Mimar Uğur Tanyeli: Türkiye Vahşi Bir Girişimle Karşı Karşıya, Çin’le Aynı Zemindeyiz

Bianet muhabiri Orbay Soydan'ın Uğur Tanyeli ile söyleşisi.

Mimarlık tarihçisi Uğur Tanyeli, TOKİ’yi ‘antidemokratik dayatmalar yapan bir örgüt’ olarak niteleyerek, “Türkiye en vahşi mimari kentsel girişimlerden birini yaşıyor, bu alanda Çin’le ortak zeminde ilerliyoruz” dedi.

Tanyeli’ye göre, Sulukule ve Tarlabaşı gibi kentsel dönüşüm projeleri ‘yoksulun cebinden aldığınız parayı daha varlıklının cebine aktarma meselesi.’

Bilgi Üniversitesi Mimarlık Fakültesi öğretim üyesi Prof.Dr. Uğur Tanyeli’yle siyasal dönüşüm yaşayan toplumlarda mimarlık ve iktidar ilişkisini konuştuk.

“AKP iktidarının ideolojik temellerini var eden etmenlerden biri de mimarlık”

Mimarlık ideolojiyi oluşturan bileşenlerden biri midir?

Her ideoloji bir dizi pratik aracılığıyla imal edilir; eğitimle imal edilir, tiyatroyla yapılır, sinemayla yapılır, hiç kuşkusuz mimarlıkla da yapılır. Mimarlık da ideolojiyi kuran bileşenlerden biri olarak çalışabilir. Yani, ideolojilerin kültürel pratikleri tanımladığından çok, kültürel pratiklerin ideoloji üreteçleri olduğundan söz etmek daha anlamlı olur.

Erken Cumhuriyet döneminde, erken Türk milliyetçiliğinde bunu görürsünüz. İdeolojik hiçbir angajmanı yokmuş gibi gözüken 1950-60 arasındaki Demokrat Parti döneminde bile mimarlık ideolojiyi var edici güçlerden biri olmuştur. Hiç tereddütsüz söyleyebilirim, AKP iktidarının ideolojik temellerini var eden etmenlerden biri de mimarlıktır. Bunun için özel bir çaba bile gösterildiğini söyleyebilirim.

Siyasal dönüşüm yaşayan toplumlarda iktidar mimariye daha çok mu önem verir?

Zaman zaman bunun amaçlandığı durumlarla karşı karşıya kalabiliyoruz. Bir kere her tür antidemokratik eğilimli iktidarın mimarlıkla ilişkisini, deyim yerindeyse, ideoloji yapıcı pratik olarak özellikle vurguladığını söyleyebilirim.

Söz gelimi, bunun en sık uygulandığı yerlerden Hitler Almanya’sındaki durum böyleydi. Orada yönetimin doğrudan ideolojik bir angajmanla ortaya çıktığını, mimarlığı kendi tanımlamaya çalıştığı biçimde bir ideolojik kurucu olarak tahayyül ettiğini, onu empoze etmeye çalıştığını, bunun için özel destekler verdiğini, hatta çoğu durumda yasaklamalar yaptığını biliyoruz. Hatta, 1930’lu yılların Almanya’sında belediyeler yeni yapı tasarımlarının Nazi beklentilerine uyup uymadığını ideolojik olarak denetler, onay kararı verir veya vermezlerdi, mal sahibi ve tasarımcıya istedikleri tasarımda inşaat yaptırmazdı.

Ancak, aslında sandığımızın aksine, ‘İdeolojimize uygun binalar yapalım’ denmesi tek başına antidemokratik bir sorun değil. Kuşkusuz bu da var ama, burada asıl sorun ‘Ben herkesin her yaptığını ister sanatsal, ister mimari, ister dinsel, ister toplumsal olsun, hepsini denetleyebilirim’ biçiminde ortaya konan iktidar anlayışıdır. Antidemokratik olan, iktidarların böyle bir hakkı olduğuna inanmaktır.

