"Zaman alacak olsa da İstanbul'u kurtarma faaliyeti başladı. Elbette bazı 'kiç' kazalar olacaktır, nahoş görüntüler çıkabilecektir ama her şeyin yerli yerinde kalacağı bir dönem doğuyor."
Öyle, oluyor bir şeyler İstanbul’da ve kimsenin aklına gelmeyecek şeyler oluyor. AK Parti iktidarının yöneticileri, başta Başbakan, klasik, bildiğimiz, dünyaya mal olmuş, İstanbul deyince ilk akla gelen ve bu şehrin yüzlerce yılda oluşturduğu silüetin korunması için ‘bozguncu’ binaların, velev ki gökdelen olsun, yıktırılmasını istiyor. Yerden göğe kadar haklı.
Ama mimar Sinan Genim yaptığı açıklamada hangi birinin yıktırılacağını sorarak, İstanbul’un her yanından mantar gibi gökdelen fışkırırken birkaç binanın ortadan kaldırılmasının hiçbir anlam taşımayacağını belirtiyor. O da yerden göğe kadar haklı. Öte yandan bir başka mimar Gökhan Avcıoğlu görüşlerini açıklarken gökdelenlere değiniyor ve ‘Türkün gökdelenle imtihanı yeni başladı, başlıyor’ diyor. O da yerden göğe kadar haklı.
İş, biliyorum, Hoca’nın kadı hikayesine döndü ama ben bu açıklamaları alt alta koyduğumda, yan yana yazdığımda işin ilginç bir noktada düğümlendiğini düşünüyorum. O nokta şu: İstanbul korkunç bir nüfus çekiyor. Evlenenler, boşananlar üstünden gitmiş mimar Avcıoğlu. Doğru ama ondan daha beteri göç. Bu hareket şehri çeperlerine doğru sıkıştırıyor, genişletiyor, genleştiriyor. Uydu kentler kuruluyor merkezin dışında. Bir açıdan bakarsanız sevindirici. Belki 100 yıl sonra İstanbul, tarihsel merkezini içeride tutan, tıpkı Paris gibi merkezsiz bir şehir olacak. Henüz o noktada değiliz, olmadığımız için de genişleyen kent başka bir dinamiğin tesiri altına giriyor: Sermaye göçü. Henüz yeterince araştırma yok, bütün ayrıntılarını bilmiyoruz ama bir gerçek var ki, Anadolu’dan İstanbul’a sadece vasıfsız insan emeği ve onu kullanan nüfus değil, aynı zamanda sermaye geliyor. Bu sermayenin tamamı hemen gelip Maslak’ta bina yaptırarak oranın Mashattan olmasına katkıda bulunmuyor. Önce kendi kabilesinin, kavminin, aşiretinin, kentlisinin, köylüsünün bulunduğu, nüfus yoğunluğunu meydana getiren çevredeki bir ilçeye gidip yerleşiyor ve sermaye binasını orada inşa ettiriyor. Ben İstanbul’da oradan oraya çok giden biriyim. Tavsiye ederim; adını bile bilmediğiniz bir mahalleden geçerken karşılaşacağınız binalar karşısında hayrete düşeceksiniz. Bazıları kaba saba olsa da bazıları basbayağı eli yüzü düzgün yapılar. Ama hepsi gökdelen. İşte bunlar sağdan soldan, topografyanın el verdiği (ve vermediği) oranda, ölçüde, şekilde o geleneksel silüeti şurasından burasından kemirmeye başlıyor.
Bunu durdurma imkanı var mı?
Sorulacak sorudur; çünkü Kültür Bakanı’nın uygulamak istediği Başbakan’ın yaklaşımının ne ölçüde uygulanabilir olduğu ancak bu cevapla sınanabilir. O zaman cevabı vereyim; bugüne kadar yoktu, bundan sonra olabilir.
Niyesi şu: Bugüne değin AK Parti, Anadolu’dan büyük kente, en çok da İstanbul’a sürüp gelen sermayeyi, o vasıfsız nüfusun yanında, temsil ediyordu. İstanbul sermayesiyle Anadolu sermayesi arasında cereyan ve devam eden savaş bu göçten kaynaklanıyordu. AK Parti’nin 10 yıl önce başlayan bu büyük dalgayı durdurması için ne arzusu vardı ne de imkanı.
Tersine Marx’ın ‘küçük burjuva radikalizmi’ dediği o şiddetli hareketi (biraz eğip bükerek söylüyorum) kendisine hem bir varoluş nedeni olarak seçmişti, hem de onu bir dinamizm unsuru olarak kullanıyordu. Başardı. Bir taraftan o yerleşmemiş, iğreti, göçebe kentli nüfusunu emdi, kendisine mal etti; bir taraftan da bu sermayenin dinamizmini arkasına aldı.
Küreselleşmenin imkanlarını onun üstünden uyguladı ve uyuşmuş, katı, değişmemekte direnen ve statükonun savunuculuğunu yapan İstanbul sermayesinin karşısına dikti.
Şimdi yolun sonuna gelindi. Eriştiği noktada AK Parti’nin bu öncü güçlere hâlâ ihtiyacı var; hâlâ büyük ölçüde gücünü onlardan alıyor, sırtı hâlâ onlara dayalı ve onların hareketi üstünden siyaset üretiyor. Mahareti burada.
Ama bir taraftan da bu parti, haydi o tabirle söyleyeyim, hem sermaye manasında hem de zihniyet olarak burjuvalaşıyor. Onun daha seçkinci, daha sakin, daha durmuş oturmuş değerleriyle iç içe geçiyor. Hal böyle olunca da, önceki yıkıcı radikalizme dur diyor; şimdi onu denetlemeye, belli bir ölçü içinde tutmaya, ona bir yön vermeye çalışıyor.
Daha da garip gelebilecek bir şey söyleyeyim; uzun süre AK Parti’nin muhafazakar olduğunu söyleyenlere karşı çıktım, sosyo-ekonomik açıdan bu kadar dinamik ve hatta ihtiraslı bir kitlenin muhafazakar olmasının hayal bile edilemeyeceğini belirttim. Ama şimdiden sonra, tam olmasa da, şu yukarıda belirttiğim, ‘durmuş oturmuşluk’ nedeniyle, kısmî bir muhafazakarlığın başlayacağından söz edilebilir.
İstanbul’un silüetinin bugüne kadar kemirilmesinden sonra şimdi korunmak istenmesinin altında yatan asıl dinamik budur. Nitekim, daha önce ‘muhafazakarlık kurtaracak İstanbul’u’ demiştim bu köşede yazdığım yazılarda. İşte o muhafazakarlık kendisini göstermiştir, bendenizin kehaneti doğrulanmıştır; zaman alacak olsa da ‘kurtarma faaliyetleri’ başlamıştır Dileyenlere bir örnek olarak Beyoğlu Belediyesi’ni göstereyim. Onu da yazmıştım daha önce. Safiyane bir biçimde, ‘içkiyi yasaklıyorlar’ falan denirken, Beyoğlu Belediyesi, çok akıllıca, çok zarif bir çalımla, Beyoğlu’nu dolduran, 25 kuruşa bira içen lumpen kitleyi oradan sürüp çıkarıyor; bölgeyi mutenalaştırıyor. Artık kim diyemez, Beyoğlu’nun kurtuluşu asıl şimdi başladı diye? Elbette bazı ‘kiç’ kazalar olacaktır, nahoş görüntüler çıkabilecektir ama her şeyin yerli yerinde kalacağı bir dönem doğuyor. Bundan sonrası İstanbul…