Şengül Öymen Gür'ün yayına hazırladığı "Mimari Tasarım Eğitimine Çağdaş Önermeler", YEM Yayın'dan çıktı.
Özellikle tasarım eğitimi verenler ve alanlar için yeni bakış açıları sunmak amacı da taşıyan Mimari Tasarım Eğitimine Çağdaş Önermeler, çoğunlukla “mimarlık eğitiminin kalbi olan mimari tasarımı öğretmek” üzerine kaleme alınmış makalelerden oluşmaktadır.
Kitapta, Şengül Öymen Gür, Michael U. Hensel, Berin F. Gür, V. Şafak Uysal, Nilgün Kuloğlu, Neslihan Dostoğlu, Gonca Arık Çalışkan, A. Nilay Evcil, Ürün Biçer Özkun, Gamze Kaymak-Heinz, Pınar Öktem Erkartal ve Serap Durmuş tarafından kaleme alınan metinler, mimarlık eğitimine, mimari projeye bakış açılarının kapsayıcılıkları ve eğitime model olma potansiyelleri bakımından sıralanıyor. Tasarım yaklaşımları hakkında önemli bilgiler veren metinlerin yanı sıra kentsel planlama, iç mimari tasarımı ve restorasyon disiplinlerinden de birer örnek çalışma sunuluyor. Son olarak ise 21. yüzyılda, mimarlık eğitiminin çeşitli nedenlerle vazgeçilmezi haline gelmiş olan mimari çalıştayların varoluş nedenleri irdeleniyor.
Kitabın editörlüğünü yapan ve kendisi de hazırladığı bir çalışmayla katkı sunan Prof.Dr. Şengül Öymen Gür, kitaba ilişkin özetle şunları söylüyor:
“Şu anda elinizde tuttuğunuz mütevazı yapıt aslında bir tarih kitabıdır. 21. yüzyıl başında ülkemizde verilen mimari tasarım eğitiminin, geniş bir yelpazeden seçilmiş bir yazarlar grubu tarafından ortaya konan bir durum saptamasıdır. Bu kitabın yazarlarının en iyi, en doğru, en öğretici olmak gibi bir iddiaları yoktur. Buradaki grubu bir araya toplamamın nedeni iyi yazarlar olmalarıdır. Yani kolay okunan, anlaşılır olan…”
Vakanüvisler vardır; Osmanlı İmparatorluğu’nda Halepli Mustafa Naima’dan Ahmet Cevdet Paşa’ya kadar Divan-ı Hümayun’a göbekten bağlı, Osmanlı İmparatorluğu’nun onayıyla tarihi yazarlar. Zaten hiçbir ulusun güçten ‘olur’ almamış resmi tarihi yoktur. Gezginlerin notları, önemli kişilerin anı defterleri, karşılıklı yazışmaları ile ve her yeni keşfedilen güvenilir (!) belgelerle bu tarih “Ampirik tarihçiler” tarafından bilimsel içgüdüyle sürekli düzeltilir. Sanki tarihin bilimi olabilirmiş gibi… ‘İdealistler’ vatan-millet destanlarıyla, kahramanlara övgülerle süslerler aktarımlarını… Sonunda ‘yapıbozumcu’ tarihçiler sıradan insanın öyküleriyle, çöplerden topladıkları çöp olmayan bilgilerle ve resmi olmayan duruşlarıyla yeniden okurlar ve yazarlar tarihi. En güvenilir tarih ise mimarlık tarihidir; o taşa yazılmıştır çünkü…
Şu anda elinizde tuttuğunuz mütevazı yapıt, aslında bir tarih kitabıdır. Yapıtı, bina yerine insan olan, eğitsel ve pedagojik bir mimari durum saptamasıdır. Niçin söylüyorum bunu? Söylüyorum çünkü bu kitabın yazarlarının en iyi, en doğru, en öğretici olmak gibi bir iddiaları yoktur. Belki vardır böyle isimler ama ben tanımıyorum. Buradaki grubu bir araya toplamamın nedeni iyi yazarlar olmalarıdır. Yani kolay okunan, anlaşılır olan…
Bir şeyi görebilsek onu anlarız; örneğin, evreni görebilseydik onu anlardık. Bundan 200 yıl sonra kimse 21. yüzyılda ülkemizde verilen mimarlık eğitimini göremeyecek ve dolayısıyla anlayamayacaktı! İşte bu yapıt gelecekte bugünü anlamayı kolaylaştırmak için planlandı.
