Vasıf Kortun'un blog sayfası "Resmi Görüş"te yer alan Korhan Gümüş'ün yazısı...
Tayyip Erdoğan 1994 yılında İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı koltuğuna oturduğunda kucağında hazır bir kaç büyük proje buldu. Bunlardan biri de İstanbul’un en büyük üniversitelerinden birinin hocalarının hazırlamış olduğu Taksim projesiydi. Bu projede trafik Gümüşsuyu, Sıraselviler, Mete, Cumhuriyet caddeleri ve Tarlabaşı Bulvarı tarafından açılacak yarıklarla ve tünellerle yer altına alınıyordu. Ayrıca meydanı baypas eden bir tünel Cumhuriyet Caddesi ile Tarlabaşı Bulvarı’nı birleştiriyor, diğerleri meydanın altında bir “rotonda” (döner) kavşakla birleştiriliyordu.
Bu projenin 80’li yıllarda Bedrettin Dalan zamanında alelacele yapılan bir yarışmadaki fikirlerden esinlendiği, daha doğrusu o zaman da bu tür bir ulaşım projesini “çalışmış” olan bir ekip tarafından Büyükşehir Belediye Başkanı Nurettin Sözen’e sunulduğu biliniyordu.
Sözen döneminde bazı kişiler Dalan zamanından kalan bu projenin şehrin en güzel caddelerini yok edeceğini, tarihi bölgedeki binaların önünde betonarme fore kazıklar çakılarak 10 metrelik istinat duvarları yapılacağını iddia etmişler ve toplantılar düzenlemişlerdi.
Projeyi hazırlayan üniversite hocalarının bulunduğu “proje müellifi” ekip ise (her zaman yaptıkları gibi) bu projenin ulaşımı kolaylaştıracağını, kentin meydanını “çağdaşlaştırmak için” gerekli olduğunu, diğer meydanlarda da (Eminönü, Beşiktaş, Mecidiyeköy…) benzer projeler yapıldığını, itiraz edenlerin bu işten anlamadıklarını iddia ediyorlardı. Kavşak mühendisliği nedir bilmeyen, üstelik de üniversitede hoca bile olmayan bu genç insanların itirazlarının dikkate alınmaması gerektiğini söylüyorlardı.
Ayrıca yönetimi ikna edecek çok önemli bir argümanları daha bulunuyordu:
Meydanın altında elde edilecek çok katlı mekanda yer alacak bir AVM Sözen döneminde başlayan ilk metro yatırımının finansmanına yardımcı olacaktı.
Taksim’e AVM fikri belki bir ölçüde yönetimi ikna etmiş gibi gözükse bile, Büyükşehir Belediyesi’nin başkanlık binasında uzmanların katıldığı bir kaç toplantının yapılması Sözen’i tereddüte sevk etmişti. Üniversite hocalarının ve belediyeye iş yapan çevrelerin ısrarlarına rağmen Sözen itiraz edenleri dikkate aldı. Bu nedenle proje ihale edilmeden kaldı, kısa bir süre sonra da zaten seçimler gündeme geldi.
Tayyip Erdoğan koltuğuna oturduğunda henüz çevresinde deneyimli bir ekip yoktu.
Zaten o dönemde mutad olan işleyiş mimari projelerin üniversite adını kullanarak ya da bilim adına bir takım ayrıcalıklı çevrelerin danışmanlık yaptığı müteahhitlik kuruluşları tarafından geliştirilmesiydi. Surlardaki gibi restorasyon projeleri, Sütlüce’deki gibi kültür merkezleri, meydanların yenilenmesi ve ulaşım-kavşak düzenlemeleri, her dönem başlatılan binlerce proje bu çevreler tarafından hazırlanıyordu. Bu ekiplerdeki bir kaç değişiklik dışında, Erdoğan’ın aynı çevrelerle devam etmekten başka seçeneği yoktu. Hatta kırılgan bir durum olduğu için “bu işleri bu ellerinden alalım” diyen yakın çevresindeki danışmanlarına şöyle bir talimat verdi: “Bu çevreler bizi sürekli eleştirip köşeye sıkıştırmak istiyorlar. Sakın ellerinden almayın, tam tersine daha fazla proje işi verin.”
