Oscar Töreni öncesi sizin için En İyi Film dalında aday olan filmleri izlemeye ve bu filmlere ruhunu veren mekanları incelemeye devam ediyoruz...
2013’te aday olan filmler şöyle sıralanıyor:
Bu 9 film içinde bu kez Michael Haneke’nin son filmi olan 2012 yapımı Amour’u inceliyorum.
Haneke hakkında yorum yapmamak bu yazıyı uzatmamanın en iyi yolu sanırım. İfade etmek gereken en önemli olgu ise ekselanslarının insanın kalbine değil ama beynine verdiği rahatsızlık hissi.
Yönetmen bu film ile yanında büyüdüğü ve yıllarca hayranlıkla seyrettiği yaşlı bir kadının gerçek öyküsünü aktarıyor ve O’na olan hislerini sonunda açmaya kendini adıyor.
Sadece 3 günlüğüne eve kapanıp hiçkimseyle iletişim kurmadığınız oldu mu? Peki ya, 3. günün sonunda bakkala gidip “2 ekmek, 1 Maltepe” dediğinizde sesinizi tanıyamadığınız? Ne yazık ki o ses aslında yanlızlığın sesi!
Her insan yanlız doğar ve yanlız ölür derler… Bazıları bu acımasız savaş sırasında da yanlız yaşar. Çok şanslı olanlar ise çiftini bulmayı başarır. Çifti derken, bir ömrü birlikte sıkılmadan, yılmadan geçirebileceği o kişiyi…
Hayat akıp gider, bu akışta tek başına sürüklenmek nicelerinin kaderiyken şanslı olanlar birbirlerine tutunur. Hastalıkta, sağlıkta, taa ki ölüm onları ayırana dek….
Bu hayatta sadece ölümün aralarına girebileceği kaç kişi tanıyorsunuz? Çok zor zamanlarda yaşadığımızı kabul edelim ve filmi incelemeye koyulalım hadi…
1959 yapımı Hiroshima Mon Amour filminde Emmanuelle Riva’nın yer aldığı bu sahneden Haneke çok etkilenmiş olsa gerek ki, Amour’da bu sahneye bir gönderme yapmış…
2012 yapımı filmin başrollerini Jean-Louis Trintignant ve Emmanuelle Riva üstleniyor. Bu iki oyuncuyu daha önce renk üçlemelerinden Blue (Mavi) ve Red’de (Kırmızı) izlemiştik. Kadınların yaşı sorulmaz ama Riva buradaki rolü ile bugüne dek En İyi Kadın Oyuncu dalında aday gösterilen en yaşlı aktris ünvanını da elde etti. Daha önceki rekor Driving Miss Daisy filmindeki performansı ile Jessica Tandy’nindi.
Haneke bu filmi ile özellikle Batı’nın soğuk yüreklerinde bir çığır aşmayı başarmış gibi gözüküyor. Schubert’in nameleriyle mükemmeleşen filmde en çok tartışılan konu ise güvercin sahneleri ve Haneke’nin neye gönderme yaptığı oldu. Türkler’in bu tip bir “acıtasyon”a karşı duyarsız bile kalabileceği filmin yankıları sürüyor.
Film 2012 yılında Cannes Film Festivali başta olmak üzere 11th WDCAFCA Awards, 19th Southeastern Film Critics Awards, 14th San Francisco Film Critics Awards, 17th San Diego Film Critics Society Awards, Premio Cinema Ludus, 7th Oklahoma Film Critics Awards, 12th New York Film Critics Online Awards, 78th New York Film Critics Circle Awards, 84th National Board of Review, 38th Los Angeles Film Critics Awards, 33rd London Film Critics Circle Awards, 16th Las Vegas Film Critics Awards, 46th Kansas City Film Critics Awards, 65th FIPRESCI Awards,47th National Society of Film Critics Awards, 25th European Film Awards, 33rd Durban International Film Festival, 19th Dallas-Fort Worth Film Critics Awards, 18th Critics’ Choice Awards, 23rd Chicago Film Critics Awards, British Film Institute, 33rd Boston Society of Film Critics Award, 7th Alliance of Women Film Journalists Award ve Altın Küre’den ödüller kaptı. Üzerine 25th European Film Awards ve 66th British Academy Film Awards gibi geri kalan neredeyse tüm film ödüllerine de birçok dalda aday oldu. Bu seneki Akademi Ödülleri’nde ise En İyi Film, En İyi Kadın Oyuncu, En İyi Yabancı Film, En İyi Senaryo ve En İyi Yönetmen kategorilerinde filmin adaylıkları bulunuyor.
