Mimarlık Toplumu Yönetir mi?

Sven-Olov Wallenstein, Stockholm'daki Södertörn Üniversitesi ve Royal Institute of Technology'de felsefe ve mimarlık teorisi dersleri veren İsveçli bir filozof ve aynı zamanda Sitemagazine.net sitesinin editörü.

Çağdaş sanat, felsefe, mimarlık ve estetik konularında birçok çalışması bulunan Wallenstein, bir süre önce Biopolitics and the Emergence of Modern Architecture (Biyopolitika ve Modern Mimarlığın Ortaya Çıkışı) başlığıyla bir kitap yayınladı. Düşünür kitabında, Fransız Devrimi bağlamında biçimsel bir taklitçilik olarak nitelenebilecek klasik mimarlık paradigmasının nasıl çözündüğünü ele alıyor ve öznesel oluşumun biyopolitik sürecine dayanan yeni bir mimarlık mantığının doğuşunu analiz ediyor. Bunu yaparken ise, Fransız filozof Michel Foucault’nun biyopolitika1 teorisini kullanıyor. Foucault’nun üzerinde fazlasıyla durduğu biyopolitika meselesini mimarlıkla detaylı bir biçimde ilişkilendiren ilk çalışmalardan olma özelliğini taşıyan kitap, söz konusu yeni mimarlık mantığına örnek teşkil eden bir bina tipi olarak “modern hastane”yi, geçtiğimiz iki yüzyıl boyunca geçirdiği değişimlerle ele alan bir makaleyle son buluyor.
Berlinli yazar Daniel Miller, Wallenstein’la mimarlık ve biyopolitika üzerine bir söyleşi gerçekleştirdi.

Daniel Miller: Kitabınızın adı “Biyopolitika ve Modern Mimarlığın Ortaya Çıkışı”. Bu iki kavrama nasıl anlamlar yüklüyorsunuz? İkisinin arasındaki ilişki hakkında ne düşünüyorsunuz?

Sven-Olov Wallenstein: Biyopolitika kavramının kaynağı, açıkça anlaşılabileceği gibi Foucault. Foucault üzerinde yıllardır çalışıyorum ve onun 70’li yılların ortalarında ürettiği biyopolitika hakkındaki düşüncelerin ne kadar önemli olduğunu farkettim. En önemlisi, 18. yüzyılda tarihin nasıl yön değiştirdiğini kavrama konusunda ne kadar yararlı ve ayrıca birçok güncel gelişmeyi yorumlamak için de adapte edilebilir olduklarını… Foucault’nun mimarlık üzerine geliştirdiği onca teoriyi bu disiplin yaklaşımına, Panopticon’a ve “Disiplin ve Ceza (Hapishanenin Doğuşu)” adlı kitabında bahsettiği sert toplum yönetimi rejimine bağlaması beni çok etkiledi. Fakat elbette Foucault’nun mimarlık hakkında söyleyeceği çok daha fazla şey vardı ve araştırdıkça geliştirdiği çerçevelerin hep oldukça seçici bir biçimde uygulandığını gördüm.

Ben de bu durumu biraz daha açıklığa kavuşturmak istedim. Birkaç yıl önce Site‘ın bir sayısını çıkarmış ve dünya dışı denemeler yapmıştık. Foucault ve öğrencilerinin mimarlık hakkında ortaklaşa yaptığı oldukça etkileyici bazı çalışmaları incelemiştik. Fakat bunların çoğu hala basılmadı. Metinlerin iki kopyasını Paris’teki bir bodrum katında bulabilirsiniz. Hiçbiri çevrilmedi ve düzeltilmedi. Yani o arşivde ele alınması gereken ciddi bir birikim var. Çalışmamın kaynağı da bu birikimdi.

DM: Yani projeniz, bir araştırmacı olarak Foucault’ya duyduğunuz ilgiden doğdu diyebilir miyiz?

SW: Evet öyle, ancak mimarlığın da bunda büyük payı var, yani Foucault’nun ve mimarlığın bakış açılarını bir araya getirmek bana oldukça çekici geldi. Çünkü Foucault, mimarlık hakkında bizzat görüş bildirmiyordu. Demek istediğim, öğrencileriyle birlikte yaptığı çalışmada mimarlık ve kentle içli dışlı olan öncelikli olarak öğrencilerdi. Foucault mimarlık hakkında çok şey söylemediği için, arada sırada söyledikleri de pek tatmin edici değildi.