Sanırım ben gerçeği biliyorum ama “Gerçek şudur” diyemem. Onu iletmek için üstün bir yetki verilmedi bana. Bu nedenle bir dönemi tek başıma yazamazdım, bir vakanüvis gibi yazarcasına… Üstelik üzerimde bana olur veren bir padişah da yokken… Kısacası bu çalışma, kesinlikle bir grup çalışması olmalıydı; öyle de oldu. Ve bu kitap, tekrar ediyorum, bir tarih kitabıdır aslında.
Buradaki yazıların çoğu mimarlık eğitiminin kalbi olan mimari tasarımı öğretmek üzerinedir. Yazıları, mimarlık eğitimine ve mimari projeye bakış açılarının kapsayıcılığı üzerinden ve eğitime model olma potansiyelleri açısından sıraladım. Sonra önemli gördüğüm diğer proje konuları hakkında bilgi verenleri, kentsel planlama, iç mimari tasarımı ve restorasyon disiplinlerinden birer örnek çalışmayla destekledim. Ve son olarak, 21. yüzyılda mimarlık eğitiminin çeşitli nedenlerle vazgeçilmezi olmuş mimari çalıştayların varoluş nedeninin incelenmesini ve geleceğe aktarılmasını istedim.
“Bir Eleştiri Olarak Mimari Tasarım Stüdyosu” başlıklı yazımda, kentlerin yayılarak büyümesinin sonucunda kentsel hizmetlerin de yayılmasına, küreselleşen ticaretin yeni merkezler ve ifade biçimleri aramasına, kitle iletişim araçlarının kamusal mekân deneyimimizi değiştirmesine, reklam ortamının kentsel mekânın niteliğinin geleneksel araçlarla denetlemesinin olanaksız hale gelmesine karşılık, mimari tasarım eğitiminde eleştirilerin biçimsel (algısal) bir ağırlık kazanmış olmasını yeriyorum. Bunların küresel politikalar, anti-modern özgürleşme anlayışları ve daha kapsamlı sistemlerden, örneğin felsefeden, ortaya çıkan kavramları mimariye uyumlandırılma çabaları şeklinde özetliyorum.
Çok sayıda öğrenciyle yürüttüğüm mimari tasarım stüdyolarında akılcı ve bilimsel yollara başvurarak, işlev ve biçim ilişkisinin kritik önemini vurgulayarak, tasarımın her aşamasına uygun bir teknik seçip uygulayarak yürüttüğüm proje konularının toplumsal kavramlar içerikli olmasına nasıl özen gösterdiğimi ve nedenini eleştirel bir direniş kapsamında açıklıyorum.
Dr. Michael U. Hensel, “Farewell Architecture – Rest in Pieces? (Güle Güle Mimarlık – Huzur İçinde Uyu?)” başlıklı yazısında mimarlık mesleğinin marjinalleştiğinin, mesleki eğitimin kalabalık kitlelere yönelmeye başladığının ve mimarlık mesleğinin de bir tür metaya dönüştüğünün uzmanlarca ifade edildiğini belirtiyor. Niteliğe ve eğitimin içeriğine bakılmaksızın verilen kitle eğitiminin mimarlığın içkin amaçlarına engel teşkil ettiğini, bu koşullarda öğrenciye uygulamaya yönelik beceri kazandırmanın güçleştiğini, dolayısıyla uygulamaya yön göstermenin olanaksız hale geldiğini vurguluyor. Bu sorunun aşılması için iklimsel açıdan çok zorlayıcı ve sosyo-ekonomik açıdan dezavantajlı bölgelerde yaptırdığı uygulamalı tasarımları bu duruma bir telafi, bir çözüm önerisi olarak sunuyor. Hensel’in hayranlık uyandıran çalışmalarının ülkemizde yerden biter gibi türeyen ve fabrikasyon eğitim veren bizim üniversitelerimizde uygulanmasının olanaksızlığı karşısında hüzün duymamak olanaksız.
