24 Şubat'ta verilecek Akademi Ödülleri öncesi sizin için En İyi Film adayı filmleri izliyoruz ve filmlerin mekanlarını inceliyoruz...
Benim için yılın en önemli zamanlarından biri geldi çattı: Oscar zamanı! 85. Oscar Ödül Töreni kazananları ise 24 Şubat 2013’te Los Angeles Dolby Theatre’da düzenlenecek ödül töreni ile sahiplerini bulacak. ABC Televizyonu’ndan canlı yayınlanacak, Oscar Ödül gecesi ayrıca dünya çapında 225 ülkeden canlı olarak takip edilebilecek. 85. kez verilecek olan Akademi Ödülleri hakkında birkaç bilgiyi paylaşmayı kendime görev bilirim:
Her başarılı erkek gibi Seth MacFarlane’in arkasında da bir Oscar var
Bu sene bu dalda toplam 9 film yarışıyor.
Bu filmlerin tek tek hepsinin öykülerini ve bu öykülerin geçtiği mekanları sizlere anlatacağım. İlk olarak geçmiş yılların biraz Slumdog Millionare, biraz da District 9 kategorisinden bir film ile başlamak istiyorum: Beasts of the Southern Wild (Düşler Diyarı).
Beast of the Souhtern Wild muhteşem bir film, bir başyapıt! Çoğunuzun “yine mi bağımsız film?” diye haykırdığını duyar gibi oluyorum. Film o kadar başarılı oldu ki bağımsızlığı filan da kalmadı. Oprah şovunda filme tam 1 saat yer verdi ve bunun nedenini Obama’nın filmle ilgili yaptığı övgüler olduğunu açıkladı.
2012 yılında Cannes Film Festivali, Sundance Film Festivali, Deauville American Film Festival, Los Angeles Film Festivali, Guanajuato Uluslarası Film Festivali ve Seattle Uluslarası Film Festivali’nden ödüller aldı, bunlar da yetmedi ve “En Yenilikçi Çıkış” dalında bir Sutherland Ödülü’nü de kazandı.
2012 yapımı Benh Zeitlin’in yönettiği film aslında Lucy Alibar’ın tek perdelik bir oyunu olan Juicy and Delicious’ın beyaz perdeye taşınmış hali. 85. Akademi Ödülleri’nde En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Uyarlama Senaryo ve En İyi Kadın Oyuncu dallarında filmin adaylıkları bulunuyor.
Bu film aynı zamanda Zeitlin’in ilk uzun metrajlı filmi.
Quvenzhané Wallis ve Benh Zeitlin.
Quvenzhané, film çekilirken 5 yaşındaydı, performansını buna göre değerlendirmek gerek. Şu an tam 9 yaşında olan Cimcime En İyi Kadın Oyuncu kategorisinde aday gösterilen en genç oyuncu. Umuyorum ki ileriki yıllarda kendisi bize bir Natalie Portman hayalkırıklığı yaşatmaz…
Film dünyanın dibinde bulunan bir adada yaşayan kız mı yoksa erkek mi olduğunu başta anlayamadığımız Hushpuppy’nin (Cimcime) hikayesinin bir kısmı. O, bu koskocaman evrenin küçücük bir parçası, ama ileride bilimadamları ile diğer çocuklar O’ndan ve yaptıklarından bahsedecekler.
Hushpuppy’nin yaşadığı dünya bizim bildiklerimizden çok farklı. Dıştan ne kadar sefil gözükse de o karmaşanın içinde ruhani bir bütünlük söz konusu. Adeta alkolle yıkanan ama her şeyi elleriyle yapan yetişkinlerin gölgesinde kalmayan bir çocukluk yaşıyor. Babası Wink ve öğretmeni Bayan Bathsheba O’na hayatı ve hayatta kalmanın en ince detaylarını öğretiyorlar.