Emin değilim ama, onun bazen Beaux-Arts mimarlığı yaklaşımına sahip olduğunu düşünüyorum. Bir röportajında, modern toplumda önem kazanan tüm alanların ve değişkenlerin -hız, bölgesellik gibi- mimarın uzmanlık alanından dışarı sızdığını söylüyor. Bence bu aptalca bir düşünce. Çünkü modern mimarlık tam da hıza, bölgeselliğe odaklanarak oluştu ve mekanın bu genel sistematiği klasik bir mimarın ilgi alanında bulunmuyordu. Ama erken modern mimarlığın her ürününde bu kavramlara rastlayabilirsiniz.

Bu nedenle Foucault’nun mimarı bir şekilde sürecin dışında bırakan bu yaklaşımı bana aptalca gelmişti, çünkü kendisi mimarlığa, başından beri basite indirgeyen ve oldukça geleneksel bir bakış açısıyla yaklaşmıştı. Örneğin diyor ki: “Mimarın benim üzerimde hiçbir yaptırımı olamaz. Evimi yıkmaya karar verirsem bundan kime ne?” Peki o halde planlama kanunları ne işe yarıyor? Gördüğünüz gibi bu, çok basit bir yaklaşım.

Bunlardan çıkardığım bir sonuç da, Foucault’nun şahsi saptamalarından arınıp çalışmalarına odaklanmak gerektiği oldu. Çünkü bence söylediklerinin büyük bir kısmı tartışılabilir.

DM: Foucault’nun dispositif2 konseptiyle mimarlık arasında bir ilişki olduğunu düşünüyor musunuz?

SW: Aslında, evet. Böyle bir bağ kurulabilir, defalarca kuruldu da. Çünkü dispositif kavramı, Deleuze ve Guattari’nin “meclis” (assemblage) ve “düzen” (agencement) olarak tanımladıkları şeye çok yakın bir noktada duruyor.

Bu yaklaşım çok geniş bir alanda, çeşitli şekillerde kullanıldı. Diyagramlar ve buna benzer fikirler 90’lı yılların sonunda, özellikle de Amerikan çevrelerinde oldukça popüler oldu. Ben bu bağın hala var olduğuna inanıyorum, özellikle Deleuze dikkate alındığında.
Benim üzerinde durduğum noktalardan biri de buydu. Tüm bu isimlerin, ki hepsi büyük düşünürler ve bilim adamları, yaptığı çalışmalara hayranlık duydukça, konuyu bu açıdan ele almak konseptin politik niteliğini yok etmenin bir yolu gibi görünmeye başladı. Onlar konuyu biçimsel bir teori olarak, formel bir yaklaşımla ele almışlardı. Foucault ve Deleuze, geç modernizmin biçimsel yaklaşımını sürdürebilecek iki isimdi. Bu bağlamda özellikle Eisenman’a da değinmek istiyorum.

Oysa benim için bu yaklaşımlar morfogenetik3 bir teoriden çok, mimari formların sosyal mekanda nasıl tanımlanabileceğini gösteren ve sosyal belmekanı sistematikleştiren, düzenleyen yöntemler olmaya doğru ilerleyen bir mekanizma oluşturuyordu. Amerikan yaklaşımında bu, tamamen göz ardı ediliyor.

DM: Eisenman’ın yorumunu mı kastediyorsunuz?

SW: Evet Eisenman’ın yorumunda, ama aynı zamanda onun öğrencilerinin, ona karşı çıkanların ve karşı çıkanlara karşı çıkanların, farklı zamanlarda yayınlBewegungsstromanan yorumlarında bu var. Aslında çok da beğendiğim bu konferansların bazılarına katıldım ve “meclis”, “diagram” ve “sanal” gibi birçok kavramı nasıl ele aldıklarını gördüm. Kavramları Deleuze’den alıntılıyorlardı, ancak aynı zamanda Foucault’tan da. Herkes ağırlıklı olarak “Nasıl ilgi çekici bir mimarlık üretebiliriz, baştan çıkarıcı binaları nasıl tasarlayabiliriz, bilgisayar teknolojisini nasıl kullanabiliriz?” soruları üzerinde yoğunlaşıyordu. Ancak başlangıçta varlığı çok güçlü bir şekilde hissedilen politik uzantılar bir şekilde yok oldu. Avrupa’nın siyasi yaklaşımlarını ele alan biçimci bir Amerikan yorumuyla ilk kez karşılaşmıyoruz. Uluslararası Stil’den bu yana Avrupa teorisinin sınırlı bir bakış açısıyla karşılanması söz konusu.

