Mimarinin cami ile imtihanı

Cumhuriyet, cami mevzuunu dışlar ve bu konuda hiçbir entelektüel üretim yapmazken, iktidara gelen muhafazakâr kesim, cami mimarlığını kesintiye uğradığı 1923'ten sonra ele alıyor ve geçmişin taklidinden öteye geçemiyor.

Başbakan Erdoğan’ın Çamlıca Tepesi’ne İstanbul ‘un her yerinden görülebilecek bir cami yapılacağını açıklaması ile kamuoyunda bir tartışma başladı. Aslında tartışma yeni değil; Taksim Meydanı’na yapılması düşünülen cami ya da Ataşehir’e Selimiye Cami’nin bir benzerinin yapılması gibi vesilelerle konu farklı şekillerde ama sürekli gündeme geliyor. Ancak Ataşehir’e yapılacak caminin bir kopya olması eleştirilirken, Çamlıca Tepesi’ne yapılacak caminin dünyanın en yüksek minaresine ve en geniş kubbesine sahip olacağının açıklanması ile çıta daha da yükseltildi.

İstanbul siluetini etkileyecek bir yapının kamuya danışılmadan, tepeden inme bir kararla yapılmak istenmesi, üst ölçekli planlarının bakanlık tarafından yapıldığı için sit alanı olan bölgede kuruldan izin alınmasına gerek olmaması gibi demokratik olmayan karar süreçleri meselesine girmeyeceğim. Fakat muhafazakâr kesim cami mimarisine sığ bir geleneksellikle yaklaşırken, mimarlık entelijansı tarafından dile getirilen Osmanlı cami geleneğinden ayrı, modern camiler yapılması gerektiği eksenli tartışmaların ideolojik boyutunun anlaşılması önemli.

Zafiyeti anlamak
Konu sadece mesleki bir tartışma gibi görünebilir. Ancak Başbakan Erdoğan’ın bir heykeli “ucube” olarak nitelendirirken, camiye yaklaşımının bir taklit ve nicelik meselesinden öteye geçemediği Türkiye ‘de, son 50 yıl içinde inşa edilen yaklaşık 100 bin camiye de mimarlık eliti tarafından benzer bir şekilde “garabet” denmesi ama şimdiye kadar yapılmış modern cami örneğinin çok az olması tartışmanın daha derinlere inen ideolojik bir yönü olduğunu gösteriyor.

Cumhuriyet tarihi boyunca cami mimarisi, entelektüel mimarlık bilgisi üretiminin dışında bırakıldı. Bugünkü iktidarın camiye yaklaşımı ise ortada. Aslında sokaktaki insanı, cami olgusu ve geleneksel/ modern tartışması neredeyse hiç ilgilendirmiyor. Bugün Türkiye ‘de cami mimarisinin gündeliği, her iki ideolojinin de görmezden geldiği koşullar içinden kendiliğinden üretilen bir pratiktir. Her iki tarafın da dışladığı şey ise Türkiye ‘de caminin toplumsal ve gündelik gerçeği ile hesaplaşma arzusu. Peki bu zafiyetin nedeni nedir?

Bu zafiyeti anlamak için 1923’e dönmek ve sorunun nasıl bir ideolojik aygıtın ürünü olduğuna bakmak gerekli. Cumhuriyet’in ilanı ile insanlardan yüzyıllardır bildikleri yaşam pratiklerini, düşünme şekillerini bırakmaları istendi. Her devrimin doğası gereği geçmiş ile bağını koparmak zorundaydı. Devrimin tersi olarak evrim geniş zaman kipine ve sindirme sürecine sahip değildi. Böylelikle Cumhuriyet elitleri Türkiye ‘yi Türklük ve laiklik kavramları temelinde yeniden şekillendirdi. Ama burada değişmeyen bir durum vardı. Osmanlı elitlerinin yerini Cumhuriyet elitleri aldı, toplum yine dışarıda bırakıldı.

İdeolojik tercih
Bu noktada bir parantez açmak gerekli. Avrupa modernleşmesi ile Türkiye modernleşmesi arasındaki fark şu: Batıda modernleşme süreci belirli bir sermaye birikiminin ardından, feodal yapılanmaların çözülmesiyle ortaya çıkan toplumsal ve ekonomik taleplerin baskısıyla oluşmuş ve enerjisini tabandan alan bir süreçtir. Türkiye modernleşmesi ise Osmanlının son dönemlerinden beri Batı’ya dahil olmaya çalışan bir devlet elitinin projesidir ve burada toplumsal bir talep değil ideolojik bir tercih vardır.

