Filmlerin gerçek ya da gerçek üstü yaşamlardan ilham aldığına inanan bizler hayatın her anında mimarlığın olması gerektiğini savunuyoruz. Bu yüzden bu yıl 3. kez Oscar'a aday en iyi filmlerin geçtiği mekanları sizin için inceledik.
84. kez düzenlenecek olan Oscar Ödül Töreni 27 Şubat 2012’de gerçekleşti. Bu seneki ödül töreni daha ortada ne fol ne de yumurta yokken yeterince dedikoduya yol açtı.
İlk olarak Kodak Theatre geleneğinden vazgeçildiği açıklandı! Çünkü Kodak iflas etti ve sponsorluğunu geri çekmek durumunda kaldı. 2002’den bu yana ne de güzel ev sahipliği yapmıştı oysa ki… Gidenin yeni gelen Hollywood and Highland Center’ı aratmaması tek dileğim.
Hollywood and Highland Center Los Angeles’ın ünlü caddeleri Hollywood Boleuvard ve Highland Avenue’da yer alan 36 bin metrekarelik bir alışveriş kompleksi. Yaklaşık 6 bin metrekarelik alana sahip balo salonu ise Oscar için ayrılmış durumda. Trizec Properties tarafından geliştirilen proje 3 yıllık bir inşaat aşamasının sonunda 2001 yılında tamamlandı. Proje Ehrenkrantz Eckstut & Kuhn Architects tarafından tasarlandı.
Ardından töreni Eddy Murphy’nin sunacağı açıklandı ki bu haber birçok Murphy hayranının coşkulu tepkisine neden oldu. ancak hemen ardından Murphy sunuculuktan bir şekilde caydı ve kimin törene ev sahipliği yapacağı konusu ise dedikodu kazanına düştü. Çok gecikmeden beklenen haber geldi ve herkes muradına erdi. 9. kez şovu sunacak olan isim (nöbetçi sunucu da diyebiliriz) tabii ki de Billy Crystal oldu. Şok şok şok!
84. kez düzenlenen akademi Ödülleri Töreni’nde kazananlar şu şekilde sıralandı:
– En İyi Film: The Artist
– En İyi Yönetmen: Michel Hazanavicius (The Artist)m
– En İyi Kadın Oyuncu: Meryl Streep (Demir Leydi)
– En İyi Erkek Oyuncu: Jean Dujardin (The Artist)
– En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Octavia Spencer (Duyguların Rengi)
– En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Christopher Plummer (Beginners)
– En İyi Yabancı Film: A Separation (İran)
– En İyi Belgesel: Undefeated
– En İyi Özgün Senaryo: Woody Allen (Paris’te Geceyarısı)
– En İyi Uyarlama Senaryo: Alexander Payne, Nat Faxon and Jim Rash (Senden Bana Kalan)
– En İyi animasyon: Rango
– En İyi Kısa animasyon: The Fantastic Flying Books of Mr. Morris Lessmore
– En İyi Sanat Yönetmeni: Hugo
– En İyi Sinematografi: Hugo
– En İyi Kostüm Tasarımı: The Artist
– En İyi Makyaj: Demir Leydi
– En İyi Kısa Metrajlı Belgesel: Saving Face
– En İyi Canlı aksiyon Kısa Film: The Shore
– En İyi Görsel Efekt: Hugo
– En İyi Film Montajı: Ejderha Dövmeli Kız
– En İyi Ses Montajı: Hugo
– En iyi Ses Miksajı: Hugo
– En İyi Müzik: The Artist
– En iyi orijinal şarkı: Man or Muppet (The Muppets)
– Jean Hersholt İnsanlık Ödülü: Oprah Winfrey
– Onur Ödülü: James Earl Jones
– Onur Ödülü: Dick Smith
– Gordon E. Sawyer Ödülü: Douglas Trumbull
Gelelim arkitera Mimarlık Merkezi’nin Oscar’a olan yoğun ilgisine… Filmlerin gerçek ya da gerçek üstü yaşamlardan ilham aldığına inanan bizler hayatın her anında mimarlığın olması gerektiğini savunuyoruz. Bu yüzden bu yıl 3. kez Oscar’a aday en iyi filmlerin geçtiği mekanları sizin için inceledik.