DM: Mimarlık sizin için öncelikle bir miktar binayı mı, yoksa bir olaylar dizisini mi ifade ediyor?

SW: Bir olaylar dizisi diyebilirim, ayrıca çağdaş mimarlık teorisi bunun böyle olduğunun bir kanıtı. Tek başına bir binaya veya bir objeye bu şekilde odaklanmanın, deyim yerindeyse ticari emellerle, tarz ve marka yaratmakla, “imzalı” binalar üretmekle ve benzeri durumlarla ilgisi var.

Eğer amacınız bir kenti veya bölgeyi markalaştırmaksa bu elbette akıllıca, ancak teorik bakış açısıyla incelendiğinde bence herkes böyle bir binanın belirli bir olaylar zinciri çerçevesinde gerçekleşen bir “olay” olduğunun farkında. Bu yaklaşıma göre değerlendirildiğinde, odak noktasının hiç de söz konusu bina olmadığı çıkıyor ortaya. Buradaki “binalar”dan kastım, satabileceğiniz imajları yaratan objeler elbette.

60’lı yıllarda sanat objesinin geçirdiği değişimleri ele alalım. Obje var olmaya devam ediyor, ancak herkes teorik olarak biliyor ki, obje aslında çok daha geniş bir olaylar çerçevesinin bir parçası. Ama sattığınız/satabildiğiniz şey, objenin kendisi.

Bence anlaşılması gereken, mimarlığın her türünün her zaman akışı, hareketleri, öznelliği düzenleyerek ve bireye kim olduğunu, ne yapması gerektiğini söyleyerek, bir şekilde sosyal mekan yaratma kapasitesine sahip olacağı.

Önemli olan, mimarlığın neyi anlattığı, hangi devleti, ideolojiyi veya yönetimi simgelediği değil, nasıl çalıştığı bence. Mekanı nasıl düzenlediği, sizi neye ve nasıl davranmaya yönlendirdiği, size kabul ettirdikleri…

Elbette mimarlık tüm bunlarla ilgili. Ancak kimliklendirme ve temsil etme hakkındaki söylemler daha çok mimarlığın imajıyla ilgili gibi görünüyor. Bu da mimarlığın asıl işlevine, mekanla olan ilişkisine ters düşüyor.

DM: Kitabınızdan açıkça anlaşılıyor ki, mimarlık sadece geleneksel bir bakış açısıyla “mimarlık” olarak tanımlanan şey değil, aynı zamanda altyapının, bilgi ağlarının ve benzerlerinin tamamına karşılık geliyor. “Mimarlık modernizminin rotası, kendine bağımlı bireyler oluşturmaktan geçer.” diyorsunuz. Siegfried Gideon’dan bir alıntı yaparak polemik yaratmak gerekirse, “emirleri mimarlık mı veriyor?”

SW: Hayır, emirleri mimarlığın verdiğini düşünmüyorum, hayır. Çünkü mimarlığın bu bağlamda var olan bir konu olduğuna inanmıyorum. Mimarlık, bir “toplanma” veya bir “dispositif”tir (aygıt) – belli nesnelerin konumlarını içerir, Foucault’cu bir yaklaşımla.

Dediğim gibi mimarlık, birçok nesnenin konumlarını barındıran bir aygıt. Mesela mimarlar, eleştirmenler, müşteriler ve kullanıcılar olarak tanımlanan birçok kişiyi bir araya getiriyor ve içeriyor. Elbette tüm bu kişilerin ihtimal dahilinde olan tüm hareket ve konumlarını da.

