Narmanlı Han'ın geleceği tartışıladursun, Ahmet Hamdi Tanpınar hakkında kitabı olan Prof. Besim Dellaloğlu'nun hanın geleceğiyle ilgili çarpıcı bir önerisi var.
Dellaloğlu’na göre Han’da bir kültürel çalışmalar enstitüsü kurulabilir. “Narmanlı Han’ı korumak istememiz Tanpınar yüzünden ise, bu tercihin seçime de yansıması gerekmez mi? Müze olursa, insanlar oraya gidince ne görecek? Eğer Tanpınar için yapacak isek, öncelikle onun derdinin ne olduğunu düşünmemiz gerekmez mi? Tanpınar’ın derdi bence Türkiye idi.”
I83l’de Rusya’nın elçilik binası olarak inşa edilen ve 1933’te Narmanlı kardeşlere satıldıktan sonra onların adıyla anılmaya başlayan Narmanlı Han yalnızca Tünel’deki nadide konumundan ve mimarisinden dolayı değil, aralarında Ahmet Hamdı Tanpınar, Bedri Rahmi ve Aliye Berger’in de bulunduğu birçok sanatçı ve yazara, bir dönem dejamanak gazetesine ev sahipliği yapmış olması nedeniyle de simge bir mekân. Hanın, 57 milyon dolara bir kozmetik ve tekstil şirketi ortaklığına satıldığı yönündeki haberler üzerine, ‘Modernleşmenin Zihniyet Dünyası – Bir Tanpınar Fetişizmi’ adlı kitabın yazarı, felsefeci, akademisyen Besim Delalloğlu ile konuştuk. Delalloğlu, ‘AVM mi olsun, müze mi?’ tartışmaları arasında, Tanpınar’ın ruhuna uygun bir üçüncü yola işaret ediyor.
Bu ‘muhafazakârlık’ meselesi epeydir benim de kafamı kurcalıyor. Şu soru kafamda dönüp duruyor: Türkiye’de gerçekten bir ‘muhafazakârlık’ var mıdır? Hatta hiç var olmuş mudur? Sadece sosyalizm, liberalizm, anarşizm vb. Batılı değil, muhafazakârlık da Batı’dan gelen bir kavram. Ve Fransız Devrimi’nin hemen sonrasında, bir anlamda ‘geçmişte hiç mi iyi, doğru bir şey yoktu’ hissiyatını ifade ediyor. Dolayısıyla, muhafazakârlık, muhafaza etmeye değer bulunan bir şeyler üretildiği iddiasına dayanır öncelikle. Eğer muhafaza etmeye değer anlamlar üretmemişseniz, her şeyden kolay vazgeçersiniz. Bizim modernleşmemizin en kritik özelliklerinden biri de, geçmişte muhafaza etmeye değer hiçbir anlam veya değerin bulunmadığı düşüncesidir. Asıl ilginç olan, modernleşmeci ekolün ana akım temsilcilerinin yani Kemalizm’in böyle düşünmesi değil, ona her zaman mesafeli hatta muhalif olan kanadın yani bugün iktidarda olan çizginin de aynı tavra sahip olması. Daha önce AKP’yi gelenekçi ve modern bir parti olarak tanımlamıştım. Meselenin öncelikle bir zihniyet meselesi olduğunu düşünüyorum. Kentsel dönüşüm, mimarlık vb. bunun tezahürleri aslında. Daha nitelikli değerler üretemeyenler, mevcut, egemen değerlere teslim olurlar.Bu açıdan Kemalizm’le AKP bana birbirinden çok farklı gibi görünmüyor.
Emek Sineması için, “Böyle büyük bir salon artık iş yapamıyorsa ne yapdabilir?” sorusuna yanıt aranırken, akla bir sinema müzesi formülü geldi. Üretim-tüketim ilişkileri, kentin sosyoekonomik yapısı değişirken Emek gibi, Narmanlı Han gibi değerlernasıl korunabilir?