Hushpuppy düşünüyor, düşündüklerini uygulamaktan hiç korkmuyor! Çünkü O çok cesur… Çünkü O sadece bir çocuk değil, toplumunun bireyi. Yaşadığı çevreye saygısı var ve içindeki her şeye ilgi duyuyor. Onları dinliyor, anlamak istiyor… İleride Bathtub’un (Leğen) kralı olacak…
Filmdeki ada “Isle de Charles Doucet” nam-ı diğer Bathtub (Leğen) için ilham Louisiana’da bulunan Terrebonne Parish’den alınmış. Erozyon tehdidi altında olan izole ve bağımsız balıkçı toplulukların yaşadığı bu ada sık sık kasırgalarla boğuşuyor ve en önemlisi, hızla aşınıyor ve yükselen deniz seviyesi de ayrı bir esin kaynağı. Filme mekan olan gerçek dünyadaki adres ise Terrebonne Parish kasabasında yer alan Montegut. Niyeyse bana hep Avustralya’da geçiyormuş hissi vermişti…
Filmin set tasarımları Erin Staub ve Annie Evelyn tarafından özenle hazırlanmış. Filmdeki fiziksel çevre aktörlerden daha büyük bir rol üstleniyor. Filmdeki karakterlerin her birinin tanıdığınız hiçkimseye benzememe nedeni ise şehirlilerin onları dışlaması. Ada ile şehir arasında bir su bendi var. O bendi çekince medeni toplum kendini ilkelliğin güzelliği ve naifliğinden korumuş.
Wink şehre bakıp Hushpuppy’ye dönüyor, derin bir nefes alıp “Orası çok çirkin değil mi? Biz dünyanın en güzel yerine sahibiz” diyor. Belki de filmi özetleyen cümle de bu.
Alp Turgut filmle ilgili kesinlikle katıldığım şu yorumları yazmış:
“Olası sel baskınına karşı halkın bir sığınıkta toplandığı ‘Düşler Dünyası’nda insanların çoğunun Afroamerikalı olduğu göze çarpıyor ki, bunun asıl sebebi yönetmen Zeitlin’in ‘modern’ insanın ezeli istilasını anlatmak; çünkü başta doğal afet gibi duran selin asıl nedeni urbanizm. Şehirdeki insanların kendilerini korumak için yaptıkları barajın, kırsal kesimde bir yıkıma dönüştüğü filmde ‘Bathtub’ halkı evlerinden olurken, modern dünyaya karşı duyulan nefrette büyüyor.”
Zeitlin, filmin temasının ve öyküsünün evrensel olduğunun altını çiziyor. Bathtub’da yaşın, ırkın ve cinsiyet gibi konular önemsiz. Hayatta kalmak söz konusu ise zaten bunların ne önemi var?
Filmde oynayan herkes, 4.000 kız çocuğu arasından beğenilen Quvenzhané dahil olmak üzere, yerel halk arasından seçildi. Baba rolünde harikalar yaratan Dwight Henry ise kasabanın fırıncısı. Film için ekşisözlük‘te yazanlar arasından en çok ilgimi çeken şu yorum oldu:
“şimdi bunları okuyup sakın bu filmi düşük bütçeli falan sanmayınız. set dizaynlarından kullanılan hayvanların eğitimine, ana karakterin babasının kullandığı ters çevrilmiş ford kamyonetten bozma deniz botundan tahta evler ve içlerindeki çöplere kadar her şey olağanüstü bir ekip tarafından hazırlanmış. bağımsız metodlarla çekilmiş bir film, evet, ancak değme hollywood filmi bütçelerine yakın bir para harcanmış olsa gerek.”
7 haftada çekilen filmin bütçesi tam 1,3 milyon Dolar ve Fox’a 2 milyon Dolar karşılığında satılmış…
Para anca züğürdün çenesini yorarmış… Haydi filme geri dönelim.
Filmde en ufak mekandan en büyüğüne bir bütünlük söz konusu, belki de dünyada sürüp giden karmaşa burada bu şekilde ortaya çıkıyor. Bathtub’da gördüğünüz hemen her şey aslında birer tasarım. Wink’in teknesinden yüzen gece kulübüne kadar her şey yerel, tıpkı en küçük parçaların evreni oluşturması gibi her şey çöplerin birleşerek nesneyi nasıl oluşturduğunu ifade ediyor.
