Pelin Tan* ve Ayşe Çavdar’ın** Sel Yayıncılık’tan çıkan ‘Müstesna Şehrin İstisna Hali’ isimli derlemeleri Gezi Direnişi’nden önce oluşturulmuş bir çalışma.
İstanbul’un istisna hali yaşanmadan önce kent hakkını savunan bir grup insanca ortaya konan kitap, hem Gezi çerçevesiyle kısıtlanmıyor hem de piyasadaki bazı Gezi kitapları gibi ‘kenti’ geri plana atıp Gezi’yi mitleştirmiyor. Çalışmalarını Tan ve Çavdar’la konuştuk.
Kitapta dikkat çeken noktalardan biri kitabın derleyenleri olarak her ikinizin de makalelerinizde kendi yaşadığınız ve tecrübe ettiğiniz mahalleleri, yahut yerleşim birimlerini makalelerinizin ve tezinizin ortasına yerleştirmeniz. Kent üstünde çalışmalar yapan birinin çalışma yaptığı alanda olmasının ne gibi artıları var? Örneğin Tophane ve Başakşehir’le ilgili yazmak orada değilken mümkün olur muydu?
Pelin Tan: Aslında başka makalelerimizden farklı örnekler koyabilirdik fakat yöntem olarak doğrudan yaşadıklarımız ve kentsel mücadelenin içinde yer alan özneler olarak kendi yaşadığımız semt üzerinden yazdığımız makaleler bu kitapta yer aldı. Öncelikle, kuram ve öznelliğin sokaktaki deneyimleri arasındaki çizgiyi, ilişkiyi veya geçişi kentsel mücadele alanlarında tanıştığımızdan bu yana aramızda tartışıyoruz. Akademik kuram ve sokak deneyimi arasında öğretilen her zamanki mesafe ile dolayımlı anlatım ve estetik ortaya çıkıyor. Bir araştırmada kuram ve pratik ilişkisi dahilinde bu mesafenin olmadığını, olamayacağı şekli ile bilgi üretmeye çalıştık. İkisinin birbiri içine geçmiş olduğuna, birbirine içkin olduğuna inanıyoruz.
Ayşe Çavdar: Tophane’de bir müddet yaşadım, ama Başakşehir’e tezim için alan çalışması yapmaya gittim. Orada yaşayarak bu araştırmayı yapmak istememin sebebi, Başakşehir’in bildiğimiz mahalle düzeninden uzak ve dolayısıyla orada yaşayanlarla etkileşime geçebileceğim bir kamusal alandan mahrum olmasıydı. Mevcut ve merkezi park Türkiye’nin en büyüklerinden biri olsada kullanılmıyordu. AVM’lerde görüşme yapmak da istemedim. Bu yüzden yaşayıp öğrenmeye karar verdim. Bir mahalleyi, semti, sokağı yaşayarak öğrenmek önemli, ancak ne her durumda yeterli ne de gerekli. Bu kitapta dikkat çekmek istediğimiz mevzulardan biri de şehirde şu ya da bu süre için şu ya da bu şekilde yaşayan herkese ait olan deneyimlerin büyük bir dönüşüme uğradığını göstermekti. Yani dönüşümün farkında olmak için uzmanlık bilgisine, akademik formasyona, araştırma tecrübesine sahip olmaya ihtiyaç yok. Sadece etrafınıza bakarak ve gündelik hayatınızın bugünden yarına sahne olduğu kayıp ve kazançları bir araya getirerek bile kentsel dönüşümün sizinle ne alakası olduğunu görebilirsiniz.
Kent çalışmaları özellikle akademide her geçen yıl yükselen bir ‘yıldızı’ olan bir alan. İstanbul gibi Mayıs’ta kendi ‘direnişini’ geçmiştekilere kıyasla daha büyük bir boyutta yaşamış bir alanla ilgili yaptığınız bu çalışmaya baktığımızda raflarda Gezi kitaplarıyla yan yana durmasa da teorik ve güncel aktarımları bakımından açık bir biçimde Gezi’ye referans olabilecek nitelikler taşıyor. Kitabın içindeki kent ile Mayıs sonrası İstanbul arasında gözlemlediğiniz değişiklikler var mı? Olumlu ya da olumsuz yönde.