Ben, açıkçası, her türlü ‘müze’ önerisine artık şüpheyle yaklaşıyorum. Müze öncelikle bir 19. yüzyıl kurumudur. Ulus-devletlerin kendilerini toplumsallaştırırken, kamusallaştırırken kullandıkları en önemli kurumlardan biridir. Bence artık Louvre bir müze müzesidir. Müze, sanılanın tam tersine, içindekilerin bugüne ait olmadığını anlatır. Müze modernliğin kendi öncesini paranteze alması ve bugünden, yaşanandan koparmasıdır. Bizim modernleşme zihniyetimizin geçmişle ilişkisi iki türlü: İlki ‘yık ve yenisini yap’ ve böylece geçmişin bugünle bağlantısını kes; ikincisi ise, ‘müzeleştir’ ve bu şekilde yaşamdan kopar. Bu ikisi ilk bakışta birbirinin alternatifi gibi görünse de, sonuçta aynı kapıya çıkarlar. Elbette, en doğrusu, geçmişte gerçekten değerli olan bir şeyin bugünde de karşılığının olabilmesidir. Tıpkı Hacıbekir gibi! Hacıbekir’den lokum aldığımızda muhafazakâr mı oluyoruz? Geçmişe ait değerli bir şey bugünde yeterince karşılık bulamıyorsa, o zaman o değerin bilincinde olanlar ona sahip çıkmalıdır. Bu noktada en önemli merci kamudur, devlettir. Ardından sivil kurumlar, hatta bireyler gelir. Bu noktada bir başka kavşağa geliyoruz. Bu sahip çıkma, değer bilme nasıl yapılacak? Müze, hâlâ birçoğumuza burada en basit çözüm gibi görünüyor. Bu iyi niyeti anlıyorum ama bu bence kolay çözüm. İşin aslı, o değeri bugünde popüler olmasa da yaşatacak kurumları üretebilmek. Örneğin Hacıbekir’in ekonomik olarak devam edemeyeceği bir noktada ne yapacağız? Lokum müzesi? Yoksa onu, kamu ya da sivil toplumun ekonomik desteğiyle, lokum üreten bir işletme olarak ayakta tutmaya mı çalışmalıyız? Sürekli zarar edeceğini bile bile, eğer lokumu çok seviyorsak, bir Lokum Sevenler Derneği kurup, onun üzerinden Hacıbekir’in yaşamasını mı sağlamalıyız? Müzede lokumun adı var ama tadı yok. O lezzeti hayatın içinde nasıl tutacağız? Bence asıl mesele bu..
Tanpınar fetişizmi’ni eleştiriyorsunuz ama bu dediğiniz de bir tür fetişleştirmeye davetiye çıkarmak değil mi? Lokumu bir fetiş olarak yaşamayan biri bu kadar yükün altına girer mi? Hacıbekir’i zarar etse bile yaşatmaya çalışmak bir fetiş değil de nedir?
Narmanlı Han meselesine gelince; evet, genel gidişe bakarsak yakında orası da bir AVM olarak yeniden inşa edilecek. O kadar parayı veren biri, oradan para kazanmak için yapıyordur bu yatırımı herhalde. Öncelikle, Narmanlı Han’ın korunmaya değer olduğunu ne kadar idrak edebiliyoruz ve bunu nasıl yapmalıyız? Bence bugün Narmanlı Han’ı koruması gereken öncelikle kamu erki yani devlettir. Bunun için de, devlette, Narmanlı Han’ı, onun satışından elde edilecek paradan daha değerli bulabilecek bir zihniyetin hakim olması gerekir. Bunun varlığından şüpheliyim ben, yani iyimser değilim. Ama böyle bir zihniyetin var olduğunu varsayarak, neyin, nasıl yapılması gerektiği konusunda da tartışalım. Narmanlı Han’ı korumak istememiz mesela Tanpınar yüzünden ise, bu tercihin seçime de yansıması gerekmez mi? Müze olunca ne olacak? İnsanlar oraya gidince ne görecekler? Eğer Tanpınar için yapacak isek, öncelikle Tanpınar’ın derdinin, niyetinin ne olduğu düşünmemiz gerekmez mi? Tanpınar’ın derdi bence Türkiye idi. Ama dünyalı, dünyada bir Türkiye…
Dünyada bir Türkiye’nin kenderi nasıl olmalıdır?
Tanpınar bence Türkiye’nin ilk moderniydi, yani hem Türkiyeli, hem de dünyalıydı. Türkiye’de bir Rönesans inşa etmeye çalışıyordu belki de. Hem Batı’yi biliyordu, hem burayı. Kendine, Türkiye’ye ve dünyaya bu kadar geniş bir açıdan bakabilen bir entelektüel, bu topraklarda nadirdir. Benim naçizane önerim bu geniş perspektife paralel bir enstitünün kurulması ve bu kuruma onun adının verilmesi; mekânının da Narmanlı Han olması. Bugünkü akademik terminolojiye uygun olarak, bir ‘kültürel çalışmalar enstitüsü’ olsun. Dünyada, bu adı taşıyan ilk kurum Tanpınar’ın ölümünden iki yıl sonra, 1964’te, İngiltere’de kuruldu. ‘Kültürel Çalışmalar’ Tanpınar’dan sonra çıktı ama onun külliyatına baktığımızda, yapıtının bütününün bu kapsamda değerlendirmeye çok müsait olduğunu iddia edeceğim. Birileri mutlaka itiraz edecek ama buna gönülden inanıyorum. Bir araştırma ve lisansüstü eğitim enstitüsü. Türkiye’ye ve dünyaya komplekssiz bakabilen bir kurum. Tanpınar’ın bir dediğini doğrulayan: “Türkiye evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olmak imkânını vermiyor.” Ama en azından bir dediğini artık yanlışlayabilen: “Türkiye beni yedin.”