Mimarlığın tüm bunları yönettiğini pek de söyleyemem açıkçası. Bu, mimarlığa belli bir bütünlük atfetmek olur ki, o zaman hem yönetmesi hem de yönetmemesi mümkün hale gelir. Bence bu Gideon gibi birinin farkedeceği bir durum. İlk yapıtlarından olan “Building in France” adlı kitabında yer verdiği “Belki de ‘mimarlık’ sözcüğünün kendisinden vazgeçmek gerekiyor” cümlesi bunun bir göstergesi. Örnek olarak da bir demiryolu istasyonunun ele alınışını veriyor. Trenler gelip geçerken izliyorsunuz, sokaklar ve oraya ait tipik ögeler görüyorsunuz, peki ya mimarlık nerede? Yok. Çünkü mimarlık diye bir şey yok. Var olan tek şey, hareket akımlarını yönlendiren bir kanal yani Bewegungsstrom4, buradan da mimarlığın hareketin farklı akımlarını düzenleyen ve bir araya getiren bir yöntem olduğu sonucu çıkıyor.

Bu şekilde yaklaştığımızda, konunun aslında baş harfi A olan “mimarlık” (architecture) olmadığı anlaşılıyor. İpler mimarlığın elinde değil. Ancak toplumun kendi kendini şekillendirmesinde en vazgeçilmez ve karmaşık araçlardan olduğu kesin. Fakat yine de, mimarlığın bir şeyleri yönettiğini söyleyemeyiz…

Priorities Foucault, kişiselleştirme5 (subjectivation) ile mimarlık ve şehir planlama hakkında yaptığı çalışmaları hiç ilişkilendirmedi, ancak ben bunun mümkün olduğunu düşünüyorum. Mimarlığın ortaya çıkardığı mekanlar bir şekilde kişiselleştirilmeye müsait oluyor elbette, ancak aynı zamanda mimari mekana karşı bir direnci de mümkün, hatta gerekli kılıyor. Bir anlamda kişiselleştirme üretiyor ve ona fırsat veriyor.

Erken modernizmin incelemelerine ve söylemlerine bakıldığında -Mies’ten çok Le Corbusier ve Gideon’u kastediyorum- mimari araçların belli özelliklere sahip modern nesneleri, kütleleri, belli bir deneyimi, mantığı ve belli bir türü denemek ve biçimlendirmek için kullanıldığı göze çarpar.

Tüm bunlar Le Corbusier’nin metinlerinde de var. Belirli deneyimleri yaşayabilmek için gereken uygun modern nesnenin biçimlendirilmesi… Bu, mimari araçların tanımlanmasından da önemli, veya mimarlığın yeni bir toplum yaratmak için gereken bir araç olarak tanımlanmasından. Dolayısıyla bu pek de bir keşif sayılmaz aslında, ama yine de önerilenler önemli.

DM: Le Corbusier’nin çalışmalarını incelerken, bir yandan da söylevlerle karşılaşılıyor. Sonrasında ise, “Bu söylevlerin konumu nedir? Kaynağı nedir?” gibi sorular akla takılıyor. Sanırım siz de yine mekanın şartlarından doğan bu sorulara dönüyorsunuz. Bu durumda da, mimarlığın mimarlığı doğurduğu bir durumla karşı karşıya mıyız diye merak ediyorsunuz. En azından ben ediyorum.

SW: Bu tam da Le Corbusier’nin bizzat söyleyeceği şey: Mimarlık mimarlığı doğurur. Ancak yine de Corbusier’nin mimar olmaya ilişkin net fikirleri vardı, her ne kadar bu fikirler yaşamı boyunca krizlerle karşı karşıya kalmış ve mühendisler durumu idare etmiş olsa da. Ona göre, mimar sorumluluk almayı bilmeliydi, A harfiyle başlayan o kişi olmalıydı (Wallenstein, İngilizce “architect” sözcüğünü kastederek mimara “ilk önce gelen kişi, lider” anlamını yüklüyor). Le Corbusier’nin hayali, böyle bir mimar olmak, A harfiyle başlamaktı. Ama elbette başaramadı.

Mimarlık mimarlığı doğurmaz bence, ancak teknolojideki, siyasetteki, felsefedeki ve sosyal teorideki gelişmeleri yansıtır, benimsettirir ve kendisi de bu yansımalarla biçimlenir ve değişir. Mimarlığın yaptığı tam olarak kendini doğurmak değil bana göre. Mimarlığın bir şekilde kendi geleneklerini yöneterek kendi kendini ürettiği yaklaşımı, deyim yerindeyse “Vitruvius Çağı”nın Fransız Devrimi döneminde sona ermesi ve Akademi hegemonyasının yerini Ecole des Pont et des Chaussées ve sonrasında da Ecole Polytechnique’in yarattığı mühendislik geleneğine bırakmasıyla silindi.