Dr. Berin F. Gür, “Praksis: Eylem Olarak Tasarım ve Eğitimi” başlıklı metninde mimari tasarımın ‘praksis’ (praxis) olduğu savından hareketle, tasarım eylemleri aracılığıyla düşünen, düşüncelerini gerçeğe dönüştüren, bilgiyi kavrayan ve üreten yaratıcı aklın gelişimine yönelik pedagojik bir ortamın nasıl kurgulanabileceğini sorgulayan çalışmasını mimarlığın en önemli paradoksunun eksenine oturtuyor. “Mimarlığın uygulaması, mimarlığın hem olasılıklara ve beklenmeyen durumlara açık olmasının getirdiği belirsizliğin hem de herkes tarafından kabul edilen konvansiyonların, yazılı-yazılı olmayan standartlar ve ilkelerin getirdiği statiklik ve değişmezliğin bir arada yer aldığı, birbirine karşıt koşullarla biçimlenmiş bir zeminde olmaktadır” diyerek, çok önemli bir noktaya parmak basıyor. Tasarım eğitiminin de kaçınılmaz olarak aynı durumu içerdiğini belirterek bir yandan mimarlığın kabul görmüş temel elemanlarını ve ilkelerini önemseyen, diğer yandan eleştirel bir yaklaşımla bunları sorgulayan bir uygulama sunarak mimarlık eğitiminin bir diğer sıkıntısının altını çizmiş oluyor.
Mimarlık eğitimine öğrenci açısından bakarak öğrenme olgusunu irdeleyen iki yazardan biri olan Dr. V. Şafak Uysal “Zamansal, Zımni, Zahiri: Bir Karşılaşma ve Başkalaşma Alanı Olarak Tasarım Stüdyosu” başlıklı bölümünde, tasarım stüdyosunu kendi mitolojisine sahip özel bir ekosistem olarak ele alıyor. Aslında “Birinin nasıl öğrendiğini (hele ki tasarım yapmayı nasıl öğrendiğini) önceden asla bilemeyiz” gibi basit bir saptamadan yola çıkan ve bu saptama karşısında tasarım eğitimcisinin kendisine nasıl bir rol biçebileceğini araştıran Uysal, Fransız felsefeci GillesDeleuze’ün eğitim üzerine karaladığı nadir çalışmaların birinde ifade ettiği şekliyle, tasarım eğitimini göstergeler dünyasında bir çıraklık süreci olarak inceliyor. Aklıselim ve hissiselimden beslenen Ortodoks düşüncenin ‘öğrenme’yi bilgisizlikten bilgililiğe doğru bir geçiş, ‘tasarım’ı ise basitçe bir problemin çözüme kavuşturulması şeklinde kavramsallaştırmasına alternatif olarak; öğrenmeyi bizatihi problemin kendisinin düşünülmesi olarak ele alıp problemlerin dünyasına açıldığımız takdirde, bunun ne gibi pedagojik sonuçları olabileceğini tasarım stüdyosu bağlamında ve “Temel Tasarım” problemleri özelinde irdelemeyi deniyor. Tasarım sürecini, doğası itibariyle, mevcut bir durum ile olması gereken durum arasında uzanan ve niyetten beslenen çiftkutuplu bir gerilim alanına yerleştiren Uysal, bir taraftan bu gerilimin neresinde konuşlandığımızdan yola çıkarak, farklı tasarım ve tasarım eğitimi anlayışlarının üçlü bir tipolojisini (biçimsel, stratejik, taktik) ortaya koyuyor. Bir taraftan da örnek problemler eşliğinde, tasarım öğrencisinin soyutlamalar, parça-bütün ilişkileri, topolojik dönüşümler ve örüntüler bağlamında tecrübe ettiği gösterge çıraklığını, bu üçlü tipolojinin olanak sağladığı çeşitli konumlanmalar arasında sıçramalar gösteren kademeli bir yolculuk olarak tarif ediyor. Uysal’ın bir diğer katkısı ise Bauhaus temelli, “yaparak öğrenme”ye dayalı bir “Temel Tasarım” müfredatı ile çağdaş tasarım teknolojilerinin gerektirdiği hesaplamalı/parametrik tasarım mantığının nasıl buluşturulabileceğine dair bir öneri ileri sürüyor olması.