The Artist 2012 yılının en iyi filmi seçildi.
Oscar Ödülü’ne aday olan 9 film ise şu şekilde sıralanıyor:
– Extremely Loud and Increcibly Close
– Hugo
– Moneyball
– Midnight in Paris
– The Artist
– The Descendants
– The Help
– The Tree of Life
– War Horse
Bu senenin en iyi film adaylarını teker teker ele almadan önce filmler ve aralarındaki garip bağlantılara değinmeyi bir görev bildik.
Filmlerden 5 tanesinin başrol ya da yardımcı oyuncu rollerinde çocuk yaşında oyuncular var. Tom Hanks ve Sean Penn ise başrolde oldukları halde filmlerde çok kısa süre gözüküyor.
Hugo ve The Artist sinema tarihini ele alıyor.
Midnight in Paris ve Hugo ise Paris’te geçiyor.
The Descendants hariç hepsi geçmişi anlatıyor.
War Horse’daki atlara ve The Artist’teki köpeğe bakıp “ay, aynı insan gibi” diyorsunuz.
The Tree of Life, The Descendants, The Help, Hugo, Warhorse ve Extremely Loud and Increcibly Close’da ise çocuk ve ebeveyn ilişkileri vurgulanıyor.
Hem Moneyball hem de The Tree of Life’ın başrolünde Brad Pitt varken, Viola Davis The Help ve Extremely Loud and Increcibly Close’da karşımıza çıkıyor. Jessica Chastain ise The Help’te Celia Foote rolündeyken The Tree of Life’ta O’Brien ailesinin annesini oynuyor. aynı durum John Goodman için de geçerli (The Artist ve Extremely Loud and Increcibly Close).
Filmlerin 3 tanesinde her nedense yemek masası özellikle göze sokuluyor.
En garip olan durum ise konuların en temelinde ise kahramanlar birer kaybedenken büyük mücadeleler sonunda kazananlara dönüşmesi. Bu konuya tekrar döneceğiz…
The Artist (Artist)
Demet akalın’ın siyah beyaz olduğu ve içinde diyalog olmadığı için izlemeye 10 dakika dayanabildiği film tam 10 dalda Oscar adaylığı bulunuyor. Michael Hazanavicius’un yönettiği film tıpkı Hugo gibi sessiz film dönemini anlatıyor. Emekçiye saygısını sunuyor.
The Artist 2012 yılının en iyi filmi seçildi.
1927 ve 1932 arasında sinemada yaşanan teknolojik devrimin bir yıldızı yok ederken bir diğerini nasıl yücelttiğini izliyoruz. Filmle ilgili en sevdiğim şey ise George Valentin (Jean Dujardin) ve Peppy Miller’ın (Bérénice Bejo) ışık dolu gülen gözleriydi. Film o dönemin sinema tekniğini o kadar iyi benimsemiş ki gölgeler ve kontrastların etkisi insanı büyülüyor.
Set dekorasyonları Austin Buchinsky ve Robert Gould’a ait. Buchinsky’nin ilk deneyimi gözükürken Gould oldukça deneyimli, zira kendisi RoboCop, Total Recall, Die Hard 2, Cliffhanger, Demolition Man, Starship Troopers ve The Expendables gibi iddialı yapımlarda yer aldı.
İnsanı gülümseten bir film olması büyük etkisini perçinlese de bir sinemasever olarak bu yaratıcı düşünceye günümüzden bir şeyin daha eklenmesini tercih ederdim.
Tüm bu 1930’lar karmaşası içinde beni duygulandıran tek şey o güzelim sinema salonları oldu. Bana Emek Sineması’nı ve seneler önce orkestra eşliğinde izlediğim bir sessiz filmi hatırlattı.
Moneyball (Kazanma Sanatı)
İstanbul’da beyzbol vardı da biz mi izlemedik? İnanın beyzboldan anladığımdan daha çok ofsayta kafam basıyor. Bu filmde neler olduğunu anlamam için matematik bilgimi kullanmam daha avantajlı oldu.
Yönetmenliğini Bennet Miller’ın yaptığı film 6 dalda Oscar adayıydı. 2003’te yayınlanan Michael Lewis’in aynı isimli romanından beyaz perdeye aktarılmış.