İnsanların yaşlanmayı reddettiği bu çağda, sevdiklerinizin birer yaşlı gence dönüşümünü izlemek kolay değil. Yaşlanmak ise hiç kolay olmasa gerek…
Haneke, Riva ve Trintignant
Haneke Amour’da, tek mekan kullanıyor, Georges ve Anne Laurent’in Paris’teki evleri. Bunun dışında filmin başında bir konser salonunu (Théâtre des Champs-Elysées) ve Laurentler’in eve dönüş yolunu izliyoruz.
80’li yaşlarındaki çift konser dönüşü eve girerken kapının kilidiyle oynandığını farkediyor. Aslında içeri davetsiz girenler biziz. Bizi zorla bu dairede 127 dakikalığına hapis tutan Haneke, bir de utanmadan başımıza gelecekleri çıtlatmak için evin her odasını karanlıkta ayrı ayrı gezdiriyor. Evi hissediyoruz, mekanlar yılların denemiyini yansıtırcasına buram buram yaşlı kokuyor.
İçinde yaşadıkları apartman dairesi çift için bir sığınak, aşklarının yuvası. CD’ler ve kitaplarla dolu, rahat koltukların bulunduğu ve halıların kendini gösterdiği bu ev onların son barınağı olan bu ev geniş ve aydınlık. Onlar nadiren bir konsere gitmek için buradan ayrılıyor, çünkü dört duvar arasında ikisinin tek bir dünyası var.
Libération gazetesinde yayınlanan Olivier Séguret ve Didier Péron’un birlikte gerçekleştirdikleri röportajda Haneke’ye filmdeki apartman dairesinin bir kültür halesiyle çevrili olduğu, sanki kendisini saran dış dünyadan kurtarılmış bir vaha gibi resmedildiği yorumu yapılıyor. Yönetmen bu yoruma karşılık:
“Hastalık söz konusu olduğunda durum budur çünkü, hangi sosyal sınıfta yer aldığınızdan bağımsız olarak, dünyanız apartmanınızın dört duvarına sığınır. Bu arada şunu söylemem gerekir ki, bir apartman dairesi daha ziyade bir ayrıcalıktır, zira orada, dört duvar arasında geçen yaşlılık sürgününüzü sürdürmek için gerekli her şeye sahipsinizdir…
… Bu filmi hastane koridorlarında yahut huzur evinde çekmeyi istemedim. Öncesinde hastanelerde çeşitli araştırmalar yaptım ancak, inanın ki yüreğim buna el vermedi. Nasıl doktorlar ve hemşireler tüm bu acılara dayanabiliyorlar bilmiyorum.” diyor.
Laurent’lerin kızı olan Eva’nın sıkıntılı bir anında pencereden dışarı bakışı sırasında evin konumu da az çok kendini belli ediyor. Geniş, tertemiz sokakların kesiştiği bir dört yol ağzında bulunan apartman sanırım 6. katta yer alıyor. İki müzik öğretmenin evi belli ki oldukça iyi bir semtte bulunuyor.
Evin dikdörtgene yakın bir planı var. Eve genişçe bir giriş holünden girdiğinizde büyük kapılar sizi karşılıyor. Hemen sağda, biri mutfağa diğeri ise salona açılan iki kapı var. Ancak nedense (belki de yaşlı alışkanlıkları nedeniyle) her eve gelişte Anne ve Georges giriş kapısının karşısındaki kocaman yemek odası kapısından salona geçmek yerine, bu küçük kapıdan salona girmeyi tercih ediyorlar… Gerçi bir dijital kamera yüzünden Haneke ile araları bozulsa da bu filmde yine harikalar yaratmış olan görüntü yönetmeni Darius Khondji’nin bir bildiği olsa gerek!
ekşisözlük’te film için yapılan yorumlardan birinde şunlar yazılmış:
“neredeyse hiç yakın plan kullanmayan bir film…zorunlu tekli planların dışında bunu hiç yapmamış…bu da izleyicide tanık olma duygusunu yaratıyor ki bu çok daha iyi bir şey. özdeşim kurmadan tanıklık bana göre sinema diline daha uygun…zira gerçek etki ve olayın inandırıcılığı böylece daha fazlalaşıyor…cut cut, sürekli kararan kadrajlar, bir o planda bir bu planda alınan görüntüler ve kamera açıları izleyicinin kadraj içeriğine yoğunlaşmasını engelliyor. bu filmde işte bunlar yok…sizi bir drama şahit tutuyor. sizi onun bir parçası yapmıyor.”