“TOKİ antidemokratik dayatmalar yapıyor”

Peki, TOKİ’nin mimarlık konularını bu kadar çok denetim altına almasına ne diyorsunuz?

Bir kere devletin doğrudan doğruya bütün Türkiye’deki konut sektörüne ayar verecek bir örgüt kurmasını doğru bulmuyorum. Demokratik olmayı geçtim, bu yaklaşım kapitalist sistemin işlerliği bağlamında da problemli bir şey. Örneğin, kamu otoritesi kendi yurttaşlarıyla ekonomik rekabete girmemelidir. Onun ötesinde, TOKİ’nin ideolojik dayatma diyebileceğimiz bir tavırla çalıştığını da görüyoruz.

‘Biz her kentte kendi kimliğimize, tarihsel geçmişimize uygun binalar yapacağız’ demeye başladığınız zaman bu ideolojik dayatma olur. Bir kere hepimizin başka başka kimlik tahayyülü var. Hepimizin üzerinde uzlaşabileceği bir İstanbul veya Mardin veya İzmir tahayyülü mü var ki o tahayyüle uygun konutlar yapalım.

Demokrasi herkesin kendi kimliğine ve tarihsel varoluşuna karar verme özgürlüğü olduğuna göre kendi kimliğimize kendimiz karar veremeyeceksek, bizim yerimize bir otorite karar verecekse ve bunu da mimarlık ve konut aracıyla yapacaksa, bu antidemokratiktir. TOKİ bu tür antidemokratik dayatmalar yapan bir örgüt.

“Özgürlüğümüz kısıtlanıyor”

Demokratik toplumlar ve baskıcı ülkelerdeki mimari anlayış arasında bir farklılık var mı?

Demokratik olmayan veya demokrasiyle ilişkisi epey sorunlu olan yönetimler, mimarlığı ideoloji kurucu olarak tahayyül etmenin çeşitli avantajlarını kullanır. Bu çoğu zaman toplumu güdüleme talebi yüksek olan her iktidarın kolay başvurabildiği bir pratik gibi gözükür.

Söz gelimi Stalin dönemi Rusya’sında iktidarın başarısını kanıtlaması için saray gibi metro istasyonları yapmak tabii ki avantajlıdır. Çünkü o istasyonlardan her gün milyonlarca insan geçecek ve milyonlarca insan hiç tereddütsüz ‘Ne kadar başarılı bir yönetimin egemenliğinde yaşıyoruz’ diyecektir. Bu, New York metrosunda deme imkanı bulamayacağınız bir şeydir. New York metrosunun her tarafı neredeyse ‘Kapitalist sistemin olağan bir kentsel donatısından başka bir şey değilim’ diye bağırır. O da ideolojik mesaj veriyor mu diyorsanız, evet, bütün sarsaklığı ve dökülmüşlüğüne karşın çok efektif hizmet sunumuyla o da bir mesaj tabii ki veriyor. Ama bunun özellikle amaçlanmış bir mesaj olmadığına işaret etmek isterim.

Her türlü antidemokratik iktidar önce sizin konuşma ve düşünme özgürlüğünüzü elinizden alır. Konuşma ve düşünce özgürlüğü dediğimiz zaman, biz gündelik yaşamda bunu yalnızca yazı yazma, yayınlama ve gösteri yapma özgürlüğünün ortadan kalması zannediyoruz. Bunlar da kuşkusuz var. Ama bir binanın ona baktığınız zaman ne söylediğine sizin değil o binayı yaptıranın ve tasarlayanın karar vermesi hali de aynı derecede antidemokratiktir.

Eğer bir binaya baktığınızda onun size ‘Ne kadar başarılı bir siyasal rejimde yaşıyorum’ demesi bekleniyorsa, bu antidemokratik bir dayatmadır. Veya hepimizden ‘Benim tarihi kimliğim tam da bu yapıda görülenle temsil ediliyor’ diye ortak fikir üretmemiz bekleniyorsa, özgürlüğümüz kısıtlanıyor anlamına gelir. Biz her mimarlık ürününe baktığımızda özgürce fikir üretebilmeliyiz. Bizim konuşma özgürlüğümüzü yapıları konuşturarak engellemek isteyen bir iktidar demokratik açıdan problemli bir iktidardır.