10 parmağında 10 marifeti olan bir beyzbol oyuncusu olan Billy Beane (Brad Pitt) Oakland athletics takımının yöneticisi olarak karşımıza çıkıyor. Yanına Peter Brand’i (Jonah Hill) de alınca beyzbol takımı yerine birlikte matematik kulübünü yönetmeye başlıyorlar. az bütçeyle çok galibiyet temalı düşünce yöntemi her ne kadar tepki alsa da uygulanıyor ve olaylar gelişiyor…
Biz nasıl Mimarlığı Seviyorum diyorsak onlar da karşılarına çıkan her zorlukta “Beyzbolu Seviyorum” diyerek ayakta kalıyorlar.
Bu arada bu filmde Pitt’e neden günümüzün Robert Redford’u dendiğini anlayacaksınız.
Filmin set dekoratörlüğünü Nancy Haigh üstlenmiş. Kendisini daha önceleri Big Fish, No Country For Old Men, Barton Fink, Forrest Gump, True Grit, Burn after Reading, Truman Show, artificial Intelligence: AI, Jarhead ve O Brother, Where art Thou?, Dreamgirls ve a Serious Man gibi efsanelerin setlerinde de çalışmış!
Oakland-Alameda County Coliseum’daki toplantı odası. Uzun bir masa etrafında toplanan ihtiyar heyeti takım hakkında kararlar verirken odaya göz atma imkanı buluyoruz. Beyaz fayans kaplı duvarlara sahip oda yapay olarak aydınlatılıyor ve eminim pis bir kokuya da sahip. Duvarların ikisi neredeyse tamamı beyaz yazı tahtasıyla kaplı. Ortamı sempatikleştirmek amacıyla da duvarlardan birine dayanmış alçak dolabın üzerine birkaç saksı serpiştirilmiş.
The Descendants (Senden Bana Kalan)
Yönetmen olarak bu kez karşımızda alexander Payne var. Filmin 5 dalda Oscar adaylığı bulunuyor.
Matt King (George Clooney) gerçek bir karakter olsaydı kesinlikle ArkiPARC 2012‘de konuşmacı olarak karşımıza çıkardı. Mirasyedilerden oluşan bir kuzen ordusunun liderliğini üstlenen King aslında bir avukat ve gayrimenkul zengini. Karısı Elizabeth’in bir deniz kazasında ağır şekilde yaralanıp komada olması sonucu drama başlamış oluyor. Zira King yoğun iş temposundan ilk defa başını kaldırıp kızları Scottie ve Alexandra ile ilgilenmek zorunda kalıyor.
Karısının sağlık sorunu bir yana Hawaii yasalarına göre dünyanın cennet köşelerinden biri sayılabilecek devasa bir arsayı devretmek zorunda bırakılan kuzenler birleşip burayı oteller, alışveriş merkezleri, ticari alanlar ve konutların bulunduğu Marmaris tarzı dev komplekslerin yapılması için satmayı kararlaştırıyorlar. ancak en önemli konu ise fikir birliğine varılması ve içlerine sinmesi. İşte bu yüzden bitmek bilmeyen kucaklamalarla başlayan toplantılar düzenliyorlar…
Tanrım, lütfen dünyanın en “cool” insanı George Clooney filmde göründüğü kadar yaşlanmış olmasın! Hele yokuş aşağı koşuşu karizmasını epey düşürdü gibi gözüküyor!
Kısacası film Hawaii’de geçiyor ve bu yüzden film için çok özel mekan yaratma gereği de pek duyulmamış. Olağanüstü peyzajı izlemek bile filmden zevk almak için yeterli. Tertemiz sokaklar ve el değmemiş doğası, “Bizde niye yok!” diye bağırmama neden olmadı değil…
Filmin set dekoratörlüğü Matt Callahan tarafından yapılmış. Shameless’ı hiç izlediniz mi? Evet, kendisi bu dizide de aynı görevi üstlenmiş durumda!
Hawaii tanıtımı niteliğindeki filmde çekim yapılan peyzajlar insanın içini ısıtıyor…
The Help (Duyguların Rengi)
1960’larda geçen feminist filmin yönetmen koltuğuna Tate Taylor oturmuş. Kathryn Stockett’in aynı isimli romanından uyarlanmış filmde şahsen göz yaşlarımı tutamadım. Filmin 3 farklı kategoride Oscar adaylığı mevcut.