Dr. Nilgün Kuloğlu tarafından kaleme alınan “Mimarlık Eğitiminde İlk Yıl İkilemi: Soyut-Somut Olgular” başlıklı metin, Hensel’in değinmediği diğer bir ulusal yaraya değiniyor. İlgi alanlarına göre yönlendirilemeyen ve meslek seçemeyen mimarlık öğrencilerinin büyük çoğunluğunun tasarlama olgusu ile neredeyse ilk kez karşılaştığından, mimarlık eğitiminin özgün yapısından sözle öğrencilerin eğitimin ilk yılında “soyut düşünme ve ifade etme” ile “somut düşünme ve ifade etme” olgularının öğrenciler tarafından güçlükle kavrandığının altını çizmektedir. Mimarlık eğitimin ilk stüdyosunda mimarlık öğretimi yöntemlerinin inşası bağlamında esneklik kavramının izlenmesinin özgünlük ve yaratıcılığı sağlayabileceğini ve öğrencinin tasarım sorunlarımıza alışmasının daha kolay olabileceğini savunmaktadır. Bu bağlamda Kuloğlu, soyut düşünme ve ifade etme konusunda Gestalt ilkelerini “sanat nesnesi ile tasarlamak” önerisiyle aşmakta ve ikiboyutlu resim düzleminin üçboyutlu mekâna dönüştürülmesinin öğrenciye iki farklı düşünme tarzını bağdaştırma şansı tanıdığını, bunun özgüvenini arttırdığını, stüdyo zamanının verimli kullanıldığını, ayrıca sanat eserleriyle tanışan öğrencinin ‘güzel’ duygusuyla erkenden tanışmış olduğunu örnekler üzerinden savunmaktadır.
Dr. Neslihan Dostoğlu ve Mimar Gonca Arık Çalışkan “Mimari Tasarım Stüdyosunda Katılım: Spor, Mimarlık ve Kent” başlıklı çalışmalarında, mimarlığın geç 1970’lerden itibaren bilgi ve iletişim teknolojilerindeki gelişmeler ekseninde yeni bir değişim sürecine girmiş olduğundan, kentteki etki alanının çoğaldığından sözle mesleki üretimin farklı uzmanlık alanlarından kişiler ve çok sayıda girdiyle ancak ekip halinde çözümlenebileceğini savunuyorlar. Yatırımcı ve kullanıcıların istek ve gereksinimlerine yanıt verecek biçimde kullanışlı ve yaşanılır mekânlar yaratılmasının yollarını öğretmeyi hedefleyen yürütücüler, mimarlık eğitim programlarında bu beceriyi kazandırmanın en olanaklı ortamı olan mimari tasarım stüdyosunda gerek tasarım problemine bireysel veya gruplar halinde çözümler üretme ve gerekse buna uygun proje geliştirme süreçlerini aktarıyor ve katılımın önemini vurguluyorlar.
Dr. A. Nilay Evcil “Mimarlık Eğitiminde Bir Kentsel Tasarım Seçkisi” başlıklı bölümde, büyük metropollerde mimarlık ve kent arasında, birbirleriyle bütünleşemeyen, geçirimsiz, ama yine de yan yana gelmiş kentsel mekânlara odaklanmaktadır. Çağın en önemli sosyal, ekonomik ve görsel sorunu olan ‘arayüz’lere dikkat çeken yazar, plan bütünlüğünün sağlanamadığı ve plan kararlarının sürekli delindiği ortamlarda bu tür sorunlu alanları konu edinen kentsel projelere yoğunlaşmaktadır. Beykent Üniversitesi Kentsel Tasarım Stüdyoları’nda bu hacimlerin bütünün parçalarını birleştirmedeki gücüne vurgu yaparak, devamlılık, bütünlük, kimi zaman geçirim, kimi zaman sınır kavramları ile kentsel arayüzleri irdelemekte ve öğrencinin bu konuda deneyimini arttırarak onları çeşitli yöntemsel bilgilerle donatmaktadır. Kentsel tasarım stüdyolarında tema ve alan değişse de değişmeyen, öğrencinin yer ve insanla kurduğu ilişki olmuştur. Metin, kamusal alanların olmazsa olmazı halkın gereksinimlerini mekânda farklı tarih ve zamanlarda gözlemlemek, yerin ruhunu hissetmek, kendini orada farz edebilmek gibi duygudaşlık ve deneyimi merkeze koyan bir anlayışa dayanmaktadır. Kent boşluklarının ve mimari mekânların aktivite/ilişkiler üzerinden okunabilmesi ve değerlendirilmesi öğrencinin, fiziksel, tarihsel ve sosyal anlamda kent bağlamının önemini kavramasına fırsat yaratmakta; öğrenci, mimari ve kent ilişkisinde önemli bir soruna karşı duyarlılık kazanmaktadır.