Bu yüzden antidemokratik yönelimlerin açığa çıktığı durumlarda mimarlığın bu şekilde ‘konuşturulmaya’ çalışıldığı görülür. Bizim bireysel olarak mimarlığın bize ne ifade ettiğine karar verme hakkımız kısıtlanmaya çalışılır.

Sizce büyük kamu binaları otoriter bir rejime mi işaret ediyor?

Böyle bir zorunlu bağıntı yok. Ama, diyelim ki, adliye binanızı dev, ezici bir kitle olarak yapıyorsanız hiç kuskusuz bu bir şey söylüyordur. Ancak adliye binanız diyelim ki yalın, küçük parçalardan oluşan, evinizin sıcaklığını çağrıştıran bir yapıysa, böyle bir mimarinin size öncekiyle aynı derecede otoriter bir imaj vermesi ihtimali herhalde daha düşük olur.

Örneğin, İstanbul Çağlayan Adliyesi’nin sadece büyüklüyle, katı simetrisiyle bile bize bir şeyler söylemek için tasarlandığını düşünmek zorundayız.

Her yapı sayısız biçimde yapılabilir. Sonsuz sayıdaki seçenekler içinden bir tanesini seçip ona karar verme imkanımız bir özgürlüktür. O karar verdiğimiz şeyi herkesin kendince farklı biçimlerde okuma, anlamlandırma şansına sahip olması da bir diğer özgürlüktür. Ne var ki, örneğin, anıtsal bir adliye mimarisi yargıya ilişkin bağlayıcı bir söz söylüyordur, anıtsal olmayan bir adliyemiz varsa başka sözler söyleme şansımız doğar.

Söz gelimi, 19. yüzyıl ABD’sinde olduğu gibi Antik Yunan dünyasına referans veren bir adliye binanız varsa, bunun Antik Yunan demokrasisine verilmiş bir referans olduğunu da düşünebiliriz Zaten onun için öyle yapılmıştır.

Öte yandan Türkiye’deki kamu binaları son yıllarda çok konuşkan olmaya başladı. Bu kendi başına ciddi bir endişe kaynağı olmalı. Bu sadece mimari bir sorun olmanın ötesinde üzerinde epeyce düşünülmesi gereken bir siyasal katılaşmaya işaret ediyor.

Peki, nasıl mimari yapılar demokratik toplumun sembolüdür?

Bunu bir demokrasi sembolü oluşturma meselesi gibi bence düşünmeyelim. Sadece ideolojik iddia ileri sürmekten kaçınma adabı olarak nitelemek daha doğru olur. Demokratik ülkelerde mimarlık siyasetten, tarihten, kimlikten, dinden, imandan konuşmaz. İktidarların da böyle beklentileri olmaz. En fazla uzak metaforik imaları olabilir tasarımların.

Mesela eski Batı Almanya parlamento binası camdan bir kutuydu. Belli ki yapanlar onu şeffaflığa ve halkın gözü önünde olma haline demokratik bir gönderme olarak düşünmüşler. Aynı şekilde Foster’in yenilediği bugünkü Alman Reichstag’ında da dışarda gezenlerin salonu doğrudan görebildiği bir cam kubbe bulunduğunu biliyoruz. Yapan mimarın zaten bu doğrultuda özel bir angajmanla buna karar verdiğini biliyoruz. Bu Alman parlamentosunun şeffaflığına bir göndermedir.

Amerikan Capitol binasından söz ediyorsak bir başka tahayyülün varlığını görürüz: Demokrasinin nerede başladığına, en azından antik köken hikayesine, Yunan’a gönderme yapıldığını görürüz. Capitol ve Senato adlarıyla bile o yapı Antik Roma’ya ve siyasal kararları uzlaşmayla verme geleneğine göndermede bulunuyor. O kadar.