Ancak Taksim projesi bunlardan farklıydı. Erdoğan bu konuya özel bir önem veriyordu. Taksim’e büyük bir cami inşa ettirmek istiyordu. Böylece Milli Görüş’ün en önemli ütopyalarından birini gerçekleştirmiş olacaktı. Zaten Cumhuriyet’in başlangıcından beri kent ekonomisini kontrol altına alan milli iktidarlar zamanında meydana bakan Aya Triada kilisesinin önüne (sloganıyla Türkiye’nin en büyük gazetesi de dahil olmak üzere) niyeti ortaya koyan bir özenle reklam panoları yerleştirilmiş, kilisenin meydandan görünmesi engellenmişti. Aynı şekilde Opera binası da “Türk halkına kendi değerlerini benimsetmek isteyen bir azınlığın eseri” olarak görülüyor ve benimsenmiyordu. Bu nedenle ona da bir çözüm bulmak gerekiyordu. Bir tek sorun devlet eliti içinde bu konuda kalıcı bir kurumlaşma sağlanmış olması, kültür insanlarının bu konuda hassas olmasıydı.
Erdoğan Taksim’in zor bir konu olduğunu biliyordu. Üstelik bu işte üniversiteleri kullanamayacakları için henüz ellerinde cami projesi çizecek ekip de yoktu. İktidarın ona bu konuda kolaylık sağlamayacağını da biliyordu. Bu yüzden yalnızca bir deneme yapılacaktı. Sözen zamanında hazırlanan projenin üzerine üç adet çember çizilecek, böylece gelecek tepkiler ölçülmeye çalışılacaktı. Partinin ilçe teşkilatlarından birinin başkanı mimardı ve bu işi yapma görevi kendisine verildi. Çemberlerden biri tam Gezi’nin girişinde, meydandan gözükecek şekilde, merdivenlerin üstündeki platformda yer alıyordu. Diğerleri ise Gezi ve Divan otellerinin karşısında…
Ancak gelişmeler beklendiği gibi olmadı. Ortaya atılan bu “çekimser” cami projesi -ki çemberler bile sanki bir eskiz gibi trafik projesinin üzerine silik bir şekilde çizilmişti, henüz fikir düzeyinde sunulmuştu- 28 Şubat sürecinin en gerilimli konularından biri oldu. Erdoğan sonunda başkanlıktan alındı ve hapse girdi. Yerine gelen yardımcısı Ali Müfit Gürtuna döneminde ise bu çemberler projeden kazındı.
Yeniden Sözen zamanındaki üniversite hocalarının projesine geri dönüldü. Ancak Gürtuna ve ekibi tünelli, dalış rampalı projenin neden eleştirildiğini, projeye neden karşı çıkıldığını bir türlü anlayamıyordu. Arka planında başka sorunlar olduğunu, meselenin “hassas” bir konu olduğu söyleniyordu. Zaten Büyükşehir Belediyesi’nin bürokrasisi de ikiye ayrılmıştı. Bir bölümü parti için çalışıyor, Gürtuna çevresindeki bir ekip de onunla yola devam etmeyi planlıyordu. Taksim meselesi de, gelecekte çevresindeki elitle birlikte iktidara doğru yürüyecek olan ekibe enerji verecek önemli bir mücadele alanıydı. Gürtuna son bir hamleyle hem kendi gücünü göstermek, hem de gelecek seçimleri de alarak yola devam etmek umuduyla bu projeyi “Fethin 550. Yılında 550 Proje” programına koydu. Amacı cami yapmadan sorunun çözülebildiğini kamuoyuna göstermek ve uzlaşmacı bir lider olarak puan toplamaktı. Taksim projesi için sonunda Maksem ve su deposunun önünde büyük bir şantiye alanı kuruldu. Ancak proje yalnızca Harbiye ile Beyoğlu arasındaki caddeleri “Çin Malı” granitlerle kaplama işine dönüştü.