Her yıl Oscar’a aday filmlerden biri “farklı” olanların hikayelerini anlatır. Bu sene hiç gay filmi olmadığı için bu kategori için The Help uygun görülmüş belli ki.
Film o günlerden bu yana geçen 50 yılda nelerin değişmediği üzerine kurulu. Emek her daim ucuz, çalışan her daim değersiz. Hala maaşını alabilmek için insanlar bazı saygısızlıklara boyun eğmek durumunda!
Mimarazzi‘yi bu filmden yola çıkarak saygıyla anmak isterim…
The Help’in set dekorasyonları daha önce 2007’de Mad Men’in bir bölümünde ve Coffee and Cigarettes’te edindiği tecrübeleri bu filme aktarmış olan Rena Deangelo.
The Help’te en çok bahsi geçen mekan tuvalet iken yemek masaları özellikle dikkat çekiyor. Her çeşit her bütçeye göre sofra karşımıza çıkıyor.
Filmde evler arasında mekik dokuyoruz. Skeeter’ın ailesinin evi, Hilly’nin evi, Celia’nın evi, Elizabeth’in evi, Aibileen’in evi ve Minny’nin evi.
War Horse (Savaş Atı)
Steven Spielberg geri geldi! Hatırlar mısınız, biz çocukken Pazar sabahları televizyonda ailece film izler keyiflenirdik. Michael Morpurgo’nun yazdığı bir çocuk romanından uyarlanan film tam 6 dalda Oscar’a aday.
Lassie ve Siyah İnci kadar iyi eğitimli fakat bahtsız bir atın etrafındaki olayları izlerken 1. Dünya Savaşı’na hafifçe tanık oluyorsunuz bu filmde.
Set dekoratörlüğünü yapan Lee Sandales, seyretmeye doyamadığım Sex and The City 2 ve Casino Royale gibi filmlerde de çalışmış. Filmin çekimleri 64 günde tamamlanmış.
Film İngiliz taşrası Devon’da başlıyor. Devon’un kendine has bir mimarisi var, sürdürülebilir, doğal, depreme dayanıklı ve yangına karşı dayanıklı bir yapıya olanak veren özel duvarlar (kil, kum, saman, su ve toprak karışımından oluşuyor) ve samandan yapılmış çok eğimli dam örtüleri karşımıza çıkıyor. Ted Narracott’un kiracısı olduğu bu mimarideki evini ve tarlasını inceliyoruz.
Bu filmde de bol bol bozkırlar ve rüzgarın hareketini izleme fırsatı yakalıyoruz.
Daha sonra kendimizi harekat üslerinde, ormanlarda buluyoruz. Savaş henüz sertleşmemişken Fransa’da yel değirmeni olan bir çiftliğe konuk oluyoruz.
Sonrası iyiliğin çoktan terk ettiği savaş cephelerinde içimiz daralıyor. Çamurlu, farelerin kol gezdiği siperler arasında geziniyor, zaman zaman dikenli tellerle taçlandırılmış barikatlarla karşılaşıyoruz. Zor zamanlar…
Extremely Loud and Increcibly Close (Çok Gürültülü ve Çok Yakın)
Kendimi aday filmlerin hepsini izlemeye adamamış olsam asla seyretmeyi bırakın dokunamayacağım bir film. Benim için tüm negatiflikler bir araya toplanmış durumda: Tom Hanks, Sandra Bullock, 11 Eylül ve sürekli sinir krizi geçiren bir velet!
Neyse hayatımdan geçen 2 saat 10 dakikanın hatırına bunu da yazmak zorundayım. Filmin yönetmeni Stephen Daldry. Bu film de Jonathan Safran Foer’in aynı adlı romanından sinemaya uyarlanmış.
Yönetmenliği Stephen Daldry tarafından üstlenilmiş film 2 dalda Oscar adaylığına sahip. Filmin set dekorasyonları daha önce I am Legend, The Lovely Bones, Scent of a Woman, Shaft, Riding in Cars with Boys, The Pink Panther, en sevdiğim filmlerden Desperately Seeking Susan ve She-Devil gibi filmlerden tanıdığımız George DeTitta Jr tarafından yapıldı.
