Paris’in En “Şuh” Müzesi

Postmodern mimarinin en şımarık temsilcisi olarak kötü bir üne sahip Frank Gehry'nin tasarladığı Paris'teki Fondation Louis Vuitton, sanat eserine mekan oluşturmaktan çok sadece kendisini ön plana çıkaran "şuh" bir karaktere sahip.

Müzeden çok, ‘mimari-heykel’ demek yanlış olmaz. İçinde mimarinin şaklabanlıklarına kurban olmayan beş adet “normal” odaya bile sahip değil.

Çağdaş sanatın konumlanmasında itici güç olarak ortaya çıkan vakıf müzeleri, özel koleksiyonerlerin görünürlülüğünü arttırdığı gibi, onları sanat yapıtı-sanatçı-sanat tarihi arasındaki iletişimde önemli bir konuma taşıdı. Kuzey Amerika’da, 1950’lerden itibaren başlayan özel koleksiyoncuların müzeleşme süreci, sanatın demokratik devlet sorumluluğunda anayasalarla korunma altına alındığı Avrupa kıtasında geç başladı. Çünkü Avrupa’daki güçlü müze geleneği, 1980’lere dek özel koleksiyonculara ihtiyaç duymaksızın hem güncel hem de tarihi bağlamda sanatın sunumunda, koleksiyonun yapılmasında tartışmasız olarak “güç odaklarını” elinde tutuyordu. Ancak yaşlı kıtanın liberal kemer sıkma politikalarının ilk kurbanları devlet koleksiyonları ve müzeler olduğu için, 1980 sonrasında giderek canavarlaşan “sanat piyasası” resmi kurumların güncel sanatı desteklemelerine izin vermeyen bir sistemi, Amerikan modeli olarak, sahneye koydu. Bu konuda yazılan kitaplar kütüphaneleri dolduracak kadar çok olduğu için, özel koleksiyoncuların nasıl görünür olduklarına dair daha fazla söz etmeye gerek yok.

Müze Değil Mimari-Heykel

Aslında konuyu geçtiğimiz haftalarda Paris’te açılan Fondation Louis Vuitton’a getirmek istiyorum. Paris’in en güzel köşelerinden biri olan Bois de Boulogne kenarında postmodern mimarinin en şımarık temsilcisi olarak kötü bir üne sahip olan Frank Ghery tarafından tasarlanan bu vakıf müzesi, aslında konu çağdaş sanat bile olsa, gerçekten sahneye çıkanların sadece proje siparişini veren “koleksiyoncu” ile” meşhur mimarın” olduğu garip bir oyunun Fransa’daki ilk sahnelenişini üstlendiği için özellikle üzerinde durulması gereken karaktere sahip.
Avrupa’nın en zengin kişilerinden biri olan Bernard Arnault uzun yıllardan beri Paris’te bir özel müze kurmak için kelepir yer arıyordu. Kendisine hak ettiği ilginin gösterilmediğine inanan bu zengin adam, memleketine küsüp Venedik’teki Palazzo Grassi’ye milyonlar döküp tamirini üstlendikten sonra koleksiyondan çok, en çok para getiren tahviller gibi sanat piyasasının en pahalı isimlerinden oluşan eserlerini sergilemeye başlamıştı. Sosyalistlerin güç sahibi olduğu Paris’teki yerel yönetimler sonunda tüm zamanların en büyük ton balığı kadar varlıklı olan bu kişiye, mimariyi ve yönetimi 35 yıl sonra, halka, yani belediyeye devretme sözünü alarak Bois de Boulogne kenarında ücret almadan toprak verdiler. Bu alan üzerinde Frank Gehry’nin tasarladığı binaya müzeden çok, “mimari-heykel” demek herhalde yanlış olmaz.

Sanatı Yok Sayan Egoist Tasarım

Çünkü alabildiğine malzeme ve gösteriş düşkünlüğünün sonucu olan şık tasarım, sanat eserlerine sergilenecek salon ya da mekân oluşturmaktan çok, sadece kendisini ön plana çıkaran “şuh” bir karaktere sahip. Yapımı 150 milyon euro olduğu tahmin edilen binada (Gehry’nin telifinin sekiz haneli milyon euroya denk geldiğinin bilinmesine rağmen, bu konuda bir açıklama yapılmadı.), toprak katındaki galeriler sayılmazsa içinde mimarinin şaklabanlıklarına kurban olmayan beş adet “normal” odaya bile sahip değil. Normal oda derken, sanat eserlerinin ihtiyacı olan yükseklikte, gün ışığı alan, düzgün duvarlı, sıradan zemini olan alanlardan bahsediyorum. Amaç odaklı değil, gösteriş hedefli mimarinin en pahalı, en güçlü, en sosyetik temsilcisi olan Gehry, sanatı yok sayabilecek kadar egoist tasarımlarıyla kendi damgasını binalara çakmayı çok iyi biliyor.

