Rejeneratif tasarım uygulamalarını keşfeden tasarımcılar, kenevir katkılı beton (hempcrete), agave lifi ve bambu gibi malzemelerden yararlanarak doğaya dayalı tasarımın geleceğini şekillendiriyor.
İklim krizinin etkilerinin gün geçtikçe arttığı ve alınması gereken ekolojik önlemlerin hayati önem taşıdığı şu günlerde, uygulama pratiklerimizin ve kullandığımız malzemelerin niteliği, tasarımcılar ve uzmanlar tarafından mercek altına alınıyor.
Yenilenebilir veya geri dönüştürülmüş malzeme kullanımı ile zararı en aza indirgemeye çalışmak ve sürdürülebilir tasarımlara odaklanmak, iklim krizi dolayısıyla gerçekleşebilecek felaketleri önlemek için artık yeterli bir çözüm olarak görülmüyor. Dolayısıyla uzmanlar, kendi ihtiyaçlarımızı karşılarken ekosistemleri yenilememiz ve biyolojik çeşitliliğin gelişmesini teşvik edecek şekilde üretim yapmamız gerektiğini vurguluyor ve sürdürülebilir tasarıma karşılık rejeneratif tasarım konusu gündeme geliyor.
Sürdürülebilir tasarım sorunları hafifletmeye odaklanırken, rejeneratif tasarım ise ev, altyapı, mobilya ve gıda üretimi sırasında gerçekleşen hasarı onarmak, atmosfere salınan karbonu sıfırlamak ve biyolojik çeşitliliği beslemek ile ilgileniyor. Tüm faaliyetlerin çevre ve doğa ile bütünleştiği bir sistem öneriyor.
Mimar ve biyomimikri uzmanı Michael Pawlyn, rejeneratif tasarım üzerine çalışmalar yapan isimlerden biri. İnsanların doğayla birlikte geliştiği bir sisteme geri dönüşün gerekliliğini vurgulayan mimar, biyomimikri olarak ifade edilen ve biyolojik sistemlerden ilham alan malzeme ve yapı tasarımını bir çözüm olarak görüyor. Exploration Architecture isimli ekibi ile ortaklaşa başlattığı Sahara Forest Project Foundation, alçakta kalan çöl alanlarını yeniden bitkilendirmeyi ve gıda üretimini amaç edinmiş.
Ekip, 2012’de Katar’da gerçekleştirilen pilot projeye, Namibya’ya özgü bir böceğin çölde tatlı su toplama yönteminden esinlenerek, biyolojik çeşitliliği bu kurak bölgeye hızla geri döndüren bir serayı dahil etmiş. “BioInspiration: Innovating from Nature” isimli sergide ise bir balıktan ilham alan Biomimetic Office tasarımı ile ağaçların ve kemiklerin gelişiminden ilham alan bir masa dahil olmak üzere ekibin yeni tasarımlardan bazılarının modelleri sergileniyor.
Ek olarak Pawlyn, dünyanın dört bir yanındaki yerli toplulukların yüzyıllardır rejeneratif tasarım yaptığına dikkat çekiyor. Örneğin, Hindistan’ın Meghalaya eyaletindeki Khasi topluluğu, ağaçların toprak üstünde yetişen köklerini yönlendirerek nehirler üzerinde köprüler oluşturuyor. Bu uygulama, ağaçların kesilip ahşap malzeme olarak kullanılmasının ve muson yağmurları ile ahşabın çürüyerek bünyesinde tuttuğu karbonu atmosfere salmasının önüne geçiyor. Bunun yerine yaşayan köprüler zamanla güçleniyor ve etrafındaki yaşama destek oluyor.
Yerli tasarım konseptleri kültürel önyargılar nedeniyle genellikle göz ardı edilme eğiliminde olmakla birlikte dünyanın dört bir yanındaki tasarımcılar, gelenekselin önemini kavramaya başlıyor. Mühendislik firması Buro Happold ve tasarımcı Julia Watson, Londra’daki Barbican Centre’da bir sergi için Khasi topluluğu üyeleriyle iş birliği yapmış. Tasarladıkları model, doğa temelli altyapının şehirlere nasıl entegre edilebileceğine dair bir imge sunuyor. Tasarıma göre şehir merkezinin üzerinde, gölge sağlayacak ve kent sıcaklığını en aza indirgeyecek ağaçtan bir örtü yer alıyor. Ek olarak, yaya trafiğini ve otobüs durakları gibi altyapıyı barındırmak için zamanla daha fazla yük taşıması öngörülüyor.
Buro Happold Sürdürülebilirlik Yöneticisi Smith Mordak, doğayı zorlamak yerine doğa ile ortaklaşa çalışmanın ve hem mimari müdahaleler hem de bilginin nesiller boyu aktarılmasını sağlamak için daha derin bir zaman duygusuna sahip olmanın gerekliliğini vurguluyor. Mordak’a göre Batılı tasarım topluluğunun öğrenecek daha çok şeyi var.