Mimarlar, Osmanlı’dan beri bu elit geleneğin bir parçası oldu. Osmanlı’da mimar, devletin halk üzerinde tahakküm kurmasındaki önemli aktörlerden biriydi. Modern Türkiye Cumhuriyeti ‘nin ilanından sonra bir anda “eski olan” kötü ve köhne olarak nitelenirken “yeni olan” mutlak doğru olarak kabul edildi. Mimarlar da bu sefer yeni oluşan elitin ideolojisini görünür kılma görevi edindi. Dönemin mimarlık ve ev dergilerine bakıldığında modern konutun ve yaşamın nasıl övüldüğünü görmek mümkün. Her planda bir köşeye piyano kondu, verilecek partiler için geniş teraslar konutun bir parçası haline geldi. Ancak henüz ortada bu modern yaşamı doğuracak toplumsal bir talep yoktu.

50’li yıllar kendi sermaye birikimini oluşturan taşranın taleplerini yüksek sesle telaffuz etmeye başladığı ilk yıllardır. Türkiye ‘nin siyasi tarihi mevcut ideolojiye göre muhafazakâr ama bir o kadar da pragmatik olan taşra ile devlet elitleri arasındaki mücadelenin tarihidir. Ancak taşranın talepleri basit bir geri dönüş talebi değildir. Tam tersine modern ve kapitalist dünyanın zenginliklerinden pay alma hatta yön verme talebidir. Mimarlık bu yeni dünyanın bir parçası olamadı, kendi elit geleneğinin düşünce tabanından gelen talebi anlamakta yetersiz kaldı.

Yukarıdan bakmak
Cumhuriyet, cami mevzunu dışlar ve bu konuda hiçbir entelektüel üretim yapmazken, iktidara gelen muhafazakâr kesim cami mimarlığını kesintiye uğradığı 1923’ten sonra ele alıyor ve geçmişin taklidinden öteye geçemiyor. Muhafazakâr kesimin eliti de Cumhuriyet elitleri gibi olaya yukarıdan bakıyor ve yine toplumun reel ihtiyaçlarını anlamak istemiyor. Durum böyle olunca da boş bırakılan alan anlık, basit, gelişi güzel reflekslerle dolduruluyor.

Bu yüzden bugün el yordamı ile günlük ihtiyaçlara cevap vermek için yapılan her cami, bir garabet olarak niteleniyor. Evet belki gerçekten öyledir ama bir yandan da çok basit, gündelik pratiklerle üretiliyorlar. Hemen birkaç basit gerçek sıralayalım: Kapitalist ekonomi içinde arsa bir metadır ve kent içindeki ekonomik değeri sadece bir camiye ayrılamayacak kadar büyüktür. Böylelikle dokunulmaz sayılan cami geleneği ve programı, pratik bir şekilde zemin katındaki bir çarşıyla birleşebilir. Ya da caminin toplum nezdindeki dokunulmazlığı kolayca kentin çeperlerinde imar izni olmadan oluşan ve sürekli yerlerinden edilme korkusu yaşayanların, hemen bir cami inşa ederek meşruluklarının olmasa bile dokunulmazlıklarının aracı olabilir. Bu düşüncenin en ironik şekli herhalde Melih Gökçek ‘in geçmişte, Ankara ‘da havaalanından kente ulaşan yol üzerindeki gecekonduları kentin girişini bozdukları gerekçesi ile yıktığında, bu yıkıntının ortasında bir cami minaresinin tek başına ayakta bırakılmasıdır. Kısaca söylemek gerekirse Türkiye ‘de mimarlık kendi tarihinden gelen konvansiyonlar nedeni ile dönüşemezken, cami mimarisi çok pragmatik temeller üzerinde değişti ve içinde mimarlığın ol(a)madığı bir şekle büründü.

Sürekli mimarlığın Türkiye ‘de bir meşruluk sorunu olduğundan bahsediyor, pek çok kentsel kararda mimara bir aktör olarak yeterince önem verilmediğine değiniyoruz. Bunu da düşünmeden, anlamadan daha çok veryansın ederek yapıyoruz. Sanırım cami konusunda (ve aslında her alanda) mimarlık toplumsal ve gündelik olana elit ve uzak bakışını bırakmadıkça bu konuda atılan her adım biçimlerin ve sığ tartışmaların dışına çıkamayacak.

Etiketler

Bir yanıt yazın