Dr. Ürün Biçer Özkun, kaleme aldığı “İç Mimarlık Eğitiminde Parçalardan Bütüne Tasarım” başlıklı bölümde, bir zamanlar bütünüyle mimarlık disiplini kapsamında ele alınan iç mimarlık eğitiminin özerk olmasından sonraki sorunları tartışmakta; önemli olanın “tasarımı öğrenmek” olduğu bir durumda, tasarımı öğretmenin çok sorumluluk gerektiren bir eylem olduğunun altını çizmektedir. Özkun, her şeyin sürekli geliştiği/değiştiği ve tüketimin hızlandığı bir dünyada tasarımın da tükenmesinin kaçınılmaz olduğundan, özgünlükten ve de işlevden uzak, dayatmalar ile şekillenen mekânlar, mobilyalar vb. karşısında, birçok detay bilgisi gerektiren iç mimarlık eğitiminin gerçekçi olmakta zorlandığından söz etmektedir. Bu sorunun aşılmasında ise “İç mimarlıkta stüdyo eğitiminin, mimari tasarımdan farklı olarak, bütünü oluşturan parçalara daha detaylı yaklaşması gerekir” demektedir. İç mimari tasarımını öğretebilmek için öncelikle parçaları ve bütünü algılatmak gerekir. Tasarım bölümlerinde parçaların ve bütünün her stüdyo deneyiminde değişiklik gösterebileceği düşünüldüğünde, yazar haklı olarak, öncelikle tasarımı besleyecek derslerin etkin bir şekilde verilmesinin sağlanmasını ve bu derslerin içeriklerinin basitten karmaşığa doğru düzenlenmesini önermektedir. Bunun yanı sıra meslek eğitimine başlayan öğrencilerin doğru yönlendirilmesi, vizyonlarının geliştirilmesi de şarttır. Yazara göre, tasarım eğitimine yeni başlayan öğrencilerin, çevrelerinin farkına varması, bakarken görmeyi öğrenmesi, donanımlı her tasarımcının sürekli yapması gerektiği gibi yenilikleri takip etmesi, tiyatro, sinema, sergi vb.’nin yanı sıra sosyal ortamlarda yer alarak vizyonunu geliştirmesi önemlidir.
Dr. Gamze Kaymak-Heinz, “Usta-Çırak İlişkisine Dayalı Bir Tarihi Yapı Araştırma Deneyimi: Side ‘P’ Tapınağı” başlıklı yazısında “Yapı, taşıdığı tüm izlerle, tarihin bir şahidi ve belgesidir, Konstrüksiyonuna, tasarımına, yapım koşullarına ve zamanla geçirdiği değişimlere ilişkin ‘güvenilir’ bilgileri, sadece yapının kendisi iletebilir” demektedir. Yapı araştırmanın temelini; ilk anda önemsiz gibi görünen detayları dahil olmak üzere, tüm ayrıntılarına varana kadar, ölçerek ve çizerek elde edilecek hassas bir rölöve oluşturur. Keşfedilişinden bu yana 120 yıldan daha fazla bir zaman geçmesine rağmen “P Tapınağı” ile ilgili sistemli bir araştırma, belgeleme ya da yayın bulunmamaktadır. Bu binanın araştırılmasını konu alan bu metin, mimarlık tarihi araştırmalarının özel bir metodunu özenle aktarmakta ve öğrencinin dikkatini araştırma inceliklerinde toplamaktadır. Tarihi yapı araştırmasının, eğitim ve araştırma arasındaki bağlantının en yoğun kurulması gereken disiplinlerden biri olduğu anlaşılmaktadır. Mimari tasarım bugün eski/yeni, kır/kent eksenlerinde ve ulaşım sistemlerine sıkı sıkıya bağlı paradigmatik bir araştırmadır ve öyle de ele alınmalıdır.