Devrim sonrasının Fransa’sı, mimarlığı farklı bir şekilde ele aldı: Nüfusu yönetmek ve mekanı düzenlemek için bir araç. Bu, klasik yaklaşımın otoritesine itiraz anlamına geliyordu. Klasik dilde mimarlık, tam anlamıyla kendi kanunlarını ve düzenlerini eleştirerek kendini yeniden üreten bir disiplin olarak algılanıyordu. Buna rağmen, bu geleneksel bakış açısı daha dikkatli incelendiğinde, bu kadar bağımsız bir söylem olmadığını, başka anlamlar barındırdığını farketmek mümkün – hala toparlamaya çalıştığım kitabımda da yaptığım bu.

Her şeye rağmen, bu tavır değişikliği inanılmaz bir şekilde etkili oldu. Öyle ki, Tafuri6 gibi biri bile tüm dilin yok olduğunu, dağarcığın öldüğünü söylemek durumunda kaldı. Mimari söylemin Fransız Devrimi döneminde bir kriz yaşadığı kesin. Fakat daha sonra bir şekilde mimarlık dışında bazı dayanaklar bularak tekrar toparlanıyor.

Ben mimarlığın hep bu şekilde, bu döngüyle geliştiğine inanıyorum aslında, ancak farklı tipteki söylemlerden onay almaya ihtiyaç duyduğu da çok açık. Yaşam bilimleri, istatistik ve yeni gelişmekte olan proto-sosyal bilimler gibi. Mimarlığın kapasitesi giderek artıyor, sadece düzeni temsil etmek artık yeterli değil, çünkü kendisi düzeni yaratıyor.

Bu nedenlerden dolayı mimarlık, diğer otorite kaynaklarına kendini beğendirmek, ilgi çekmek zorunda. Çünkü Tafuri’nin dediğine göre, mimarlık kaderini belirleyecek bir otopsi sürecine girdi ve kendisi dışındaki oluşumlar tarafından doğrulanma arayışı içinde. Yönetmeyi ise çoktan bıraktı. Ama bu haliyle belki de eskisinden de güçlü oldu, bir şekilde farklı söylemlere bağlanarak ve onları da şekillendirerek.

Mies, Le Corbusier gibi önde gelen modernistler, uzun bir süre klasik “baş” mimar yaklaşımı üzerinde kafa yordu. Halbuki bu yaklaşım çoktan kaybolup gitmişti. Belki de yaptıkları, farkında olmadan besledikleri imaja ters düşen bir şeyler yaratmaktı. Bence Tafuri, bunu farkedenlerden biri. Bu nedenle modern mimarlığın 1950’de çoktan yok olduğunu söyledi. Çünkü o zaman, mimarlığın meselesinin mimar olmadığı gayet açıktı.

DM: Röportajı, çağdaş mimarlığın biopolitika ile olan ilişkisine yönelik bazı sorularla bitirmek istiyorum. Özellikle internet ve bilgisayar teknolojisi sayesinde büyük değişimler yaşandığı ve yaşanacağı açık…

SW: Bu aslında son zamanlarda benim de üzerinde çok düşündüğüm bir konu. Yaşça genç mimarların ve benim çalışma arkadaşlarımın işlerine bakıldığında, fiziksel bir strüktür olarak değil de, bilgi akışı olarak algılanan bir mimarlık konseptiyle karşılaşmak mümkün. Enformasyon teorisinden, bilgisayar biliminden ve biyolojiden beslenen konseptler kullanıyorlar. Bence yapmaya çalıştıkları şey, yeni bir mimari dil yaratmak. Bunun fiziksel binalara nasıl uygulanacağını ise göreceğiz. Sonuçta, üretilenler birer illüstrasyon…

“Organik”ten uzaklaştığımızı söylemek istemem, ancak organik yaklaşımın kendisinin değişmekte olduğunu söyleyebilirim, nedeni de yeni bilgi teorileri. Bir organizmadan ve yaşamdan anladığımız her şey, yani temeli 19. yüzyılda atılan basit konseptlerin tümü bugün gelişen yaşam bilimleri tarafından değiştiriliyor. Bu da, uzun zamandır eski metaforlarla yol almakta olan estetik, artistik ve mimari pratikleri değişime uğratıyor.

