Elimde sihirli bir değnek var. Bu değnekle Sulukule’ye dokunduğumda, buradaki yaşam modernleşecek, istediğim gibi olacak...
Sulukule’de yaşayan vatandaşlar için hobi odaları, bodrumunda her aile için iki araçlık otopark, cilalı ahşap cumbalar ve bakır çatılar olan villalar tasarlayan mimar sanki şunu söylüyor:
“Elimde sihirli bir değnek var. Bu değnekle Sulukule’ye dokunduğumda, buradaki yaşam modernleşecek, istediğim gibi olacak…”
Tamam da burada çeşitli nedenlerle istihdam dışı kalmış nüfus ne olacak? Kıt kanaat bulduğuyla geçinen, otomobil almayı hayal etmek şöyle dursun, bir lokma beyaz peyniri bir ekmeğe katık yapan, yarınını nasıl çıkaracağını düşünen insanlara ne olacak?
Mimarın kurduğu bu hayalin gerçekleşmesi için onlara da herhalde sihirli bir değnekle dokunması gerekecek.
Neden? Çünkü mimar iş yapmak zorunda, para kazanacak.
Sulukule için kendi hayallerini gerçekleştirmek isteyen mimarın da elbette ki kendi fikirlerini kamusal alanda sergileme hakkı var. Hatta bölgede yaşayan insanları kendi yaptığı tasarımlara, kendi kafasındaki yaşam çevresi tasavvuruna ikna etmeyi bile deneyebilir. Demokratik bir kamu işleyişi böyle bir şeydir, bütün fikirler tartışmaya açılabilir. Sorun bu mimarın fikirlerini sergilemesinde değil, iktidar gücünü arkasına alarak dayatmasında.
Bu mimar hayal ettiği yaşam çevresi tasarımı bir proje, bir temsil değil de gerçeğin kendisiymiş gibi sunuyor. Tıpkı karanlık bir ortamda uzaktan baktığı resimdeki meyveleri görüp de bunun resim değil, gerçek olduğunu sanan ve yemeye kalkan masaldaki ahmak kişi gibi.
2005 yılından beri Sulukule’ye yüzlerce kere gittim. Çok yetenekli insanlar tanıdım. İstanbul’un en güzel ayakkabılarını yaptığı gibi aynı zamanda mükemmel bir müzisyen ve besteci olan bir dostum oldu. Bu insanın elbette ki daha iyi bir evde oturma hakkı olmalıydı ama yeni bir ev satın alacak parası yoktu. Üstelik karısı hastaydı ve ona da bakmak zorundaydı. Evi gösterişli değildi. Ancak içi benim evimden çok daha temizdi. Çalıştığı yere yürüyerek gidebiliyor, kendi ekonomisini sürdürebiliyordu. Şimdi bu mimarın hayallerini süslemek için bu arkadaşım zengin olmak mı zorunda? Ya da mesleğini mi değiştirmek… O da olmadı elli senedir yaşadığı semti terk etmek?
İhale sistemi ile iş alan, şehri yalnızca bir inşaat alanı olarak algılayan bazı mimarlar insanları unutuyorlar. Yaptıkları işin muhataplarının yalnızca hizmetlerini satın alan girişimciler, güç ve çıkar sahipleri olduğunu zannediyorlar. Oysa dünyanın hiçbir yerinde kamusal kararların temelini oluşturan fikir, proje üretimi çıkar gruplarına, spekülatörlere bırakılamaz.
Bu mimar Sulukule için projesini yaparken gerçekte bize şunu söylüyor: “Sulukule için başka proje olamaz.” Oysa pekâlâ olabilir. Örneğin daha işin başında, 2009 yılında Sulukule Platformu’nun daveti ile bu semtte çalışan London College Üniversitesi öğrencilerinin orada yaşayan insanlarla ilişki kurarak tasarladığı gibi bir proje olabilir. Onların yaptığı gibi “buradaki insanlar neyle uğraşıyorlar, işleri, uğraşları, istekleri, imkânları nelerdir” diye bakılabilir. Semtlilerin yaşam koşullarını iyileştirmek için bağımsız kuruluşlar, STK’lar projeler geliştirebilir. Bu projelerin gerçekleşmesi için destekler bulunabilir, kredi imkânları, sosyal fonlar harekete geçirilebilir. İnsanların yaşam ekonomilerinde bir kırılma yaratmadan, dönüşümü yalnızca fiziksel çevreyle sınırlandırmadan, yani insanları göçe zorlamadan, onların yaşam koşullarını iyileştirebilecek bir dolu çözüm bulunabilir.