Canlı bitkilerle çalışma fikri dünyanın birçok yerinde gelişme gösteriyor. DnA_Design and Architecture, 2015 yılında gerçekleştirdikleri Bambu Tiyatrosu projesinde bambulardan bir tonoz sistemi oluşturmuş. İki haftadan kısa bir sürede inşa edilen yapıda bambunun kök sistemi ise tiyatronun temelleri olarak işlev görmüş.
DnA_Design ve Architecture’ın kurucu isimlerinden Xu Tiantian, günümüzün dar görüşlü mimarlık tanımlarının, doğanın ihtiyaçlarına cevap verme yeteneğimizi sınırladığına inanıyor. Teknolojinin merkeze konarak geleneksel bilgeliğin göz ardı edildiğini ve mimarinin ürün tasarımına benzer hale geldiğini ifade ediyor. Ona göre mimarlık yeni binalarla ilgili olmak zorunda değil. Doğada işlev ve programları barındırmak için alanlar yaratmak ana hedef olabilir.
Ekibin gerçekleştirdiği son projelerden bir diğeri, terk edilmiş taş ocaklarının “mikro yenilemeler” kullanılarak kültürel alanlara dönüştürülmesini içeriyor. Ekip, alanın ekolojisini yenilerken kendilerine ait birkaç katmak eklemeyi hedeflemiş.
Rejeneratif tasarımın bir diğer yolu ise ahşap, kenevir, söğüt ve hasır malzeme yetiştirmek ve kullanmak. Cambridge Üniversitesi’nde araştırmacı olan Darshil Shah’a göre kenevir, karbonu ormanlardan iki kat daha etkili bir şekilde bünyesinde tutabilme potansiyeline sahip. Ek olarak, dünyanın birçok yerinde yetiştirilebiliyor ve toprak kalitesi üzerinde olumlu bir etki yaratıyor.
Genellikle su, kenevir parçaları ve kireç ile yapılan kenevir katkılı beton (hempcrete), büyük ölçüde ahşap çerçeveli duvarlar için dolgu malzemesi olarak kullanılıyor. Bartlett Mimarlık Okulu’ndaki Mimar Guan Lee ve Material Architecture Lab, kenevir katkılı betonun mukavemetini ve dayanıklılığını test etmek amacıyla çalışmalar yapıyor. 2021’de kenevir katkılı beton, tel örgü ve çakıl kullanarak oluşturdukları Hempstack Pavyonu, malzemenin İngiltere’deki hava koşullarına nasıl tepki verdiğini ve bozulmanın ne kadar sürede gerçekleştiğini izlemek üzere tasarlanmış.
Çimento endüstrisi her yıl tek başına 2,8 milyar ton karbondioksit üretiyor. Dolayısıyla, betonu karbon negatif bir alternatifle değiştirme fikri önem kazanıyor. Öte yandan Pawlyn, biyokompozitlerin üretimi sırasında reçine kullanımı gerekli ise doğal bir reçine kullanılarak yapılması gerekliliğinin altını çiziyor.
Tasarımcı Ehab Sayed tarafından kurulan Londra merkezli Biohm, miselyumu tarım ve inşaattan kaynaklanan atık maddelerle bir araya getirerek yalıtım panelleri oluşturuyor. Ekip, tüm üretim sürecinin gezegen üzerinde olumlu bir etkisi olduğunu ve ayda en az 16 ton karbondioksiti bünyesine aldığını ileri sürüyor.
Dünyanın yaşanabilir topraklarının yaklaşık yarısı, yiyecek ve malzeme üretmek için sömürgeleştirilmiş halde. Yerli insanları yerlerinden ediliyor ve biyoçeşitlilik kalan çok az bir toprak parçası üzerinde var olmaya zorlanıyor. Buna karşılık tasarımcılar, rejeneratif tarım uygulamalarını teşvik ediyor.
Finlandiya’da İtalyan stüdyo Formafantasma, mobilya şirketi Artek’in biyolojik çeşitliliği beslemek için ormanları nasıl etkileyebileceğine dair rehberlik ediyor. Fernando Laposse ise Meksika’da kimyasalların kullanıldığı endüstriyel tarımla çölleşen arazinin toprak kalitesini eski haline getirmek için Tonahuixtla’nın kırsal topluluğundaki yerel halkla birlikte çalışıyor. Uygulama sürecinde su tutmayı iyileştirmek için yerli bir teraslama sistemi kullanılarak bölgeye agave dikilmiş. Laposse, agaveden üretilen doğal bir lif olan sisal ile oturma koleksiyonu tasarlamış.
Tüm bu fikirler, geleneksel bilgelikten ve doğanın kendi yaratıcılığından ilham alırsak ve tüm türlerin ihtiyaçlarını göz önünde bulundurursak doğanın ve insanların birlikte gelişebileceğini gözler önüne seriyor.