Neolitik devrimin yeri: Göbeklitepe

Urfa'da 12 bin yıl önce inşa edilmiş bir tapınak bulundu. Bu, dünyanın ilk tapınağı. Göbeklitepe, Çatalhöyük'ten 2000 yıl daha eski.

Dünyanın en ünlü arkeologları, “Göbeklitepe her şeyi değiştirdi” diyor çünkü tarihi en az iki bin yıl evvele çekti.

Dedem arkeolojiye meftun bir adammış. İkinci Dünya harbinde Ohri’den Türkiye’ye gelince arkeologluğu bırakmak zorunda kalmış. Nice Balkan’lı gibi, taşını, toprağını, çok sevdiği mesleğini içine gömmüş ve burada yepyeni bir hayat kurmaya bakmış. Dedemi hiç tanımadım. Ama onun arkeoloji sevdası benim ve kardeşime geçmiş olacak ki, arkeoloji sanatına olan merakımız ve heyecanımız çocukluğumuzdan beri hiç seyrelmedi. Şanslıyız çünkü bir arkeoloji cennetinde yaşıyoruz ve her geçen gün şaşırtıcı yeni bulgularla karşılaşıyoruz.

İlk tapınak

Sanıyorum bunlardan en önemlisi Göbeklitepe. Sadece şu ana kadar bildiklerimiz bile insanlık tarihini değiştirmiş durumda. Göbeklitepe ünlü arkeolog Gordon Childe’ın dediği gibi “Neolitik Devrim” yaratmış vaziyette. Neden mi? Peygamberler diyarı olarak bilinen Urfa’da 12 000 yıl önce inşa edilmiş bir tapınak bulundu da ondan. Bu dünyanın ilk tapınağı.

Bulunmaz nimet

Tabii bu buzdağının görünen yüzü. Son yıllarda dünyanın en ünlü arkeologları, “Göbeklitepe her şeyi değiştirdi” diyor çünkü tarihi en az iki bin yıl evvele çekti. Göbeklitepe, çoğumuzun bildiği Çatalhöyük’ten 2000 yıl daha eski. Burası büyük bir ihtimalle insanların avcılıktan çiftçiliğe geçip buğdayı ilk evcilleştirdiği nokta. Kısaca, medeniyet tarihi burada başlıyor diyebiliriz.

Neolitik Çağ insanların mağaralarda yaşayan avcı/toplayıcı yaşamdan yerleşik düzene geçtiği süreci anlatır. Bu dönem çoğu kişinin ilgisini çekmez. Müzeye gitseniz, bu döneme ait cilalı taşlar ve iskeletler görürsünüz, büyük memeli kadınlar ve koca gözlü idollere bakarsınız ama konuya özel ilginiz yoksa bu tarih ve objeleri size fazla uzak ve teorik gelir.

Oysa insanı anlamak için o çağa inilmelidir. Arkeoloji ve antropoloji bir nevi dedektifliktir. İnsanların tanrılarından korkularını ve inançlarını, ölülerinden diyetlerini, savaşlarını, ameliyatlarını, hayvanlarından hayat tarzlarını öğrenirsiniz. Bu bağlamda Göbeklitepe, bilim insanları için bulunmaz bir nimettir zira Cilalı Taş Devrinden bu yana, yani 1994 yılına kadar kapalı kalmış, adeta derin dondurucuda korunmuştur.

Neolitik insan, nedendir bilinmez, burasını dikkatli bir şekilde toprakla doldurup/mühürleyip terk etmiş. Aynı lavlar altında donmuş Pompei gibi, burası dokunulmamış bir cevherdir.

Almanya’da bestseller

1994’ten bu yana kazıları yöneten Prof. Klaus Schmidt’in konuyla ilgili kitabı Arkeoloji ve Sanat yayınlarında çıktı. Ne acıdır ki bizde pek ilgi görmedi ama Almanya’da bestseller oldu. Şu anda okuyorum, ilgilenenlere hararetle tavsiye ederim. Kitap, sıkıcı bir akademik dille değil sanki bir macera kitabı gibi Göbeklitepe’nin keşfini anlatıyor. Schmidt, büyük cümleler kurmuyor, bulduklarıyla bize daha çok soru sordurtuyor. Bana göre şu aşamada yapmamız gereken şey de bu. Eski arkeologlar, define avcıları gibi davranıp, dinamitle girerlermiş sitlere. Günümüzde ise çok ağır ve dikkatli çalışılıyor. Arkeoloji, sabır işi olmakla birlikte Urfa müze müdürün ve arkeolog Müslüm Ercan’ın hocasının da dediği gibi iyi bir hayal gücü, “atma gücü” gerektiren bir meslek.

Bir ulu ağaç

Gelelim sit alanına. Bir kere girdiğiniz anda coğrafyaya çarpılıyorsunuz. Bronte’nin Uğultulu Tepeleri gibi yaz-kış rüzgarlı, sulak bir bölgede buluyorsunuz kendinizi. Aşağıda bir çoban, gözünüzü acıtan yeşillikteki bir çayın kenarında koyunlarını otlatıyor.

Arkeologlar, buranın su kültüyle ilgili olduğunu düşünüyor. Daha metal araç-gereçler yokken oydukları sert kayalar, suya verdikleri öneme işaret ediyor. Bulunan objelerden anlaşılıyor ki Neolitik çağda buraya yüzlerce kilometre öteden ziyaretçiler gelmiş.

Sonra bir ulu ağaç sizi karşılıyor, en tepede. Bu ağaç, Tim Burton’un film setlerine yakışır gotiklikte. Bekçi Mahmut Yıldız’la uzun uzun sohbet ediyoruz. Ataları bu topraklarda çiftçilik, çobanlık yapmış. Dedeleri, ulu olduğunu düşündükleri bu ağaca hastalarını taşımış, çocuğu olmayan kadınlar için burada kurban kesilmiş. (Sonra müzede gördüğüm çocuklu dikilitaş acaba aynı amaçla mı yapılmış diye düşünmeden edemiyorum).

Anadolu’da en sevdiğim görüntü, rengarenk bezlerin ve mendillerin bağlandığı bu ağaçlardır. Belli yerlerde, bin yıllar da geçse, dinler de değişse, gelenekleri kaybolmuyor. Neolitik insan, buradaki dikilitaşların dibine yaban domuzu heykelleri kondurmuş; adak mahiyetinde. Günümüzde ise her yıl koyun kesiliyor, diğer hayvanların sağlığını garantiye almak babında. Burasının kesintisiz bir kutsal mekan olduğu ortada.

Etiketler

Bir yanıt yazın