P.Tan: Yükselen bir alan olduğu bağlamına katılmıyorum; kent çalışmaları sosyal bilimlerde ve çağdaş sanat tarihinde yoğun olarak üzerinde çalışılan bir konu. Fakat mimarlık ve şehir planlama disiplinlerinde ne yazık ki sosyal, ekonomik ve siyasi yapı ile yeni yeni algılanan bir alan; tahminim bu algı son beş senede değişti; mesela mimarlık ve sosyolojinin ne ilgilisi var diye çok duymuşumdur ya da kent planlama alanında plan&harita dışında bir şeye bakılmamıştır. Sonuçta herkese temas eden bir konu. Ve de devletin egemenlik kurgusu ile kentselleşmenin net bir ilişkisini gördük son yıllarda; bu durum da doğrudan vatandaşlık tanımı ve gündelik yaşamımızı herkese sorgulattırıyor.
A. Çavdar: Açıkçası bu soruya cevap vermek için çok erken henüz. Ama belki şu kadarı söylenebilir. İki yıl önce derlenen bu makalelerin dikkat çektiği sorunlar, Gezi’de yaşananların, tesadüf ya da komplo olmadığını ortaya koyuyor. Bir şehri bu kadar tek yanlı kararlarla, bu kadar hızlı ve önünü arkasını düşünmeden yıkıp yeniden inşa etmeye kalkar, şehre ilişkin her bir kararınızda mülk ve varlık transferiyle açıkça ve herkesin gözü önünde hukuki ancak gayrı meşru yollarla yeni zenginler ve yeni yoksullar yaratırsanız insanlar isyan eder. Bu isyan yaşandı ve üstelik iktidarın halktan gelen mesajı anlamak istememesi yüzünden de uzayacak gibi görünüyor. Dolayısıyla sorduğunuz sorunun cevabını zaman ve tek tek bireylerin siyasi iradeleri gösterecek.
Bundan birkaç yıl önce Beyoğlu ve Taksim’in ‘asilleştirilmesi’ projeleri dile getirildiğinde bazı akademisyenlerin ‘üç liraya da bira içilmesin’ tipi açıklamaları olmuştu. Ne oldu? Başarılabildi mi bu proje?
A.Çavdar: Tek bildiğim asilleştirme ya da soylulaştırma ya da adına her ne derseniz deyin kentsel rant spekülasyonu üzerinden yapılan her türlü hesabın, uzun vadede hesap yapana kazandırdığı, hesap yapanın en yakınları dahil herkese kaybettirdiği… O yüzden kendinize ait ve orijinal olmayan her projeden, ne kadar hayranlık duyarsanız duyun zararla çıkacağınızı bilerek hareket etmenizde faide mülahaza etmekteyim (!). Şaka bir yana kentsel rant spekülasyonu en çok o kentte sahiden yaşayanlara kaybettirir… Bu türden projeleri hafife alırken kentle ilişkimizin sahiciliğini riske ettiğimizin bilincinde olalım yeter.
Sonlara gelirken geçen gün İstanbul’da kişi başına düşen en düşük yeşil alan oranının olduğu belediyeler açıklandı. Esenler baştaydı. Türkiye’de kentsel dönüşümle birlikte anılan meselelerden biri de deprem ve deprem sırasında Esenler halkı için otoyollar dışında sığınılacak bir alan olmadığı kaydedildi. Bu kent üstünde yaşayan insanları doğaya karşı koruyacak güce sahip mi?
A.Çavdar: İzninizle ‘insanları doğaya karşı koruyacak güce sahip olmak’ şeklinde ifade ettiğiniz mevzuya itiraz ederek başlayayım söze ve sonra hiç uzatmadan bitireyim. Bir şehri ‘insanları doğaya karşı koruyacak güce sahip kılmaya’ çalışırken yok ederiz en çok. İstanbul bu türden bir yok edişin ilk elden ve en kötü örneklerinden biridir. Önemli olan o şehrin insanlarının o şehrin doğasıyla uyumlu bir hayat geliştirmeleri için zemin hazırlamak. Ve evet bu yüzden boş alanlar, parklar çok önemli. Doğa uygun bulduğu bir anda şehri alt üst ettiğinde, canımızı koruyup her şeye yeniden başlamak için ihtiyacımız var o boş alanlara. Yani o parkları, boş alanları, ağaçları, su kaynaklarını, tarım alanlarını, bostanları korumak hayat memat meselesi şehirde yaşayanlar için. Asıl sorun bu türden talepleri ve hassasiyetleri “kentsoylu burjuva şımarıklığı” olarak görenlerin gözünde.