Film 11 Eylül’ün etkilerini bir çocuğun babasıyla olan ilişkisi üzerinden anlatıyor. Bu ilişki oldukça özel çünkü Thomas Schell oğluyla oyunlar oynamayı çok seviyor. Aile New York’ta yaşıyor ve babası oğluna New York’un aslında 6 ilçeden oluştuğunu, bu ilçenin Manhattan’ın yanında bir ada olduğunu ve oraya sadece yüzülerek ulaşılabileceğini anlatıyor. Ancak bu ilçe artık kaybolmuş ve kimse nerede olduğunu bilmiyor. Baba ipuçlarını veriyor ve oğul bulmacayı çözmeye çalışıyor.
11 Eylül’de Dünya Ticaret Merkezi’nde bir toplantıda bulunma talihsizliğiyle yüzleşen Thomas hayatını kaybediyor. Babasının ölümünü kabullenmek istemeyen Oskar günün birinde bir anahtar buluyor ve yeni bir macera başlıyor.
Oskar Schell tıpkı Hugo Cabaret gibi tek bir eşyaya anlam yüklüyor ve hayatını bunun anlamını çözmeye adıyor. Oskar da Hugo gibi bir dahi.
Hugo
Martin Scorcese’den ekmek yediği sinema endüstrisini yücelten ve eski değerlerini hatırlatan bir film. Filmin 3 boyutlu olması ise The Artist’in tersine tamamiyle ilham verici. Brian Selznick’in romanının bir uyarlaması olan film 11 dalda Oscar adayı olma başarısını gösterdi.
The Artist gibi bu film de 1930’larda geçiyor ve Midnight in Paris ile aynı şehirde geçiyor. Filmin çoğunluğu Paris’in 6 büyük istasyonundan biri olan Gare Montparnasse’ta geçiyor. Tren istasyonu 1840’ta açıldı ve 1969’da tamamiyle yenilendi. Filmde Hugo’nun kabusuna giren tren kazası gerçek hayatta 1895 yılında aynı şekilde yaşandı.
Hugo Oskar Schell gibi babasını kaybettikten sonra tek bir eşyaya bağlanıyor. Her boş zamanında babasıyle birlikte tamir etmeye çalıştıkları otomatonla uğraşıyor. Tamir edebilmek için Georges Méliès’nin oyuncak dükkanından sürekli parçalar çalıyor. ancak günün birinde yakalanıyor ve cebinde ne varsa kaptırıyor. Böylece Georges Baba ve Hugo’nun garip ilişkisi başlıyor.
Hugo otomatonun çalışması için tek eksiğin bir anahtar olduğunu fark ediyor. Hem ihtiyacı olan anahtar hem de cebinden kaptırdıkları için güvenli alanı olan saat kulesinden çıkıyor ve olaylar gelişiyor.
Set dekorasyonu daha önce Interview with the Vampire, Gangs of New York, The Aviator, Sweeney Todd ve Shutter Island gibi başyapıtlara da imza atan Francesca Lo Schiavo tarafından yapıldı. 2012 yılında 3. kez Schiavo Oscar heykelciğini eve götürdü.
En İyi Sanat Yönetmenliği kategorisinde aday olan diğer isimler ise şöyle sıralandı:
– The Artist – Laurence Bennett ve Robert Gould
– Harry Potter and the Deathly Hallows – Part 2 – Stuart Craig ve Stephanie McMillan
– Midnight in Paris – Anne Seibel ve Hélène Dubreuil
– War Horse – Rick Carter ve Lee Sandales
The Tree of Life
Yönetmen Terrence Malick 2 saat 18 dakikalık bir görsel şölen sunuyor. Birbirinden bağımsız farklı anlamlara sahip bütün bu görüntüler bir araya gelip tek bir his yaratıyor: ferahlık.
Film Teksas’ta yaşayan O’Brien Ailesi’nin ilişkilerini temel alarak hayatı, sevgiyi, dini, yaratan ve yaratılanları sorguluyor. Bu filmde de tıpkı Hugo, Extremely Loud and Incredibly Cloud, The Descendants ve War Horse’da olduğu gibi baba figürü ve çocukları ile arasındaki münasebetler anlatılıyor.
