Gürsoy Ercan Herkes İçin Mimarlık'la konuştu.
Odylle, uzunca bir süredir İstanbul’da yaşayan, Hollandalı bir müzisyen. Dil konusunda müthiş yetenekli. Önüne gelen her tabelayı okuyor anlamaya çalışıyor. Aklına yatmayınca da basıyor kahkahayı. Bir gün beraber dolaşırken, yine bir tabelada bir kelimeye takılıp kaldı, dönüp bana sordu. “Müteahhitlik ne demek?” dedi. Anlatamadım. Hiç anlamamıştım çünkü! Ne demekti hakikaten müteahhit? Depremden depreme adlarını hatırladığımız pişkinlerden oluşan inşaat simsarları mıydı yalnızca? Mimar desen değildi, inşaat mühendisi olduğu da söylenemezdi… Geveledim bir şeyler; ama o da ben de ikna olmamıştık.
Aklımı o günden beri kurcalayan bu soruyla birlikte, Gümüşsuyu’na doğru yola koyuldum. İTÜ’nün efsanevi binası Taşkışla’ya gidiyordum. ‘Herkes İçin Mimarlık’ adlı çiçeği burnunda derneğin aylık toplantısına yetişmeye çalışıyordum. Elmadağ’daki kazılar nedeniyle 5 dakikalık mesafeyi yarım saate yakın sürede alırken trafikte kahrolmuş, bir kez daha ikna olmuştum; mimarlık lazımdı, hem de hepimize!
Dernek kurulalı henüz bir yıl olmuş, ama projeler dağ gibi birikmiş önlerinde. Ben uzun süredir onlarla bir araya gelmek için uygun anı kolluyordum. Tam zamanıymış!
“Nedir şu müteahhit Allah aşkına, evrensel bir karşılığı var mı?” diye açtığımız sohbet, bir saat boyunca pür neşe devam etti. Taşkışla’nın 317 no.lu dar sınıfında, yaklaşık 20 kişiydik. Konular koyulaştıkça sınıf giderek dar gelmeye başladı; hararetten nefes almak bile zorlaştı ara sıra.
“İnşallah günün birinde bir müteahhidin getirdiği projeye imza atmak zorunda kalmam!” diyerek kısa ve acısız girdi başkan Hakan. İngilizcesi ‘contracter’, Türkçesi ‘girişimci’ imiş bizim müteahhitin. Projelerde yürütücülüğü üstlenen; bir mimardan usulen kopardığı imzayla kat karşılığı yamuk yumuk projelere imza atan korkunç müteahhitlerin resmini silemiyordum bir türlü havsalamdan. “Neyse ki mimarlık herkes için!” deyip sakinleştim, sohbetimize döndüm yeniden.
Atıl durumdaki Kargı ve Çaka köy okullarının ıslahı için, Ordu’da yerel idareyle bir araya gelmişler son olarak. Vali ve Kültür Turizm İl Müdürü’yle yaptıkları görüşmeler gayet olumlu geçmiş. Desteğe hazır olduklarını tekrarlayıp durmuşlar. Bu durum onları daha bir heyecanlandırmış; dört elle sarılmış durumdalar projelerine. Üzerine titriyorlar meselenin. Üstelik masa başından değil, bizzat idare ediyorlar olup biteni. Çaka’da proje olgunlaşana kadar varlar; sonra uygulayıcılara devredecekler. Kargı’da ise ahali tarafından derme çatma yapılan okul binasının yeniden eğitime açılması hayali, onların sayesinde gerçekleşmiş. Tabii bunun da haklı gururunu yaşıyorlar. Bu ve benzeri projelerle; kamusal, toplumsal ve mesleki bütün alanlarda aktifler. Üstelik %100 gönüllük esasıyla bir aradalar.
“İşi de, müşteriyi de, parayı da biz buluyoruz. Aslında normal mimari süreci, tersten işletiyoruz.” diyor Yelta. “Elit müteahitlersiniz yani?” diye kızdırıyorum. Sanki fırsat düşkünü müteahhitlerden onlar sorumluymuş gibi… Hep bir ağızdan karşı çıkıyorlar bu hitap şeklime. Ama yanlış anlaşılmasın; müteahhitlikle alıp veremedikleri bir şey yok. Asıl dertleri elit diye anılmak. “Sadece Anadolu’ya değil Amerika’ya da gitsek, yine elit olmak istemiyoruz!” diye ekliyor. “Sizinki illa olacaksa ‘sosyal sorumlu müteahhitlik’ olur zaten!” diyorum, hoşlarına gidiyor. Müteahhitleri de sektörün bir uzvu olarak görüyorlar; ama ince bir sınır çizmeden edemiyorlar. Oturduğu yerden o ana kadar lafa pek girmeyen Samim; sanki T cetvelini eline alıyor ve ustaca çekiyor çizgiyi! “Müteahhit cebine bakıyor, biz gönüllere!”