Libération’daki röportajda geçen başka bir diyaloğu size aktarmak istiyorum:
“Filmin çekildiği apartman dairesi Viyana’da anne-babanızın yaşadığı evin bir kopyası gibi. Neden?
Çünkü mekanı tanımanın getirdiği avantajların her zaman bana yeni olasılıklar açtığını düşünüyorum. Örneğin, mutfak ile oda arasındaki uzaklık, belirli bir noktadan diğerine gitmek için kat edilmesi gereken mesafe, odaların genişliği sebebiyle hareketlerin kısıtlanması gibi detaylar oldukça önemlidir.
Filmlerinizde hiçbir şeyi şansa bırakmıyorsunuz, mesela Amour’daki kütüphanenin tematik ve alfabetik olarak sıralanmasını istemişsiniz…
Evet setteki insanlar neredeyse benden nefret etmeye başladı. Daha önce Caché filminmdeki Auteuil karakteri bir kültür sanat gazetecisiydi ve dairesine 4000 kitap getirttik, tabi hepsini dizmesi gerekti. Bu hissedilebilir bir şey. Bir odaya girdiğinizde kütüphanenin doğru dizilmediğini hemen anlayabilirsiniz. Her kitabın bir hikayesi, orada olmasının bir sebebi vardır ve eğer yoksa, o zaman en azından alfabetik sıraya göre dizilmesi gerekir. Eğer makul bir etki yaratmak istiyorsanız, her detaya, her bir aksesuara hatta bunların yanında akustik diğer ögelere, mesela parkenin gıcırtısına bile ayrı ayrı dikkat etmeniz gerekir. Atmosfer ediğimiz şey detaylardan meydana gelir.
Sette adeta bir tiranlık kurmanız, film ekibi açısından bir sorun oluşturmuyor mu?
Bana göre sorun değil, nazik olmaya çalışıyorum ama sinirlenebilirim de… Her insanın hata yapma hakkı vardır, ancak eğer birisi aynı hatayı 3 kez yapıyorsa, işte o zaman çekilmez birisine dönüşebiliyorum. Benim için önemli olan tek şey sonuçtur. İstediğiniz aptallığı yapabilirsiniz, ama sonuçta film iyiyse herkes sizinle çalışmak ister. Öte yandan, dünyanın en nazik insanı olabilirsiniz, ama eğer ortaya çıkan film değersiz ise, insanlar sizden ümidini keser ve hatta yaptıklarınızla dalga geçmeye başlarlar. Bu söylediklerimden “iyi bir film yapmak için aptal olmanız gerekir” anlamı çıkarılmasın (gülüyor)…”
Anlaşılan o ki set tasarımcıları Susanne Haneke ve Sophie Reynaud, Haneke’den çok çekmişler. Ancak ortaya iyi bir iş çıkmış…
Giriş holünün hemen yanında bir tuvalet yer alıyor. Giriş kapısının karşısında salona bağlı yemek odası ve buna açılan yatak odası var.
Haneke, Karin Schiefer ile yaptığı söyleşide iç mekandaki renklerin nasıl kullanıldığını anlatmış:
“Bu filmdeki çift zevkli bir biçimde yaşam alanlarını dekore etmiş. Bu dairenin kat planı aileminkiyle aynı. Sadece iç dekorasyon Fransız tarzına göre yeniden yorumlandı. Bu da yaklaşımı kolaylaştırdı. Eğer bir şey hakkında düşünürseniz, ortaya yeni fikirler çıkar. Renk kavramı ise yeniden oluşturulan kütüphaneden geldi. Bu temelde renge önem vermeden, daireyi zevkle dekore ettik. Bir kuşağın dekorasyon zevkini aktarmak istedik.1950’li yılların mobilyaları, ’60’lardan kalma müzik sistemi ve 2000’lerin favori teknolojisi olan DVD oynatıcısını kullandık. Biz bu dairedeki eşyaların yıllar boyunca nasıl bir araya geldiği dahil olmak üzere her şeyi son ayrıntısına kadar düşündük. En zoru da buydu, bir film seti yerine yaşanmış bir mekan yaratmak…”
İyi seyiler (dayanabilirseniz tabii)!