Paranın Cinleri

Bizler birer tüketici-yaya olarak yalnızca sinemaya gidip gelemeyiz. Bir tüketici boş bırakılmaya gelmez. Önce bütün mağazaların önünden; bütün kafelerin, restauranların masalarının arasından geçmemiz gerek.

Şair Murathan Mungan bundan 20 küsur yıl evvel kaleme aldığı yazısında ailesinin hikayesini anlatırken, büyükbabasının yazıya da adını veren ‘paranın cinleri’yle olan kavgasını da anlatır. Şeyh Said İsyanı’nın ardından başka illere (ve elbette) başka dillere sürgün edilen büyükbaba, bir başarısızlıktan bir başarısızlığa savrulur. Ailenin en kaydadeğer başarısızlıklarının altında büyükbabanın imzası vardır.

Sonunda aklını yitirmeye başlar büyükbaba. Niğde Cezaevi’nde yatarken, karısının altınlarını satıp gönderdiği paraları lime lime edip elmaların içine sıkıştırır. Soranlara da böylece “paraya gizlenmiş bütün cinleri hapsettiğini” söyler. Ama ‘paranın cinleri’ni elmaların içine hapsetmek kimin haddine?

Büyükbaba, ‘paranın cinleri’ne açtığı savaşı kaybeder: Yıllar sonra Mardin’de bir hastanede yapayalnız ve beş parasız öldüğünde, miras olarak bir gün yetenekli bir torunu tarafından anlatılmayı bekleyen hazin hikayesindeki boyun eğmeyenlere özgü tarifsiz güzelliği bırakmıştı.

Ne elmaların içine ne yerin yedi kat dibine, hiç kimse hiç bir yere hapsedemedi ‘paranın cinleri’ni. O günden bu yana çok yol aldılar. Her yere sızdılar, ele  geçirdiler, yerleştiler. Hayat para için dizayn edilir oldu. Paranın serbestisi için, insanlar derdest edildi, köleleştirildi. Ve bugün hepimiz paranın selameti için yaşar olduk. Artık hepimiz, tüm insanlar, yalnızca paranın özgürce dolaşması için çabalayan birer araca dönüştük.

Bundan epey bir yıl önce, ODTÜ’de, -muhtemelen etrafı su yolları ve çalılarla kapalı bir arkaddan geçerek gelip küçücük bir kapıdan çoook yüksek tavanlı geniş bir avluya adım attığı için- insanın içeri girince dışarı çıktığını sandığı Behruz Çinici imzalı Mimarlık Fakültesi binasında son sınıf öğrencilerinin sunumlarını izleme şansım olmuştu.

Öğrenciler Ankara’nın en eski, en güzel parklarından birinin bir köşesine bir bina tasarlıyorlardı. Bir AVM, bir kütüphane, bir kültür merkezi, her şey olabiliyordu bu tasarı. O sunumları izlerken ve hocalardan oluşan kurulun sorularını dinlerken şunu farkettiğimi hatırlıyorum:

Mimari; estetik, kullanışlılık, dayanıklılık, olabilirlik gibi pek çok şeyi dikkate alıyordu ama temel olarak bir yaya hareketi mühendisliğine karşılık geliyordu. Benim bu şehirde nereden geçeceğimi planlayan, alternatifleri sunan, mecburiyetleri dayatanlar mimarlardı. Biz yayalar ancak iki yerden geçebilirdik: Mimarların düşünüp tasarladıkladıkları yerlerden ve tasarlarken düşünemedikleri yerlerden.

Eskiden binalar, sokaklar, şehirler insan için tasarlanırdı, şimdi para için tasarlanıyor. İnsan yalnızca bir araç. Zaten adı da insan değil artık: Tüketici. Bu yüzden, şimdilerde para kazanmanın en kestirme yollarından biri de zamanında insanlar için tasarlanmış mekanları para için yeniden tasarlamak.

Öyleyse, mesela İstanbul’un Hiç bir mağazaya ya da pasaja eyvallah etmeden sokaktan direk girilebilen tek düz ayak sineması neden bölünerek en üst kata alınıyor? Neden olduğu yerde restore etmediler de en üst kata alıyorlar? Neden AVM’lerini Emek Sineması’nın sırtına yapmadılar? Daha kolay olmaz mıydı? Ve asıl soru: Neden sinemalar hep AVM’lerin en üst katında, en dip köşesinde?

Bunlara biraz da buradan bakmalı: Bizler birer tüketici-yaya olarak yalnızca sinemaya gidip gelemeyiz. Bir tüketici boş bırakılmaya gelmez. Önce bütün mağazaların önünden; bütün kafelerin, restauranların masalarının arasından geçmemiz gerek. Biz; her şeyden evvel, paranın rahatça yolculuk etmesine yardımcı olan hareketli elemanlarız. Her şeyin para için düşünüldüğünü, onun için tasarlandığını akıldan çıkarmamakta fayda var. 

Ve demagojinin en aleladesiyle, en pespayesiyle karşı karşıya olduğumuzu da. Nehirlerimizi HES’lere peşkeş çekerken “’Artık su akar Türk bakar’ denmeyecek” diyerek kendi liberal zihniyetini bir ulusa mal edenler, Taksim Gezi Parkı’nda “Topçu Kışlasını ayağa kaldırmak istiyoruz” diyerek “tarihine sahip çıkan Türk milleti” teranesini okuyanlar Emek Sineması’nda da eksik değil.

Emek sineması da bizim gül hatırımız için beşinci kata alınıyormuş zaten: “Bir şirket çıkmış, Emek Sineması’nı aynı şekilde koruyarak, sinemayı yaşatabilmek için 12 salonlu bir proje yapıyor. Ona ‘Helal olsun’ demek lazım. Sinemaları koymayarak daha kârlı yapabilirdik bu projeyi. Bu sinemalar bize çok büyük bir gelir getirecek yerler değil” diyor Kamer İnşaat’ın ortaklarından Levent Eyüboğlu.

Benzerliğe dikkat buyurun: Türklüğüyle gurur duyan, tarihine sahip çıkan, halka hizmet için çırpınan zihniyetlerle karşı karşıyayız hep. Nehirlerimizi peşkeş çekenler, parklarımızı yok etmek, sinemalarımızı yerle bir etmek isteyen bu insanlar hep bizim iyiliğimiz için uğraşıyorlar. Ne iyi insanlar, değil mi? İyi bakın resme arkalardan bir yerden ‘paranın cinleri’nin size nanik yaptığını görüyor musunuz?

Mutlaka görün. Çünkü HES’lerde, maden arama izinlerinde karşı karşıya olduğumuz tehditle, Emek’te, Gezi Parkı’nda karşı karşıya olduğumuz tehdit birbirinin eşi. HES’lerle, maden arama projeleriyle köyünü, toprağını kaybedilen köylülerle, AVM’lerle, kentsel dönüşüm projeleriyle sineması, parkı, mahallesi elinden alınan kentlilere kurulan cümle aynı: Sen bir hiçsin, burası senin değil.

Doğru değil ama: Biz bir hiç değiliz ve burası bizim.

Büyükbaba haklıydı. ‘Paranın cinleri’ne karşı savaşmak lazımdı. Tamam, paraları lime lime bir elmanın içine tıkıştırmak yerinde bir fikir olamayabilir. Ama eminim, birlikte düşünüp birlikte hareket edersek, o paraları buruşturup tıkıştırabileceğimiz daha doğru bir yer bulabiliriz.

Buradan selamlarımı göndermek istiyorum büyükbabaya. 

Etiketler

Bir yanıt yazın