Kaldı ki, demokrasi odur ki, bunların hepsine de ‘Saçmalamışsınız’ deyip gülüp geçmek mümkündür. Hitler’in Berlin’deki şansölyelik binasının önünde bunu söylemek için yürek isterdi.

‘Modern yapılar kimliğimizi yansıtmıyor’ argümanı hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bu tür kimlik tartışmaları, kimliğimizi geri kalan bütün kültür pratiklerini denetleyen bir üst organ gibi düşünmek demek. Bu da epey problemli bir tavra işaret ediyor. Çünkü nasıl yaşayacağımıza kimliğimiz karar vermez, tam aksine, biz yaşama ve düşünme biçimlerimiz aracılığıyla kimliğimiz dediğimiz şeyi var ederiz. Böyle buyurgan bir kimlik mitolojisinin müttefiki tarihi kutsallaştırma düşüdür. O zaman da oradan demokratik bir imkan ortaya çıkmaz.

Doğru olan tarihin olağanlaştırılmasıdır. Tarih geçmişimizin hikayesinden başka bir şey değildir ki.
Daha da önemlisi kimliğimiz zaten tekil değil, hangi kimliğimiz diye sorarlar insana. Ulusal mı? Dinsel olarak mı kimliğimizi yansıtmıyor? Etnik olarak mı yansıtmıyor? Cinsel olarak mı yansıtmıyor? Mesleki kimliğimiz mi? Hangi kimliğimizi yansıtacak?

“Psikopatolojik bir durum”

Osmanlı önemli dinsel yapılarını hep tepelere inşa etmiş. Çamlıca Camisi’ni yapanlar, Çamlıca tepesini aynı sebeple seçmiş olabilirler mi?

Gerçekten İstanbul için söylediğimiz zaman tepelere sultan camileri yapmak uzun süre boyunca varlığını sürdürmüş bir alışkanlık gibi gözükür. Anladığım kadarıyla, Çamlıca Camisi’ni yapanlar o alışkanlığı idealize ediyor. Ancak, Osmanlı böyle yapardı demek suretiyle gerçekleşen bir yer seçimiyse bu, eğer böyle bir şey söz konusuysa, bu da az önce sözünü ettiğim tarihin kutsallaştırılmasına bir örnektir. Başka bir deyişle, yer seçiminde Osmanlı’ya yapılan gönderme, camiyi yaptıran iktidarı kutsallaştırmanın bir aracıdır. Maalesef bunun Türkiye’de uzun süredir var olduğunu biliyorum. Ama son yıllarda yeni bir ivme kazandığını tereddütsüz söyleyebilirim. Bu ise çok problemli bir yolda ilerliyoruz demektedir.

Bu yüzden Osmanlı eserleri kopya ediliyor diyebilir miyiz?

Bunu yapanlar kopya ettiklerini değil, onun devamı olduklarını iddia ediyorlar. 16 ve 17’inci yüzyılda Mimar Sinan’ın da içinde bulunduğu bir geleneğe eklemlenerek çalışan bir Osmanlı mimarına söyleyecek hiçbir sözüm yok. O geçmişle süreklilik ilişkisi içinde olağan bir iş yapıyordu. Ama o gelenek çoktan ortadan kalktı gitti. Bırakalım bugünü, 18’inci yüzyılda bile o gelenek yoktu. Hiçbir 18’inci yüzyıl yazarının Mimar Sinan övgüleri düzdüğünü ben okumadım. Bilmediğim birisi varsa çok şaşıracağım. O dönemde zaten böyle bir tarihi kutsallaştırma pratiği yoktu. Ama günümüzde tarihi kutsallaştırarak Sinan’ı da kutsal bir varlık haline getirdiğimizi tereddütsüz söyleyebilirim. Dolayısıyla da bir Ataşehir Mimar Sinan Camisi yapabilir hale geliyoruz. Bu kopya mı diyorsanız? Hayır, burada kopya en masum benzetme olur.

