Siparişi verenin hiç mi kabahati yok

Ataşehir'de dün açılan Mimar Sinan Camii, Sinan geleneğine nasıl bir katkıda bulunuyor?

Mimarlık ve cami mimarisi tartışmasına yeni bir ivme katacak Mimar Sinan Camii dün açıldı. Ataşehir’deki 10 bin kişilik caminin açılışına bizzat Başbakan da katıldı. Ataşehir, gökdelenleri, site ve toplu konutlarıyla yeni yaşam tarzının yeni kentleşmenin simgesi bir ‘yaşam alanı’. Burada yaşayan yüz binlerce insan için yeni ve büyük bir cami akla yatkın. Ama o caminin adıyla sanıyla dört dörtlük bir Mimar Sinan camisi olmasına gerek var mıydı? Bu yeni yapı, Mimar Sinan’ın geleneğine nasıl bir katkıda bulunuyor, çevresindeki mimariyle o geleneksel formu nasıl bir araya getiriyor, nasıl bir ilişki kuruyor? Bunlar mimarlığın temel soruları, her yeni yapı için tekrar tekrar sorulması gereken şeyler. Ben Mimar Sinan Camii için bu sorulara verecek olumlu yanıtlar bulamadım. Yarın mimarlık eleştirmenimiz Ömer Kanıpak’ın Radikal Kritik’te çıkacak yazısında belki cevaplarını buluruz; olmadı caminin mimarı Hilmi Şenalp önümüzdeki günlerde mutlaka anlatacaktır.

Hilmi Şenalp, Türkiye’nin önemli mimarlarından biri. Çamlıca tepesine yapılması planlanan caminin emanet edildiği Kahramanmaraş İmar Müdürü Mehmet Güner’den çok farklı bir yerde duruyor. Fakat görüyoruz ki sonuç değişmiyor. Her defasında birbirine benzer yapılar ortaya çıkıyor; üstelik bunlar birer prestij projesi olsalar bile. Peki sorun nerede?

‘Kopya cinayetler’ dediğim birbirini taklit eden camilerin ilk örnekleri özgün ve öncü yapılardı. Onları yapanlar da kendi zamanlarının yıldız mimarlarıydı. Bugünün yıldız mimarları camiler yapsa herşey çok güzel olur mu? Hiç sanmam. Mesela Hilmi Şenalp’i bir yıldız mimar kabul etsek bile, sonuçta siparişi veren kişi ya da kurum, kısacası müşterinin bakış açısı sonucu etkiliyor. Türkiye’nin, hele İstanbul’un kendini zengin ve güçlü hissettiği bu dönem, mimarlık açısından aslında önemli bir fırsat sunuyor. Çok sayıda büyük proje gerçekleşiyor ve her biri, yepyeni bir anlayış geliştirmek, diğerleriyle estetik bir rekabete girmek için sahibi için de tasarlayan için de birer fırsat. Ama bu fırsat çok az değerlendirilebiliyor. Çünkü dediğim gibi, ‘siparişi veren’, mimarın önünü açacak bir vizyon ve estetik anlayış içinde olmadığında mimarın da yapacak bir şeyi kalmıyor.

Önceki Pazar Sabah gazetesinde Hasan Bülent Kahraman’ın yazısı bu konuda iki önemli görüş geliştiriyordu. Birincisi yukarıda sözünü ettiğim ‘yıldız mimarlık’ meselesi. Diğeri ise ‘cami formunun tamamlanmış olduğu’ görüşü. Kopya cinayetler çoğunlukla cami yaptırma derneklerinin siparişleriyle gerçekleşiyor. Onlar da işin mimarisini çok önemsemiyor gibi görünüyor. Ama aslında Osmanlı yıldız mimarlarının geliştirdiği form, kendi içinde bütün dini referansları taşıyor; İslam dünyasının görkemli dönemine yönelik biçimsel göndermeleriyle birlikte bu form, onu kullanacak olanlar için ideal bir noktada duruyor. Yani siparişi verenler her defasında bu formu yeniden üretmek istiyorlar ve iş mimari bir mesele olmaktan çıkıp sosyal, kentsel bir meseleye doğru gidiyor. İşte devasa bir cami yapılsa bile, onu Hilmi Şenalp ya da Mehmet Güner hangi mimar yapmış olsa da sonuç değişmiyor. Geleceğe kalacak güzel, öncü, merak uyandıracak bir yeni yapı ortaya çıkmıyor.

Neticede Ataşehir’e yapılan camiye bir bakın ve sonra da aralarında onlarca, yüzlerce yıl olan mesela Şişli, Kocatepe ve mesela Kılıç Ali Paşa camileriyle karşılaştırın. Dikkatli ya da uzman bir gözle bakmıyorsanız farkı görmekte güçlük çekeceksiniz. Şimdi bu durumda bir tuhaflık yok mu?

Etiketler

Bir yanıt yazın