Organik bir çalışma ne anlama gelir? Bu aslında uzun zamandır kullanılan bir terim ve sorulan bir soru. Ortada bir fikir var, ancak fikrin bugünün genetik bilimindeki gelişmeler ve 19. yüzyıldakilerden oldukça farklı olan çağdaş çevresel teorilerle yeniden ele alınması gerekiyor. Bu, bir anlamda yeni oluşturulan bir dilin kelime dağarcığının yaratılması demek.

Bu yaklaşımı mimarlara ve onların yaptıklarına uyarlamak istediğimizde ise, inşa edilmesi mümkün olmayan mekanların bilgisayar teknolojisiyle yaratılmış modelleri, hala fazlasıyla eskize benzeyen akış diyagramları, kısaca deneysel çalışmalar çıkıyor karşımıza. Yani elbette bir şekilde herşey yerine oturacak, ama nasıl, gerçekten bilmiyorum.

DM: Aklınızda kim var?

SW: Bu doğrultudaki çalışmaların çoğu, öğrenciler ve genç mimarlar tarafından yapılıyor. İşler tek tek ele alınıp ayrı ayrı değerlendirildiğinde naif görünebilir, ancak tümü birlikte, sadece mimari objenin değil, modern mimarlığın tüm dağarcığını, sokakların, tasarımların, binaların yeniden ele alındığı büyük bir mimari hareketin parçaları.

Modern mimarlığın dağarcığı, Fransız Devrimi’nden sonra dağılarak yeniliğe temel oluşturan Vitruvius döneminin akademik söyleminin parçalanması sonucu oluştu. Yeni dil, çok daha soyuttu. Ya da en azından, eskisinden farklı bir bağlamda soyuttu. Organizma, işlev ve mekan gibi kavramlar, uzun süreçlerde, farklı konseptlerin bir araya gelmesi, ayrılması ve sonra tekrar bir araya gelmesi sonucu oluştu.

Mekan sözcüğü, bilindiği gibi bu bağlamda ilk kez 1893 yılında kullanıldı. August Schmarsow7, mimarlığı bir mekan yaratıcısı/şekillendiricisi olarak tanımladı ve Raumgestalterin8 sözcüğünü kullandı. Başka bir deyişle mimarlık, mekanın içindekilerle değil, mekanın kendisiyle, yani Raum9 ile ilgileniyordu. Klasik çağda bunu tahayyül etmek bile imkansızdı. Ama fizyoloji, psikoloji ve matematik alanında birbirinden bağımsız yapılan tüm bu araştırmalar, bir doyum sınırına ulaştı ve yeni mekan konseptiyle birlikte mimarlık sahneye çıktı. On veya yirmi yıl sonra ise birdenbire herkes mekan hakkında konuşmaya başladı. Gideon, ilk çalışmalarından da anlaşılabileceği gibi, mimarlığın espace, Raum, space, yani mekan hakkında olduğunun bilincindeydi. Bir anda her yeri işte bu kavram sarıverdi.

Belki de bugün yaşadığımız da buna benziyor. Mimarlık pratiğinden oldukça uzak görünen ve farklı doğrultularda ilerleyen sürüyle araştırmamız var. Ancak belki de içinde bulunduğumuz, başka bir geçiş ve 19. yüzyılın ilk yarısında taklit edilenden tamamen farklı, yeni bir tür mimarlığın doğuş sürecidir. Belki de daha kesin anlamda postmodernizmle sonunda karşılaşırız.

Yeterli kaliteye sahip olmayan mimari projeler, mutlaka birer hata olarak algılanmak zorunda değil. Biraz önce bahsettiğim sınıra ulaşılmasını ve dolayısıyla o sınırın aşılmasını sağlayan da tam olarak bu yetersizlik.

DM: Sizce biçimlendirme sürecinde yeni bir mimari dilin doğduğu söylenebilir mi?