Türkiye’de ‘kent hareketi’ dediğimizde akla gelen çeşitli örnekler var. Sulukule’den İzmir’e çeşitlenebiliyor. Ama formlar nelerdir? Örneğin aş evlerini yahut mahalle kolektiflerini kent hareketinin bir parçası sayabilir miyiz?
P.Tan: Kent hareketleri çoğunu içerir; farklı formlar zaten Latin Amerika ve diğer kent mücadele hareketlerinde uzun zamandır var. Kentin gündelik yaşamı zaten farklı pratikleri içeren, içermesi gereken bir alan. Bu içerimlerin de farklı formları var; bu formlar yemek, sanat, ve farklı dayanışmacı pratikler ile güçlenir, heterojen rizomatik bir nitelik kazanır ki bu da dikey örgütlenmeyi azaltır. Mesela bunun en iyi örneğini Özlem Sarıyıldız’ın çektiği ‘Tuz, Su, Un’ belgesel – videoda görebilirsiniz: Buenos Aries kentindeki Piketero hareketinde, ev içi emek sömürüsüne tabii kalmamak ve sokaktaki eylemlere destek vermek için ev kadınları tarafından kurulmuş aş evi bence güçlü bir örnek. Veya yıllardır işçi sınıfı ve göçmen kadınlarla dayanışmacı formlara bağlı alternatif ekonomik yapılar üreten Hollandalı sanatçı Jeanne van Heeswijk’in pratiğine bakabilirsiniz. Son zamanlarda Asya’da yaptığım araştırmalar süresinde çok güçlü örnekler yaşadım: Kent planlama profesörü Shenglin’in öğrencileri ile Taipei’de bir köyün ortasından geçen anayol yüzünden yeşil çay satışları düşen yerel çiftçilerle beraber tarlalarda çalışmaları, çay üretmeleri ve Taipei belediyesi ile müzakere etmeleri… Kyoto’da Social Kitchen (Sosyal Mutfak) kolektifinin yerinden edilmiş insanlarla kentsel sosyal adaleti adına mücadele etmeleri…Seoul’da üstü kapatılan nehirlerin emlak piyasası için arazi olarak pazarlanmasına karşı mücadele veren Eunseon Park ve arkadaşları…Ya da Ortadoğu’da kentselleşen mülteci kamplarında çıplak hayatı sorgulayan Ramallah’daki Decolonizing Architecture grubunun mücadelesi…Hepsi farklı ekonomik alternatif yapılar, mücadele estetiği, katılımcı ve dayanışma formları üretiyor. Diğer yandan kendi kentlerimizde, yanyana duran dayanışmacı hareketlerin mesela Vicdan Nöbetleri gibi ya da Videoccupy gibi farklı kolektiflerin yine tümel bir kent hareketinin eteklerinden tuttuğunu düşünüyorum.
Çok konuşulan konulardan biri de Fındıklı’daki merdivenler oldu. Bazı isimler bu eylemin örneğin Avrupa’da olsa böyle rahat yapılamayacağını, kamusal alanda yapılacak her değişikliğin bir şekilde izne bağlı olduğunu söylediler. Siz bu konuya nasıl bakıyorsunuz? Gerçekten kendi kentimizi ‘kendimiz dönüştürmek’ isteyemez miyiz? Bu tür bir bakış tek başına kent mücadelesini plebisitlere kilitler mi?