Kopya etmek sizden önceki bir yapıta bakarak onu taklit etmenin bilincinde olmak demektir. Sağlıklı birisi Mona Lisa kopyası çizerken ‘Ben Leonardo’yum’ diye konuşmaya başlamaz. Ama Türkiye’de olduğu gibi, metaforik anlamda da olsa, ‘Ben Sinan’ın torunuyum’ diyerek konuştuğumuz zaman problemli bir iş yapıyoruz demektir. Siz 21’inci yüzyıl Türkiye’sinde yaşayan bir mimar olarak taklit etmiyor, ama onun başlattığı çizgide onun ardılı olduğunuzu düşünerek çalışıyorsanız, hiç tereddütsüz bu psikopatolojik bir durumdur.

Diyelim ki, Atlanta’da Parthenon’nun neredeyse birebir kopyasını yapan biri (böyle bir yapı var) çok iyi bilir ki Yunan soyundan gelmiyor ve adı Praksiteles değil. Yunan tarihine o yapı sayesinde eklemlenmeyecek. Yaptığı şey bir kopya, bir replika. Ama Türkiye’deki gibi birileri böyle bir eklemlenmenin mümkün olduğuna inanmak istiyorsa, Osmanlı’nın ta kendisi olduğuna inanmak istiyorsa, yaptığının Osmanlı’nın devamı olduğuna inanmak istiyorsa, bu hem tarihi kutsallaştırmaktır, hem de sosyo-psişik anlamda patolojik bir durumdur.

IŞİD işgal ettiği yerlerde Şiilere ait camileri yıktı, ABD Irak savaşında birçok ibadethaneyi vurdu, keza Osmanlı aldığı topraklardaki birçok kiliseyi camiye çevirmiş, aynı şekilde eken cumhuriyet döneminde bazı tarihsel yapılar yıkılmış, İstanbul Üniversitesi’nin giriş kapısındaki Osmanlı tuğrası silinmiş. Benzer şekilde bugün de birçok tarihi yapı özellikle mübadeleye uğrayanların yerleri yok olmaya bırakılmış durumda. Tüm bunlar geçmiş anıları, tarihi unutturma ve yeni kimlik inşa etme çabası olarak yorumlanabilir mi?

Mimarlık öncelikle toplumsal bir gerçeklik. Söz gelimi, Protestanların 16’ıncı yüzyılda kiliselere girip içerideki vitrayları kırması tabii ki önceki rejime karşı tavırlarını da ortaya koyar. Bir unutturma ve yeni kimlik tanımlama talebine işaret eder. Örneğin, İngiltere’de manastırlar kapatıldığı zaman, 8’inci Henry manastırların arazilerini çeşitli kişilere armağan etmişti. Onlar da tarımsal araziyi işlettiler, eski yapıları ya taş olacağı olarak kullandılar ya da bir parçasını köşk olarak değerlendirdiler ve manastırları ortadan kaldırdılar. Protestanlığın en sıkı savunucuları sonradan bu kişiler arasından çıktı.

Her toplumsal dönemeçte mimarlıkla ilgili böyle altüst oluşlara, tahribatlara rastlarız. Fransız devrimini yapanların ilk yaptıkları Notre Dame Katedrali’ne girip orayı akıl tapınağı olarak düzenlemek oluyor. Türkiye’deki Erken Cumhuriyet’te yaşananlar da çok küçük ölçekte olmakla birlikte, bunlara eklemlenen benzer bir duruma işaret ediyor.

Her dönemeçte mimarlığın da kaçınılmaz olarak işin içine karıştığı bir tahribat yaşıyoruz. Ama bugünün dünyasında böyle bir imkanı artık tartışmak zorundayız. 17’nci veya 18’inci yüzyılda olağan sayılan bugün herkes tarafından lanetleniyor. O nedenle, ‘Eskiden de bu hep yapıldı, IŞİD de yapıyor’ diyebilmek mümkün değil.