Nitekim bunların olabileceği görüldü. Avrupa İskân Fonu yöneticileri proje için karşılıksız hibe yardımı yapabileceğini söylediler. Avrupa Parlamentosu Yeşiller Grubu milletvekilleri bağımsız kuruluşlarla birlikte alternatif bir pilot uygulama için yardımcı olabileceklerini belirttiler. Hatta “pilot bir uygulama olarak” bu öneri Avrupa Kültür Başkenti programına bile kondu. Belediye ikna edilmeye bile çalışıldı. Peki, sonra ne oldu?
“Yabancılar bizim işlerimize karışmasın” diyenler mi, “AB emperyalist bir güç” diyenler mi ararsınız, sonuçta proje süreci kapatılarak bir bakıma yerel halk rehin alındı. Yabancı sermayeye, teknolojiye karşı olmayan siyasal zihniyet insani konulara gelince milli sınırlarını korumasını biliyor.
Uygulamanın arkasına gizlenen fikir şuydu: “Bu yoksul insanlar bu değerli yerde yaşamayı hak etmiyorlar.” Ellerinden gelse insanları da yok edecekler. Bir taraftan yaşam alanlarına müdahale ederken semtliler hem suçlulaştırıldı, hem aşağılandı, hem de ayrımcılığa tabi oldu… Bu kentsel dönüşüm yöntemi ilişkisel ve katılımcı değil. Her adımda şiddete başvuruyor ve işlevleri ayrıştırarak sınırlar çiziyor. İnsanları yönetilecek, tasarlanacak nesneler gibi algılıyor.
Böyle bir deneyimle şehir, yaşam çevresi iyileştirilemez. Yalnızca tasarımının ilkelliği nedeniyle değil, projenin insanlarla, yöneticilerle ilişki kurma biçimi yüzünden. Benim önerim şu: Bu tür uzmanlar eğer işlerini bilmiyorlarsa, kimseyi aldatmasınlar. Bu işi bilen kişiler tarafından ele alınmak üzere,mahalleler böyle kalsın. Berbat, sağlıksız, çirkin olsun. Yaşam koşullarını iyileştirmek için insanlara değer veren, önüne çıkan her işi yapmayan, bağımsız, bu tür projeleri yönetebilen, belki siyasetçileri bile ikna edebilecek uzmanlar bulunur. Ama düşünce üretimi felç olunca, geri dönmek imkânsız hâle geliyor. Bürokratik oligarşiden, halka şiddet uygulamayı marifet sayan yöneticilerden falan söz etmiyorum, bizzat bu işleri yapan uzmanların gerçekleştirdiği projeler bir taraftan toplulukları temsil ettiğini iddia ederken toplulukların yerine geçiyorsa? Bu işleyişten yalnızca siyasetçiler mi sorumlu? Bu hayallerini gerçek zanneden, insanları yaşam çevrelerinden eden bu tasarımcıların hiç mi sorumluluğu yok?
Dikkat ederseniz işleyişin kendisi bir tahakküm ilişkisi yaratıyor. Bu işleyişte sınıfsal çelişkilerin, eşitsizliklerin, şiddetin üretildiği mekân, yaşam çevresi politik olarak sürekli ve kalıcı bir “temsil edilen” statüsünde. Bu anlayışa göre şehrin özne hâline gelme ihtimali yok, çünkü siyaset dışına itiliyor. Böyle olunca da uzmanlığın, araştırmanın bir işlevi, anlamı bulunmuyor. Kamusal alanda ilişki yalnızca siyasal alana bahşediliyor, bu işlevlerin siyasal bir niteliği gizleniyor. Olsa olsa bilim adı altında kendi özel çıkarını temsil ediyor. Planlama anlayışı onu bir imar nesnesi hâline getiriyor. Uzmanlığın (yani kamusal kararları içeriklendiren işlevin de) kamusal bir ilişki kurması gerekmez mi?