Bu film aslında ailenin en büyük oğlu Jack O’Brien’ın (Sean Penn) hayatından kesitler sunuyor. Jack’in bizi ilgilendiren yanı ise bir mimar olması.
Filmdeki ferahlık hissi mekanlardaki sakinlikten ve malzeme olarak bolca cam kullanılmasından kaynaklanıyor.
Doğumdan ölüme, başlangıçtan sona geçen tüm süreci mükemmel bir tarzda anlatmayı başaran filmin set dekorasyonu Jeanette Scott tarafından yapıldı. Scott daha önce The Faculty, Sin City, Death Proof ve Planet Terror gibi farklı türde filmlere imzasını attı.
En iyi film adaylarından 8 tanesini hiç iç çekmeden anlattık. Geriye gönüllerin Oscar’ını alan Midnight in Paris kaldı.
Ben hiç Paris’e gitmedim ve Paris’e ayak basmamış bir kişi olarak bu filmi anlatmayı uygun bulmadım.
İşte bu yüzden benim yerine Beril Azizoğlu’nun kaleminden okuyacaksınız…
Midnight in Paris (Paris’te Gece Yarısı)
Woody Allen’ın kariyerinin ticari olarak en başarılı filmi Midnight in Paris, hafif tonu ve Allen’a has zeki ve nükteli diyaloglarıyla yönetmenin eski günlerini aratmayan, fantezi ile süslü bir romantik komedi. Woody Allen’ın şehirleri insanlardan daha çok sevdiğini biliyoruz, ışıkların, sanatın ve romantizmin şehri Paris de, New York ve Barcelona gibi yönetmenin saygı duruşunda bulunduğu şehirler arasında. Ancak bu filmde, günümüz Paris’inin yanı sıra Owen Wilson’ın canlandırdığı ve açıkça bir Woody Allen alter egosu olan nostaljik yazar Gil üzerinden 1920’lerin Paris’ine ve sonrasında “Belle Epoque” zamanlarına, yani 19.yy’ın sonlarına gidiyoruz.
Yazar olma heveslisi Gil, gözleri paradan başka bir şey görmeyen sığ nişanlısı Inez (Rachel Mcadams) ve onun sağcı ailesi ile Paris’e tatile geliyor. Edebiyat idollerinin şehri Paris’in tadını çıkarmak isterken hayallerine sürekli köstek olan nişanlısının peşinden hiç de sevmediği kendini beğenmiş ortamlara sürükleniyor. Fakat bir gece nişanlısından ayrılıp kendini Paris’in sokaklarına atıyor. Saint – Germain’deki Saint Etienne-du-Mont kilisesinin merdivenlerinde oturmuşken, gece yarısı çanı çaldığı anda, sarı eski model bir taksi beliriyor. Gil taksiye biner ve bir anda görmeyi çok istediği 1920’lerin Paris’ine ışınlanıyor. F. Scott Fitzgerald (Tom Hiddleston), Ernest Hemingway (Corey Stoll) ve Gertrude Stein (Kathy Bates) ile partilere katılır, Picasso’nun sevgilisi Adriana’ya (Marion Cotillard) aşık oluyor.
Midnight in Paris’in açılış görüntüleri, yönetmenin 1979 yapımı şaheser filmi Manhattan’a bir gönderme gibi. Sanki film boyunca işlenen nostalji temasıyla paralel bir şekilde, yönetmenin son dönemlerde yaptığı işleri beğenmeyen ve eski zamanlarına özlem duyan hayranlarına da bir selam niteliğinde. Bu görüntüler Paris’in en bilinen, en turistik ve klişe yerlerinin oldukça romantik görüntüleri ve film adeta Paris aşığı ortalama bir Amerikalı olan Gil’in gözünden bakıyormuşçasına Eiffel Kulesi, Luvre Müzesi, Notre Dame gibi kartpostallarda gördüğümüz mekanlarla açılıyor.
Filmin prodüktörü ve sanat yönetmeni mimar anne Seibel ve sinematografı Darius Khondji klişelikten kurtulmak için perspektifleri değiştirdiklerini söylüyor. Örneğin Eiffel Kulesi ya da Sacré-Coeur’ü tamamen kadraja almadan daha önce pek görmediğimiz açılardan çekilmesine dikkat etmişler. Ayrıca Woody Allen’ın özellikle yağmurlu görüntüler istediğini, böylece daha da romantik bir etki yaratıldığını söylüyorlar.
