Fakültede öğrenciyken şehircilik dersine giren hocalarımızdan biri "iyi ki İstanbul'da mezarlıklar var da şehir biraz nefes alabiiyor" demişti.
Öğrenmemişliğimden, büyüdüğüm kentten ve İstanbul’dan başka şehir bilmediğimden, henüz ikinci on yıllık dilimini bile bitirmediğim ömrümün gençliğinin de henüz çok yaşamamışlığından olsa gerek pek kavramamıştım sanırım. Ne ferahlık verebilirdi bu sıkış tıkış düzensiz mezarlardan mürekkep yerler? O yıllarımda Pera ve Ayaspaşa mezarlıklarının kaldırılıp yerlerine Gümüşsuyu’ndaki boy boy “palas”ların, Taksim’den Harbiye’ye uzanan bina ve otellerin sıralandığını da henüz bilmiyordum.
Parklara, denize bile göz dikildiği bugünlerde, yapılaşmaya açılmamış neredeyse bir tek mezarlıklar kaldı artık. Delinin aklına taş getirmek gibi olmasın ama Ulus, Şişli gibi merkezlerin ortasında kalakalmış mezarlıkların kapsadığı alanlar dilerim el kaşındırmıyordur. Antoine Ignace Melling’in gravüründe resmettiği Pera Mezarlığı’nın 200 yıl önceki hali bir uyarı tablosu gibidir.
Akranlarım Tarlabaşı’ndaki binalar yıkılınca görerek anladı yitenleri, biz de okuduklarımızdan bir şehrin nasıl olması gerektiğini biraz daha öğrenmiştik.
Yakın zamandaki medya organlarından gözümüze sokulduğu gibi “şehirler kurma”nın, konut ve ofis içeren yüksek binaları inşa etmekten ibaret olmadığını SSCB’deki yıllarımda yaşayarak da görmüştüm.
Galiba ilk hızlı değişimi de Moskova’da gördüm; yoksa “bütün renkler aynı hızla kirleniyordu” da ben mi birinciliği beyaza vermiştim?
Genişliği 5 metreyi bulan kaldırımlarda güvenle ve keyifle yürürdük. Dondurma, gazete ya da konser-tiyatro bileti satan tek tük ufacık kiosklar olurdu bazen; bazı an da bir meyve-sebze getirilir, kuyruk oluşuverirdi hemen. Sonra sanki birdenbire, kaldırımlardaki o ferahlık kalmadı. Tek katlı, boylu boyunca mağaza yapıları yapılmaya başlandı, zevksiz ve eğreti ve görgüsüzce. “Yeni Ruslar” deyiminin konuşulmaya başlandığı yıllardı.
Aynı yıllarda İstanbul’un uzak sayılabilecek bir bölgesinde gerçekten yeni bir şehir kurulmuştu. Adını da adam başına en fazla yeşilliğin düştüğü yer diye “Bahçeşehir” koymuşlardı. Parkları ve otoparkları, yollarıyla, hastanesi, kültür merkezi, okulu, marketleriyle. Bu yapay kentte mülk edinenlerin hepsi bu ortak kullanım alanlarının maliyetini de satın alma bedelleri içinde ödemişti. Yeşil alanlar ortaktı, parkının bakımını şehirlisinin kendisi yapıyor, çöpünü kendisi topluyordu. Uluslararası Habitat Ödülü almıştı. Yakın geçmişte ise önce katlı otoparklar yıkılıp yerine bir alış veriş merkezi yapıldı, ilk şiddetli yağmurda su bastı, aylarca onarım gördü.
Bir “horror vacui” saplantısına kapılınmışçasına, boşluk olarak görülen her yere binalar “dikildi”, zamanında manzaradan dolayı şerefe payı ödeyen evlerin önü kapandı, ışığı kesildi. Her boş alana “şehir kurma, yaşam biçimi sunma” pazarlamalarıyla devlet eliyle başlatılan yeni toplu konutlar yapıldı ama olduğu gibi bırakılıp genişletilmeyen mevcut yollar yetmedi, hemen herkesin günde fazladan iki saatini yolda geçirmesine sebep oldu bu dizginlenemeyen hırs.
Aynı hırs ve kültür düzeyi başka bir ölçekte, dünyanın en önemli kültür miraslarından biri olan Sultanahmet’te, arkeolojik park kisvesi altında beş yıldızlı bir oteli umursamazca yükseltmekte.
Beşiktaş’ta bir direkte gördüğüm küçük bir tabela, depremde en yakın toplanma yeri olarak İnönü Stadyumu’nu işaret ediyordu. Oysa stadyum daha büyüğü, daha yükseği yapılmak üzere çoktan yıkılmıştı.
Bakû ziyaretlerimden birinde, inşaatı sürmekte olan uğruna pek çok yapının yıkılıp yerine yapılmakta olan yüksek bir binanın tepesine genç sahibiyle birlikte çıkmıştım, Hazar’ı ve etrafı yükseklerden izlerken “Ne yazık, vahşice değişti şehir” diye yakınmıştı kendi katkısını bilmezcesine. Yüzüne vurduğumda da pişkinlikle gülümsemişti.
Dünyadan da örnekler ne yazık ki pek çok. Baştaki gibi SSCB’den konuşacak olursak, Moskova’daki kimi binalara Stalin Ampiri bile denir. Savaşın ardından tüm ekonomik tasarruflar gözetilerek tasarlanan-inşa edilen prefabrik binalar (kimilerince küçümsemeyle) Hruşov Evleri diye adlandırılır. Ülkedeki mimari dönemler ya da tiplendirmeler Çarlık, Stalin, Hruşov dönemi diye nitelendirilir genelde.
Türkiye’de ise zaman akıp geçince, yaşadığımız bu dönemin mimarisi, Dede Korkut masallarındaki gibi ismini kendi marifetiyle sosyal tarihin elinden alacaktır. Bu adlandırma, estetikten ve fonksiyondan yoksun, tamamen ranta dönük, bozuk ilkeli tasarım ve planlamaların, korumacılıktan uzak tahripkar ve katledici restorasyonların sıfatını tamlayacaktır.
Ne tarih ne de kültür bilincimiz, elbette böyle kalmayacak!..
Biliyorum ki bu uzun, geniş ve çok dallı bir sorun. Gökkafes ve pek çok ardılı gibi isimleriyle maruf binalar da, önünde sonunda kültür tarihi içindeki ibretlik birer kabir taşına dönecek.
Bu günleri yaşayanlar muhtemel ki göremeyecek, amma velakin o gün gelecek!..