Gönüllüler ve üretkenler; ama her şeyi tozpembe görmeyi reddediyorlar. Gerçekçiler. “El ele verelim, insanlara yardım edelim!” gibi romantik bir ilişkiden hazzetmiyorlar. Hele Anadolu’ya ‘yardım eli uzatan’ klasik anlayıştan çok rahatsızlar. “İstanbul’da ne yapıyorsak Çaka’da da aynı şekilde davranıyoruz” diyor Hayrettin. Kargı projesinde halkla bütünleştiklerini; onların düşüncelerini, anılarını dinlediklerini ve yan yana birlikte çalıştıklarını söylüyorlar. Katılımcılığı hem kendi içlerinde, hem projelerinde sonuna dek yaşatmak istiyorlar. Sırf bu yüzden dernekte hiyerarşiye karşılar. Her meslek dalından öğrencilere de davet üstüne davet gönderiyorlar. Katılım bekliyorlar.
Toplumda mimarların algılanış biçimini de kafaya takmış durumdalar. Yelta sıklıkla vurguluyor bunu, örnekler veriyor… “Nasıl ki insanlar sıkıntıya düştüklerinde avukata, hasta olduklarında hekimlere başvuruyor. Mimarlık da aslında böyle temel bir hizmet… Ama bizde “Mimara gitme, pahalıya patlar!” anlayışı yerleşmiş bir kere!” diye sitem ediyor. Temel insan haklarından biri olan barınmanın hayati öneminin farkındalar. O haklara dayanarak kurdukları dernek de bunun en sağlam kanıtı. Üstelik derneklere, örgütlere olan mevcut ön yargıların hayatı nasıl zorlaştırabildiğinin bir dolu kanıtı asılı dururken hafızalarımızda; onların yaptığı çılgınca gelebilir kimilerine. Biraz da bu yüzden yükleniyorum; gayelerinde ne kadar samimi olduklarını görmek, göstermek için.
“Sizin işiniz mi yok, başınıza iş mi arıyorsunuz? Neden ofislerinizde kahvelerinizi yudumlayıp, iyi paralar kazanacağınız projelerde yer almıyorsunuz? Ne işiniz var Gezi Parkı’nda Ordu’da İzmir’de Mardin’de?” Yanıt çok net geliyor: “Emlak dünyasının anlayacağı dilden anlatmak gerekirse…” diyor Yelta, “… Gezi Parkı hepimizin kat hakkı olduğu bir apartman. Arsa hepimizin. Müteahhit tepeden gelir, “Ben buraya bina dikeceğim kimseye de kat mat vermiyorum!” derse, onu kimse, hiç kimse kabul etmez. Uzlaşmak için müteahhitle konuşmamız lazım, biz konuşamıyorsak bile apartman yöneticimizin yani STK’ların onunla konuşup, hepimizin kârına olan bir durum ortaya koyması lazım!” 20’li yaşlarında mesleğe henüz adım atmış, genç, girişimci, sosyal sorumlu mimarlar; işte böyle çözümler için kafa yoruyorlar.
Tarlabaşı projesine geliyor laf bir ara. Projeyi “cilalı” buluyor, ilk defa söz alan Emre. Bu derneğin temeli olan ‘Ölçek 11’ adlı projeden beri işin içinde. “Sana nerede, nasıl yaşayacağını dayatan bir mimari projenin iyi bir proje olması imkânsız! Bu ve benzeri yaklaşımlar nedeniyle tüm dünyada halkın %97’si mimarlık hizmeti alamıyor.” diye özetliyor derdini. Wall Street kuşatmasından mimariye uzanan derin bir görgüyle hem de. Derken Ceren söze giriyor, Gezi Parkı’nda düzenledikleri ‘Herkes için Taksim’ şenliğinden bahsediyor heyecanla. Zaten derneğin su yüzüne çıkışı da o etkinlik sayesinde gerçekleşiyor.
“Cılız ve yaratıcılıktan uzak bir etkinlikti bence!” diyorum, hak veriyorlar. “Biz oraya 10 kişi gidip polisin üzerine yürüseydik daha etkili olabilirdi; ama bunu yapmadık!” diyerek cevabı acı biberli sosla servis ediyor Yelta. Emre devralıyor lafı; “Biz orada gezen, oturan ve parklarını korumak isteyenlerin naifliğiyle hareket etmek zorundaydık! O nedenle bir eylem değil, bir piknik düzenledik.” Arka sıralardan ara ara sohbete dâhil olan Hayrettin “Zaten biz pek kimseyi toplamadık, o insanlar hep oradaydılar. Sadece onu göstermeyi amaçladık!” diyor noktayı koyuyor.
Laf nereye gelirse gelsin, eninde sonunda ‘süreç’ diyorlar. Katılımcılık üzerinde en çok durdukları ve hemfikir oldukları mevzuu… ‘Reddi reddeden’ anlayıştan ötürü inciniyorlar. TOKİ’ye karşı çıkmıyor; hatta günün birinde TOKİ’ye de alternatif bir proje yapabileceklerini söylüyorlar. Sadece ‘iyi bir fiziksel çevrede yaşama hakkı’ nın peşine düşmüş gidiyorlar. Attıkları her adımda zemini yokluyor, dayanıklıysa bir yenisini atıyorlar. Bu yolla değiştiriyor ve değişiyorlar. Tüm bunları yaparken tek umdukları; daha yaşanılabilir bir çevre ve daha katılımcı bir toplumsal hayatı birlikte inşa edebilmek. Bu nedenle ‘herkes’ için çıkmışlar yola, hepimize sesleniyorlar. (Bir de şu müteahhitler olmasa…)