Allen, Paris ve romantizm temasına Monet’nin birçok tablosuna konu olan Giverny Bahçeleri (Paris’e 80 km) ile devam ediyor.
Woody Allen çokbilmiş akademisyenleri hiç sevmez. Gil, Inez’in ukala arkadaşları John ve Carol ile Paris’in müzelerini istemeye istemeye gezmek zorunda kalıyor.
Concorde Meydanı’nda bulunan Orangerie Müzesi’nde Monet’nin ünlü eseri Les Nymphéas’a bakıyorlar.
Paris 7. Bögedeki Rodin Müzesine giderler. Müze rehberini Fransa’nın First Lady’si Carla Bruni oynuyor.
Gil nostaljik insanların yapmayı çok sevdiği bir şey yapıp dünyanın en büyük antika pazarı olan Saint-Ouen Bit Pazarına gidiyor ve orada kendisi gibi geçmişe büyük ilgi duyan satıcı Gabrielle ile tanışıyor.
Filmde günümüz Paris’i orta yaşlı zengin amerikalı turistlerin gezdiği, gördüğü zengin semtlerden oluşuyor. İç mekanlarsa pahalı restoranlar ve beş yıldızlı oteller. Dekora beyaz renkler hakim.
1920’lerin Paris’ine geçerken Gil’in bindiği taksiyle başlayan sarı renk ise o dönemin bütün dekorunda kendini hissettiriyor.
Gertrude Stein’in apartmanının dekoruysa adeta bir cevher ve oldukça gerçekçi.
1831 yılında açılan Deyrolles, Paris’in en sıra dışı dükkanlarından biri ve tabii gerçekdışı etkisiyle Gil’in 1920’lere yaptığı fantastik yolculuk için mükemmel bir dekor. Set tasarımcısı Seibel, Salvador Dali’nin (Adrian Brody) düğünü için buradan daha iyi bir yer düşünülemezdi diyor. Devekuşu tüyünden özel lambalar tasarlamışlar ve etrafa vahşi hayvan figürleri serpiştirmişler.
Gil ile Adriana, Adriana’nın hayran olduğu “Belle Epoque” dönemine geçerler ve o dönemin Art Nouveau dekoru ve her zaman içeride güzel kadınlar bulundurmasıyla ünlü restoranı Maxim’s e giriyor. Bugün bu restoran bir zincir haline dönüşmüş ve sahibi moda devi Pierre Cardin.
Seibel iç mekanda masalar ve aksesuarlarda dış mekandaysa tentede değişiklik yaptıklarını ancak restoranda başka hiçbir şeye dokunmalarına izin vermediklerini söylüyor. Kadraja at arabası ve çiçekçi kadın yerleştirerek o dönemin hissini verdiklerini belirtiyor.
Ancak en çok Moulin Rouge’u yaratırken zorlanmışlar. Moulin Rouge, ahşap zeminini çevreleyen sütünların üstünde duran balkonları ve tepeden sarkan çelenk biçimli dev avizesi ile çok büyük bir alanmış. Eski bir tiyatro olan La Cigale Konser Salonu Moulin Rouge’a dönüştürmüş.
Filmin sonunda her şeyin zamanında güzel olduğunu ve her zamanın kendi güzellikleri olduğunu keşfeden Gil bu nostalji hastalığından kurtuluyor. Film nostalji saplantısını eleştirir gibi gözükürken bence aslında bundan daha önemli bir şey söylüyor: Şu hayattan zevk almak için etrafımızdaki güzelliklerin ve sanatın kıymetini bilmeliyiz. Bu da ancak çevremizde zevklerimizi paylaşan insanlar varsa olabilir.
Bir Oscar Ödül Töreni’ni daha geçirdik. Ne kadar doğru kararlar sonucu bu ödüllerin verildiği tartışma konusu.
Sinema günün ortasında hayal görmek gibi bir şey ve bu hayallerin nereden çıktığını merak ediyorsanız, etrafınıza bakmanız yeterli!
İyi seyirler…