Özgür Düşüncenin Beslendiği Yer: Müze

Gerçek şu ki, müzelere sanat eserlerinin ışığı ve büyüsü için gidilir. Müze hoş vakit geçirilecek bir alış veriş ve dinlenme mekânı değildir. Buraya sanat görmek için gidilir. Bir kere değil, onlarca, yüzlerce kere gidersiniz müzeye. Çünkü bilirsiniz ki, kalbiniz çalan eserler buradadır. Onların karşısında hem üzüntünüzü hem de neşenizi, kısacası “varoluş nedeninizi” sorguladığınız anlar sizin birey olmanın mutluluğunu yaşatır. Bir çok kişiye romantik geleceğini bilmeme rağmen, müzenin bir prestij projesi değil, demokratik toplumlarda, göz ve ruh eğitimin yüzyıllar boyu “özgür düşünceyi” beslediği bir alan olduğunu tekrarlamak zorundayım. Avrupa’yı eleştirel kültür üretimin kalesi yapan müze, kavramsal olarak belli bir süreklilik ve “gelenekle” yoğrulduğu için, buraların “primadonnaları” koleksiyonlar, sanat eserleridir.

10 Yıl Geçmeden Anıt Mezar Olur!

Foundation Louis Vuitton’da ise primadonna sadece Frank Ghery. Mimariyi görmek için bir kere, hadi bilemediniz iki kere gelirsiniz bir binaya. Ya sonra? Bilbao’daki Guggenheim örneğinde olduğu gibi, “yaşayan müze” sloganıyla alkışlanan bina, bir de bakarsınız ki on yıl bile geçmeden “anıt mezar” olur. Sanatın güncel yorumu hiç kuşkusuz ki, altında koruyucu ağ olmadan, üreten, düşünen, kısacası riski göze alabilen kişilerin cesaret edebilecekleri bir alandır. Gehry mimar olarak sanatın ihtiyaçlarına kulak tıkayan, ben böyle çizdim, sanatçı bunun içine göre çalışsın diye bir anlayışa sahip. Bu yüzden olsa gerek, her biri “blue chip” olarak tanımlanan sanatçıların işleriyle oldukça “sönük” bir açılış sergisi karşılıyor izleyicileri. Yaşlı kurt Suzanne Page’nin sanatsal direktörlüğünü üstlendiği bu koleksiyon, sadece imzalardan ibaret eserlerle kapılarını ilk kez halka açtı.

Siparişlerde İpin Ucu Kaçmış

Gerhard Richter, Isa Grenzken, Ellsworth Kelly, Thomas Schütte, Christian Boltanski hiç kuşkusuz önemli sanatçılar ama Arnault koleksiyonunda son derece zayıf çalışmalarla temsil ediliyorlar. Açılış sergisi için sipariş üzerine iş üreten, Olafur Eliasson, Janet Cardiff, George Bures Miller, Sarah Morris. Taryn Simon, Cerith Wyn Evans en azından dikkat çeken çalışmalar gerçekleştirmişler. Ama siparişlerde ipin ucu kaçmış, Sarah Moris bina yapılırken çektiği videosuyla adeta bir taşta iki kuş vuruyor. Hem mimarın, hem koleksiyoncunun arzı endam ettiği bu videonun sıradan bir belgeseli aşamadığını anlamak için sanattan anlamak gerekmiyor. Ama helal olsun Morris’e, videosunun müziklerini eşi Liam Gillick’e yaptırıp “aile boyu” saadeti yakalamış. Evet, unutmamak zorundayız ki, sıradan bir çantayı, bavulu bile on binlerce euro fiyata satmayı başaran bir işadamının özel müzesinden bahsediyoruz. Eski valizlerini duvarlara çıkartacak denli “marka değerinin” vurgulanması elbette katlanılması mümkün olmayan bir havayı bu özel müzenin salonlarına üfürüyor.

Binanın En Güzel Tarafı…

Ama fazla sıkılmaya gerek yok. Çünkü bu binanın en güzel tarafı, içinde yürüyerek zaman geçirilebilecek birbiri içine geçmiş terasları. Gehry buralarda kendi kıvrık formlarını, metal, cam ve tahta elemanlarıyla harmanlayarak oldukça şık alanlar oluşturmuş. Güneşli bir perşembe günü bu terasta eski İran Şahbanusu Farah Diba’yı keyifli bir şekilde sigarasını tüttürürken görmek ilginç bir raslantıydı.

İtiraf Etmek Gerekirse Paris’e…

Modernizmin anavatanı Paris’te sayıları ondan fazla olan vakıf müzeleri arasındaki rekabet, belki bu kent üzerindeki ölü toprağını kaldırabilir. Ama itiraf etmek gerekirse, Fransız başkentine Louvre, Orangerie, Orsay gibi anaç müzeler için gelinir. Buralarda, özellikle de akşamüstünün tenhalığında tablo ve heykelleri seyretmek inanılmaz derecede özgürleştiricidir.

Etiketler

Bir yanıt yazın