A.Çavdar: Tam da söylediğiniz nedenler yüzünden merdiven boyama eylemi, olanca spontanlığıyla vatandaşların hükümetin şehirde yarattığı yeni hukuku kabullenmedikleri gibi buna saygı da duymadıklarını gösteriyor. Olan aslında şu: Vatandaş “bu şehir benim, kuralları ben koyarım, şehirdeki varlığını sürdürmek istiyorsan kurallarıma uyacaksın” diyor. Devlet de, “Ne münasebet, senin adına bu şehrin sahibi olan benim, dolayısıyla sen bana uy” diye diretiyor. Öyle bir restleşme yaşandı ki, her iki taraf da birbirini dinleyecek gibi görünmüyor. Vatandaş ve devlet bambaşka dillerden konuşuyorlar. Buradan bakınca sorunun plebisitle, şu merdivenin boyası, bu parkın lalesiyle çözülebilecek sıradanlıkta ya da basitlikte olmadığını görüyorsunuz. Aslında mevzu şu: AKP iktidara geldiğinden bu yana icraatlarını yavaşlatan tüm prosedürleri ortadan kaldırdı. Şehre ve ekonomiye ilişkin hukuku değiştirmedi, yasaları kullanarak mevcut hukuku ortadan kaldırdı aslında. Belediye iseniz icraat yapmalısınız. Ama merkezi hükümette iseniz işiniz prosedür üretmek ve mevcut prosedürleri çalışır halde tutmaktır. Çünkü prosedürler adaletin temini için zemin yaratırlar. Prosedürleri ortadan kaldırmak hukuku, dolayısıyla devletin varlık zeminini ortadan kaldırmış olursunuz. Gelinen noktada devlet ortadan kalkmış, AKP ile vatandaş karşı karşıya kalmış oldu. Vatandaş devleti ciddiye alabilirdi belki ama AKP’yi ciddiye almıyor.
Ayşe hanım; sizin makalenizde özellikle kadınların apartman içerisinde ‘siyaset konuşmaları yasaklanmış’ ortak alana dair bir vurgunuz var. Peki kadının ‘siyasetsizleştirilmesi’ Başakşehir örneğinde bununla mı ibaret?
A.Çavdar: Ne yazık ki değil… Başakşehir kadınların eğitim düzeylerinin en yüksek olduğu ilçelerden biri. Ama çalışan kadın nüfusun o kadar da yüksek olmadığı bakar bakmaz anlaşılıyor. Gündüz erkekler işte ve şehir sanki tamamen kadınlara ve çocuklara terk edilmiş gibi görünüyor. Her şey kadınlar ve çocuklar daha çok tüketsin, tüketmek için daha çok şeye ihtiyaç duysun diye hazırlanmış gibi. Elbette kimi hayır kurumları var ve pek çok kadın her hafta oralara gidiyorlar. Ya da çeşitli cemaatlerin yine periyodik sohbet ve eğitim toplantıları oluyor. Ama bunlar kadının gündelik hayatında neredeyse istisnai ve belirleyici olmaktan çok uzak. Belirleyici olan tüketim alışkanlıkları. Bunun adına siyasetsizleştirilmek demenin yeterli olacağını düşünmüyorum, bu tam manasıyla indirgenmek, kadının, çocuğun tüketici olma haline indirgenmesi. Çok sıkılan kadınlar ISMEK’in hobi kurslarına gidiyorlar mesela, ama bu da bir üretime dönüşmüyor. Bütün kurslara giden kadınlar tanıdım ama hiçbiri buradan yola çıkıp bir iş kurmaya vs. de çalışmıyordu. Bedenleriyle çok uğraşıyorlar. Her türden sportif etkinlik her türden kadın için çok cazip olabiliyor. Ancak sporun da takıntı haline gelen bedenin tasarımı ve tüketimine yönelik bir etkinliğe kolaylıkla dönüşebildiğini görüyorsunuz. Başakşehir’de tanıdığım dindar orta sınıf kadınların, bundan mesela 20 yıl önceki dindar orta sınıf politik kadınlardan temel farkı şu: Bu dindar, dünyada ne olup bittiğinin gayet farkında ve eğitimli kadınlar iş dünyasından uzakta kalmayı bir ayrıcalık olarak görüyorlar. Emeklerinin karşılığını nasılsa alamayacaklarından, eğitimlerinin karşılığı olan kariyere nasılsa kavuşmayacaklarından o kadar eminler ki o piyasanın bir parçası olma haline de saygı duymuyorlar eskisi kadar. Onlara kalan kocalarının kazandığı parayla olabildiğince konforlu bir hayat yaşamak ve bu arada tecrübe ettikleri can sıkıntısını azaltacak bir meşguliyet bulmaktan ibaret.
(*)Mardin Artuklu Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Öğretim Üyesi
(**)Gazeteci