Mimar Haydar Karabey, Cumhuriyet Gazetesi'nde yayınlanan yazısında İstanbul Surları'na dikkat çekiyor.
Bizler; İstanbul, açık kent, kültürel miras, turizm, kamusal alan diye konuşurken…
Buraları merak eden ve resim de çekmeye meraklı bir yabancı “kadın”, yalnızca bizlere ait olmayan bu dünyamızı paylaştığımız bir sürü insandan biri, kendince bir çaba göstererek 20 bin kilometre yolu geçip geliyor ve sürdürmeyi, paylaşmayı beceremediğimiz insanlığın bu ortak kültürel mirasının, bu kamusal alanın, izleri üzerinde dolaşmaya başlıyor.
Her yabancı kadını potansiyel bir yem olarak algılamaya mahkum ettiğimiz kimileri; ırza geçip taşla baş ezen erkek egemen toplumun kimi üyeleri bu arada, bu lanetli kentin karanlık köşelerine sığınmış olabilirler.
Kendilerine ait kıldıkları bölgelerine giren bu “yabancı kadın” da “doğallıkla” onların, ötekilerin malı olacaktır, onunla istedikleri gibi oynayabilirler. Sonra da kırık bir oyuncak gibi bir kenara bırakabilirler.
Kadının birkaç dakika önce çektiği resim, bu kentten batıya doğru uzanan hüzünlü bir demiryolu görüntüsüdür, birkaç dakika sonra çekeceği ise sahilde, günbatımı sonrasının ışıkları olabilir. Son dakikalarda, bu güzel ama lanetli kentte gün batarken, aklından neler geçtiğini hiç bilemeyeceğiz.
Ama çektiği resimleri izlerken, derhal: “her halde uyuşturucu kuryesidir bu …” diye yorum yapmaya koşullanıyoruz. Bir dernek ise, “suçu buralara sığınmış zavallıların üzerine atmaya hakkınız yoktur” diye görüş bildiriyor.
Kafamız karışık. Suç var mı, varsa suçlu kim? Elbette, kimi toplumlarda olduğu gibi birileri, sokakta da yaşamayı seçebilmeli.
Metropole karşı bir protestodur belki bu tavır. Ama belli ki buralarda yaşama tutunmaya çalışanların, “ötekilerin” keyfi değil, zorunlu bir tercihi bu. Taşların yerine oturduğu bir toplumda bu ve benzeri dernekler, çoktan Kent toplumundan, Yerel Yönetimlerden, TOKİ’den hesap sormalı, bu insanlar için farklı projeler üretebilmeliydi. Dinleyen olursa. Bu yersiz yurtsuzlara verecek hiçbir şeyi yok mudur gerçekten bu toplumun. Bu insanları, Bizans duvarlarının dışına çıkarıp, düzgün bir yer edinmelerini de sağlama konusunu hiç tınlamayanlar, örneğin TOKİ yetkilileri ise kilometrekare ile imal ettiği konutlarından sermaye üretmeye devam ederlerken, güçlerinin belirli bir bölümünü sistemin marjinalleştirdiği yaşamlara, gerçek evsizlere, yersizlere harcamayı düşünse?
Belki üç yüz belki bin kişi için insanca bir yaşam çevresi üretmenin maliyeti nedir ki? Söyleyeyim; “Taşı toprağı inşaat” olan bu dünya metropolünde bir “plaza” katının bedelidir.
İstanbul, havada uçuşan parlak projeler ile oyalanırken ve bizler, İstanbul açık kent, kültürel miras, turizm, kamusal alan diye konuşurken… Bu topraklarda tarih boyunca üretilmiş sekiz bin yıllık kimi değerlerin de kentin kimi sakinleri gibi en sefil dönemlerini yaşadıkları söylenebilir.
Son kez Surlara dönelim. Günler geçti, “Olay Mahalli İnceleme Ekipleri” artık bürolarına dönmüştür.
Diyarbakır’ın ünlü surları 5 kilometredir. Paris’in 24 kilometrelik surlarının neredeyse tümü bir “çılgın proje” uğruna yıkılarak çevre otoyoluna dönüştürülmüştür. Atina, Roma gibi eski İstanbul’un yanında köy boyutunda kalan yerlerde eski kent surlarının izlerini bile bulmak ise neredeyse olanaksızdır.
Dünyada, kentin son dönemde gördüğü tüm zulme karşın en iyi “kalmış- korunmuş” metropol surları bunlardır: 14,5 kilometresi kıyı boyunda olmak üzere toplam 22 kilometrelik bir hazine. Yeni barbar istilaları (en azından top- tüfek ile) olmayacağına göre bunları şimdilerde moda olduğu gibi “ihya” etmeden korumanın bir yolu da olmalı. Elbette Bukoleon, Blahernai, Yedikule gibi kalelerini de otele veya yavan kültür merkezlerine dönüştürmeden. Sulukule gibi yakıp yıkmadan, belki de bu duvarlara yaslanıp yaşayan onlarla bütünleşen kimi evleri bile koruyarak. Bir gün keyif ve güvenle surlar boyunda yürüyen, bisiklete binen, resim çeken İstanbulluları ve “yabancı”ları hayal ediyorum.
Taşı ile, kuşu ile, insanı ile barışık bir İstanbul hayali.
İşe Konstantin gibi şehir surlarından başlasak.
Çılgın bir proje mi yoksa bu?
Belki de şöyle düşünüyordu “yabancı kadın”:
“Artık buralarda yalnızca İstanbul’un kuşları barınsa… Bu şehrin kara surlarına kargalar, kıyı surlarına martılar yakışır. Güvercinler dini yapıların yakınlarında yaşar herhalde. Geceleri baykuşlar da olabilir, ama yarasa olmasın…”