Bizim şu an karşılaştığımız durumun çok özel bir durum olduğunu görmemiz lazım. ‘Her yerde oldu’ dendiği zaman, sanki bir tür mazeret ortaya konuyor. Türkiye’de şimdilerdeki gibi ‘Tarihimizdeki yanlış aralığı revize ediyorum, eski yanlışları düzeltiyorum’ biçiminde bir ideolojik angajman da böyle kabul edilemez bir tahribat önerisi. Burada geçmişin bir dönemini yok saymak, kanıtlarını da yok etmek için yürütülen özel bir çaba var.

“Balat, Tarlabaşı ağız sulandırıyor”

Bu durumda Beyoğlu, Balat ve başka birçok yerde gerçekleşen kentsel dönüşüm bize ne söylüyor?

Dönüşüm meselesi karmaşık bir konu. Dönüşüm kentin içinde aynı zamanda dönüşüme tabi olan yerde eskiden yaşayanlara bir tür rüşvet verme, sanki daha iyi koşullar sağlıyormuş gibi yapma, ama müteahhite ve yatırımcıya da kazandırma mekanizması.

İstanbul gibi aslında arsa arzının kentin konumu nedeniyle küçük olduğu bir yerde Balat ağız sulandırıyor. Örneğin, Beyoğlu’nun yanıbaşındaki Tarlabaşı ağız sulandırıyor, çünkü yoksullar yaşıyor. Burayı görenler diyor ki, ‘Burada çok değerli olabilecek bir yer var ve buradaki arsalar para bile etmiyor.’ Burada kimler yaşıyor? Kentin en yoksul kesimlerini temsil eden gruplar. Sulukule’de olduğu gibi ‘Bunlar Roman, zaten toplumun içinde anlamlı bir yerleri yok’ biçiminde düşünülüyor.

Ama aslına bakarsanız burada yapılan yoksulun cebinden aldığınız parayı daha varlıklının cebine aktarma meselesi. Bunun gayriahlaki boyutu, tarihsel boyutundan daha önemli bence. Birinin cebinden aldığınız parayı başkasının cebine aktarıyorsunuz ve ona söz hakkı bile tanımıyorsunuz. Nişantaşı’nda bir arsanız varsa biri gelip ‘Burayı dönüştürüp zorla inşaat yapacağım’ diye dayatabiliyor mu? Hayır! Nişantaşı’ndaki mülkünüzü ister satar ister satmazsınız. Ama Sulukule’de, Tarlabaşı’nda yaşayan insana, ‘İster kabul et ister etme, alacağım ve dönüştüreceğim’ diyorsunuz. ‘Ben alacağım’ diye konuşmaya başladığınız zaman orada demokratik bir sistemden söz edilemez.

Bu bir anlamda dönüşüme maruz bırakılan gruplara terör uygulamaktır, açık biçimde şiddettir. Siz yoksula diyorsunuz ki, ‘Ben sana daha iyi bir yer vereceğim.’ Belki daha büyük bir daire veriyorsunuz, ama onun seçimi olmayan bir yerde veriyorsunuz. Sulukule’den sürülenlere olduğu gibi şehrin 35 km ötesinden daire veriyorsunuz. Bakınız, yoksulluğun temel dinamiklerinden biri de ulaştırma olanaklarını kullanma şansınızın düşmesidir. Siz 35 km öteye bu insanı atıyorsanız, bu insan orada barınamaz demektir. O bölgeden uzaklaşıp gidecektir.

Bütün bunları yapma hakkınız olduğunu düşünüyorsanız, epey problemli bir duruma işaret eder bu. Maalesef Türkiye en vahşi mimari kentsel girişimlerden birini yaşıyor. Bu alanda Çin ile ortak zeminde ilerliyoruz. Çin’de de durum çok farklı değil, orada da herkesi zorunlu olarak eski kentsel alanlardan çıkarıyorlar, ‘Burayı dönüştüreceğiz’ diyorlar ve kimseye söz hakkı vermiyorlar, Şanghay’ın Pudong bölgesindeki, Chongking kentindeki gökdelenler böyle yapıldı. Çin gibi açıkça antidemokratik bir ülkeyle aynı yaklaşımları, yöntemleri uyguluyorsak, bununla herhalde övünemeyiz.

Etiketler

Bir yanıt yazın