Kaosun dinginliği, korkunun cesareti, masalın gerçekçiliği var bu filmde ve işte bunlar filmi bu kadar etkileyici kılıp sonunda kendinizi tutamayıp gözyaşlarına boğulmanızı sağlıyor.
Fatma Onat‘ın bu tespiti bana oldukça iyi bir eleştiri olarak geldi:
“Film ayrıca, terk ediş güdüsü her koşulda harekete geçebilen insanın ‘kalmak’ arzusunu ortaya çıkarıyor. Söz konusu alanda yaşayan insanların felaket ihtimaliyle evlerini terk edişlerine, bazıları hiçbir yere gitmeyerek karşılık veriyor. Bu çaresiz bir bekleyişten çok zaafkar da olsa bir kahramanlık duruşu olarak dikkat çekiyor. Mücadele etmek ve bildiği yerde ölmek arzusu yepyeni bir yaşam mücadelesine yol açıyor. Ayrıca bu kalış, beraberinde her geçen gün değerini yitiren, varlığı dünyaya ziyan, adı çatışmayla, yıkımla, yokedişle anılan ‘insan’ın zarif bir hareketle az da olsa yukarı çekilişini sağlıyor. Kendinden ötesini yok sayan bir yaratığa, canavarlar, buzullar, fırtınalarla karşılık veriyor. Terkediş demişken durduğumuz yerden zalimlik algımızı da kırıyor film. Babanın bulunduğu koşullara, ruh haline dışarıdan bakarken, onun çocuğu için doğru bildiğini yapmaya çabaladığını görmek gelenekselleşmiş ebeveyn algımızda bir kırılma yaratıyor. Kızmakla anlamaya çalışmak arasındaki seyirciliğimiz çokça kızmaktan yana dursa da filmin gücü fikir değişikliğine de sebep olabiliyor.
Kaynakların tükendiği bir alanda kendi kendini onarmak arzusundaki canlılara, bentlerin arkasındaki insanlar ‘yardım eli’ uzatmaya çalışırken, götürüldükleri yerde onlara sunulan düzen, tavlayıcı olamayabiliyor. Kendilerine daha iyi koşullarda bakılan bir yardım merkezinden kendi arzularıyla kaçmak isteyen bir grup insansa söz ettiğimiz ve bu insanlar evlerine döndüklerinde en kötü koşullarla karşılaşacaklarını bile bile kaçabiliyorsa, o vakit durmak ve o insanlara bildikleri ve istedikleri yerden bir hayat onarmak gerek. Bir de duvarlar örüp, tel örgüler çekerek çoğu zaman sözde tehlikeleri hayatlarından uzak tutmak için, insanları ikiye ve daha çok parçaya bölen bütün düzen kuruculara filmden selam olsun. Bu işlerden öyle kolay kaçılmıyor. Buzullar erirken ortaya çıkan canavarlar büyük adımlarını, bütün her yere varmalarını sağlayacak kadar kocaman atıyor. O adımlar daha fazla hızlanmadan tekrar tekrar silkelenmek gerek.”
Bathtub daha önce benzerini kendi gözlerimle görmediğim derecede varoş. Türkiye’nin varoşları bile burasının yanında lüks semtlere dönüşüyor. Nedense filmi izlerken aklıma Tarlabaşı, Gülsuyu gibi yerler ve burada yaşayanların direnişleri geldi. Bu filmle ne kadar haklı olduklarının ve zorla “güzellik” olamayacağının bir kez daha farkına vardım.
Daha yazacak milyonlarca şey olsa da filmle ilgili daha fazla “spoiler” vermemek adına artık kalemi bırakıyorum.
Bu düşsel şöleni izledikten sonra, dilerseniz film hakkında tartışırız…
Şimdilik iyi seyirler!