Bu seneki İstanbul Bienali epey politik ve tam da bu yüzden iç karmaşasına rağmen görebilenin zihninde derin izler bırakıyor.
Ross, Pasaport, Tarih, Ateşli Silahla Ölüm başlıklı temalar arasında dolaşan izleyicinin bakışını, mazlumdan, mağdurdan, ihmal edilenden, taammüden unutulandan yana çevirmek, her şeye rağmen ‘yüzleşmenin’, hakikate dokunmanın güncel sanattaki en kıymetli karşılığı.
Labirentimsi bir sergi alanında, farklı temalar altında toplanan ‘iş’leri, isyanın suretlerini, öfkenin farklı ifade biçimlerini yabancılaşarak izlerken sahiden “yaşamak için bu dünyadan daha iyi bir yer var mı?” diye düşündüm. Belki bu seneki bienalin başlığı ‘İsimsiz’ gibi bir yer vardır yeryüzünde diye ümitlendim sonra. Adını Gonzales -Torres’den alan sergi (onun işleri yok) yapıtların isimsiz kalma düşüncesine dayanıyor: “Anlam daima zamanda ve mekânda değişkendir.”
Güncel sanat sergileri belki bu hissiyatla gezilmeli zira ‘sanat’ olup olmadığı tartışmalı olan pek çok iş’in yanı sıra bakana, hazırlık süreci, tasarımı, ardındaki felsefî altyapısıyla farklı kapılar açan ‘anlamları’ da işaret ediyor.
Bu seneki bienal epey politik ve tam da bu yüzden iç karmaşasına rağmen görebilenin zihninde derin izler bırakıyor. Ross, Pasaport, Tarih, Ateşli Silahla Ölüm başlıklı temalar arasında dolaşan izleyicinin bakışını, mazlumdan, mağdurdan, ihmal edilenden, taammüden unutulandan yana çevirmek, her şeye rağmen ‘yüzleşmenin’, hakikate dokunmanın güncel sanattaki en kıymetli karşılığı bence.
Japon mimar Ryue Nishizawa’yla küratörler Pedrosa ve Hofmman’ın birlikte tasarladığı farklı boyutlardaki düşsel odalar arasında seyahat ederken, neden en çok şiddet, göç, siyasî ve kültürel yabancılaşmanın vurgulandığı yerlerde durduğumu düşündüm. Yaşadığımız çağın en büyük çıkmazı, savaşların, göçlerin neden olduğu felaketler ve sınırların ardındaki her türden ‘kimlik’ sorunu sanırım. İşte bu bilinç, insanı kaçınılmaz olarak o odaların ‘isimsiz’ ruhuna bağlıyor.
Yine aynı bölümde Baha Boukari’nin ‘Babamın Filistin Vatandaşlığı’ başlıklı fotoğraf sergisinde sunulan belgeler, özgür yaşama iradesine ve kimliğine yapılan müdahaleyi göstermesi açısından düşündürücü. Clarie Fontaine’in neon ışıklarıyla Arnavutça, Almanca, Ermenice, Kürtçe ve Türkçe ‘Her Yerde Yabancıyız’ demesi bugün yaşadığımız anlamsız kaosu daha da anlamlı kılıyor.
‘Ateşli Silahla Ölüm’ başlıklı karma sergide yer alan çağdaş eserler, savaşı, kurbanı, katili bazen şiddet içeren görüntülerle kimi zaman da akıllardan hiç silinmeyecek nesnelerle ölümü çıplak haliyle göstermeden de anlatabiliyor. Kris Martin’in Obüs Mermi Kovanları’yla Birinci Dünya Savaş’ından kalan 700’den fazla boş mermi kovanını üst üste yığarak günümüzde hâlâ şiddetini yitirmeyen savaşın neden olduğu ‘hiçleşmeyi’ sorguluyor. Taammüden rahatsız etmek isteyenlerin etkisi acı eşiği yüksek olanlar için; Eddie Adams’ın Bir Vietkong Tutsağı’nın Sokakta İnfaz Edilişi, Saygon’da, bir askerin başından vurularak öldürülüşünü gösteriyor. Adams, bu anın hemen öncesini ve sonrasını göstererek bir cinayete şahitlik etmenin somut acısını anlatıyor.
Ve bazen basit bir nesne bile o acıyı kavramaya yeter! Kudüs doğumlu Bisan Abu-Eisheh’in Evcilik Oyunu çalışması, Kudüs’te İsrail devletince yıkılan Filistinlilerin evlerinden kalan parçalardan oluşuyor. Oradan geçerken gördüğünüz basit bir yatak parçası, evlerin enkazında bulunmuş oyuncaklar, giysiler kalbinizi sızlatmaya yetiyorsa o ‘iş’ her manada amacına ulaşmış demektir.
12. İstanbul Bienali ‘İsimsiz’ bence bütün temaları ve kişisel sergileriyle aslında biriken acılar, bastırılan öfkeler, özgür ve daha adil bir yaşam tasavvuru üzerine düşünmemizi telkin ediyor. Çağdaş sanat tartışmaları bir yana, sergiler sadece bu açıdan bile önemli bir buluşma.