SW: Bence öyle, evet. Çünkü eski modernist dağarcığın büyük bir kısmının artık gerçekten işe yaramadığı açık. O dönem sona erdi, ancak biz hala o dili kullanmaya çalışıyoruz. Postmodernistlerin, modernistlerin garip bir biçimde aynı dili kullandığına şahit oluyoruz. Evet, birbirleriyle çatışıyorlar -ve bu gerçekten iyi bir şey- ancak bir zevk meselesi. Bu zevk tartışması ise, sadece kapalı bir epistemik10 strüktür içinde var olabilir. Dilinizin temelini sorgulamaya başladığınızda ise, Foucault’nun tabiriyle bir kırılma noktasına gelirsiniz. Bu açıdan bakıldığında modernist dilin hala mimarlık için var olan tek dağarcığı barındırdığına inanıyorum. Bina, kent, blok gibi konseptlerin tümü erken 19. yüzyılda oluşturuldu. Peki ya bunun ötesine gitmeye ihtiyacımız varsa, nereye gideceğiz? Bunu bilemem, ancak mimarlık teorisyenlerinin dağarcıkları hakkında giderek büyüyen bir tatminsizlik hissine kapıldıklarını biliyorum. Çünkü bu dağarcık, şu anda olup biteni algılamak için yeterli değil.

DM: Ağ kavramını nerede konumlandırıyorsunuz?

SW: Ağ konusu, hemen her alanda karşılaşılabilecek ve dolayısıyla da kolayca sıkıntı kaynağı olabilecek bir mesele. Genellikle de, düşündüğünüzü tam olarak bilmediğiniz veya toparlayamadığınız gerçeğini saklamak için kullandığınız bir kavram. Ancak konseptin, farklı teoriler için bir buluşma noktasını işaret ettiğine inanıyorum, enformasyon, biyoloji, matematik ve felsefe de bu teoriler arasında. Yani ağ kavramı, biraz önce bahsettiğim yeni kaynaşmayı tanımlıyor. Ancak, gelecekte bu kaynaşmayı tanımlamak için kullanılacak sözcük “ağ” olmayabilir.

  1. Biyopolitika: Biyopolitika, Michel Foucault’nun (1926 – 1984) modern devletlerin işleyişini ve bu devletlerin, nüfusu kontrol edebilmek, bireylere boyun eğdirmek amacıyla çok sayıda farklı teknik kullanarak uyguladığı idare yöntemini tanımlamak için ürettiği bir sözcük olan “biyogüç” ile oldukça yakın anlam taşıyor. Filozof, biyopolitikayı biyogüçten daha seyrek kullanmış olsa da, biyopolitika sonraki düşünürlerin sıklıkla dile getirdiği bir kavram oldu.
  2. Dispositif: Fransızca’da alet anlamına geliyor. Ancak Foucault, dispositif, deployment (konuşlanma) ve apparatus (alet, cihaz) terimlerini, sosyal toplum üzerinde güç sahibi olan ve bu gücü arttıran kurumsal, fiziksel ve yönetimsel yapılanmaları ve bilim strüktürlerini tanımlamak için kullandı. Bu nedenle dispositif sözcüğü, filozofun kullanımıyla özdeşleşti. Foucault, kavramın kendisi için anlamını şu şekilde açıklıyor: “Bu terimle anlatmaya çalıştığım, öncelikle söylemler, kurumlar, mimari formlar, düzenleyici kararlar, kanunlar, yönetimsel ölçüler, bilimsel ifadeler ile felsefi, ahlaki ve insancıl önermelerden, kısaca en az dile getirilen kadar dile getirilmeyenden de oluşan heterojen bir topluluk. Bu elemanlar arasında kurulabilecek iletişim sistemi ise, bahsettiğim ‘alet’in kendisi.”
  3. Morfogenetik: Morfogenezle ilgili. Canlının ve canlı yapılarının şekil alması.
  4. Bewegungstrom (Almanca): Hareket akımı, aynı zamanda harekete neden olan güç.
  5. Kişiselleştirme: Foucault tarafından geliştirilmiş bir felsefe konsepti. Bireyin yaratılmasını konu alır.
  6. Manfredo Tafuri (1935 – 1994): İtalyan mimar, sanat tarihçisi ve öğretim üyesi. Bazı çevreler tarafından son elli yılın en önemli mimarlık tarihçileri arasında gösterilir. (Kaynak: Wikipedia)
  7. August Schmarsow (1853 – 1936): Alman sanat tarihçisi. (Kaynak: Wikipedia)
  8. Raumgestalter/in (Almanca): Mekanı yaratan, biçimlendiren.
  9. Raum (Almanca): Mekan
  10. Epistemik: İnsanın idrak ve algılama yeteneğine bağlı ve bilgisiyle sınırlı olan.
Etiketler

Bir yanıt yazın