Mimari tasarımı yerinde araştırma ve gerçekleştirmenin alışılagelen fakülte derslerine göre en önemli avantajı, araştırma ve bilgilenmenin doğrudan alanda olmasının pedagojik önemi büyüktür. Çalıştaylarda güncel sorunlar karşılıklı iletişimin doğallığı ve bilgilenmenin kolaylığıyla hemen yerinde çözülmektedir. Burada bilgi alıcının bireysel olarak aktif olması söz konusudur. Dr. Pınar Öktem Erkartal ve Dr. Serap Durmuş “Mimarlık Eğitiminde Deneysel ve Özgürleştirici Bir Tasarım Deneyimi Olarak Çalıştaylar” başlıklı bölümlerinde, mimari tasarım eğitiminde müfredatın dışında bir alternatif öğrenme biçimi olarak çalıştayları irdelemektedirler. Son dekatlardaçalıştayların evrensel ve yerel düzeylerde sayıca çok artması, yeni birtakım beklentilere işaret ediyor olabilir. Yazarlara göre çalıştaylar öğrencinin mimari tasarım ve mimari üretim alanında kendisini geliştirmesi, hattâ icra edeceği mesleğe ikna olabilmesi açısından son derece önemlidir. Çalıştayların 21. yüzyılda çok artış göstermesinin nedenleri; bilginin dolaşımında iletişim araçlarının etkin bir biçimde kullanılması, tüm dünya üzerinden sağlanan hızlı haberleşmenin teşvik ettiği öğrenme isteği, mimarlık pedagojisindeki anlayış değişiklikleri ve doğal olarak çalıştayların mimarlık müfredatındaki eksikleri gidermek için gereken desteği sağlamasıdır. Müfredat içinde eksikliği tespit edilen konulara odaklanan bir çalıştay düzenlendiğinde bu süreç adeta hızlandırılmış ve yoğunlaştırılmış bir kurs görevi üstlenerek, öğrencinin o konudaki eksiğini kapatmasını ya da bu eksiği fark ederek yeniden araştırmasını sağlayabilmektedir. Yazarlar, çalıştayların görevleri arasında en önemlisinin yerel spesifik sorunlara odaklanma ve öğrencilerin mesleklerini icra edecekleri ortamın sorunlarını daha yakından tanıma olduğunu belirtmektedirler. Bu yazı; çalıştayların ortaya çıkış nedeni, yürütülme biçimleri ve konuları hakkındaki çeşitlemenin rasyonelini açıkça ortaya koymaktadır.
Bu projenin eksikleri olabilir. Mimarlar pekâlâ bilirler; hangi projenin yoktur ki? Örneğin proje daha da çok yazarlı olabilir miydi? Olurdu. Ama böyle bir projeye ciddi olarak gönül verebilecek kişilerin davet edilmesi önemlidir. Aksi halde zamanlama karşımıza ciddi bir sorun olarak çıkabilirdi. Kimi öğretmen mimarlar güzel düşünür, güzel uygular ama yazmaya gelince kalem oynatamazlar. Kaldı ki tasarım hocalarının tümünü yakından tanıma olanağım da yoktu. Ama nasılsa her isteyen 21. yüzyıl mimarlık eğitimini istediği biçimde yeniden yazabilir…
Bu projeye katılan ve bu yapıtı meydana getiren tüm yazarlara engin sevgi ve saygılarımı iletiyor, teşekkürlerimi sunuyorum. Ama iki yazar var ki onlara hepimiz ayrı ayrı teşekkür etmeliyiz. Elinizdeki kitabı Dr. Gamze Kaymak-Heinz ile yapıtın biçimi ve formatı hakkında çok konuşarak tasarladık. Dr. Serap Durmuş her zaman olduğu gibi beni editörlük konusunda hiç yalnız bırakmadı. Derlemenin ilk halinin tümünü dil ve yazım birliği açısından gözden geçirdi. Ama yine de hâlå bazı hatalar varsa onları ben üstleniyorum. Teşekkürler hepimize…
Prof.Dr. Şengül Öymen Gür