanların karar vermesinden daha tabii ne olabilir. Şunu anladım ki, cami mimarisi, cemaatinin zevk ve alışkanlıklarıyla fazla didişmemeli… Mimar Sinan Camii’ni heyecan ve hayranlıkla gezenlerin gözlerindeki ışıltılar bu gerçeğe işaret ediyordu.