Projenin cazip hale getirilmesi için Taksim’deki Cumhuriyet Anıtı’nın hemen yanına Singapur’da görülüp beğenilen “dans ederken su fışkırtan kız” heykelinin yerleştirilmesine karar verildi. Talimatlar doğrultusunda heykelin satın alınmasını sağlayan üst düzey bürokratlar şarkının yeniden kompoze edileceğini ve Türkçeleştirilmesinin sağlanacağını ifade ediyorlardı. Ancak beklendiği gibi olmadı, Cumhuriyet Anıtı’nın hemen yanında böyle bir şeyin yakışmayacağını söyleyenler yanında müteahhit de Başkan’a düzenlemenin elverişli olmadığını, heykelin buraya sığmadığını anlatmaya çalışıyorlardı. Bu yüzden bu heykel hiçbir zaman Taksim’e yerleştirilmedi, depoda unutulup gitti.
Erdoğan uzun süren bir mücadele sonucunda iktidara geldiğinde Taksim konusunu bir an önce ele almak istiyordu. Taksim yıllardır içini kemiren, uğradığı haksızlığı simgeleyen bir konuydu. Milletin iktidarını engelleyenleri yenmişti. Dolayısı ile milli iktidarın sahne aldığı kamusal alan, Taksim dönüşmesi gereken en önemli yerdi. 2004 seçimlerinde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı için aday gösterdiği Kadir Topbaş kazanınca, artık şartların olgunlaştığını düşündü. Tebrik telefonunu açtığında “Başka şeyler bir tarafa, senden ilk Taksim projesini uygulamanı istiyorum” dedi.
Milli iradenin burada, bugüne kadar hep Batıcı zihniyetin kontrolünde olan yerde temsil edilmesinin zamanının geldiğini düşünüyordu. Yaşadığı haksızlığın telafi etmenin zamanı gelmiş, merkezi otoritenin başına geçmişti. Ancak cami konusuyla tekrar bir tartışma yaratmanın anlamı yoktu. Topbaş’a da daha zekice, geri adım anlamına gelmeyecek bir formül bulmak kalıyordu. Yıkılmış binaların resimlerini, belgelerini bularak imar kısıtlamaları olan Boğaziçi gibi yerlerde inşaat yapmakla tanınan ve kendisiyle yakın ilişkileri olan bir mimar bu konudaki çözümü kendisine sundu. Burada 1939’lara kadar terkedilmiş vaziyette ayakta duran, içinde de bir cami bulunan Taksim Topçu Kışlası’nı yeniden inşa etmek.
Ancak zaman değişmiş, Erdoğan’ın kendisini var ettiği koşullar geçmişte kalmıştı.
Daha proje başlamadan tüneller için Divan Oteli’nin karşısındaki ağaçları yerinden sökmek için kepçeler çalışmaya başladığında herkesin gözünün önünde eksantrik bir görüntü ortaya çıktı. Bu şiddet kamusal alanda, herkesin gözünün önünde yapabileceği en acemice müdahale biçimiydi. Vicdan sahibi herkesi rahatsız edecek bu şiddet, kısa zamanda tepkileri bir anda patlatacak bir kıvılcıma dönüştü. Kısa zamanda binlerce insan Gezi’nin içine toplandı. Sonra da Taksim, İstiklal Caddesi ve daha birçok kamu alanı, tarihin gördüğü en kalabalık protestolara sahne oldu. Sonra da protestolar genişledi, İktidar korkuya kapıldı. Tunus dönüşü Erdoğan gösterilerin şiddetle engellenmesi talimatını verdi.
Erdoğan’a göre muhalifleri kitlesel bir eylem için fırsat kolluyorlardı, bu yüzden ağaçları bahane etmişlerdi. Oysa tam da tersi olmuştu. Taksim’de tam da merkezi siyasetin imha ettiği bir alanda yepyeni bir siyaset filizlenmişti. Zıtlaşma rejimi ve şiddet, kamusal alanı ele geçirme üzerine kurulan merkezi politikanın tam da dönüşeceği alan burasıydı. Hatta bu fırsat Kürt Reformu’ndan sonra yerel seçimlere bile taşınabilirdi. Kent yönetiminin kapasitesi geliştirilerek bu mesele ona devredilebilir ve bu alan için yeni bir katılımcı deneyim sergilenebilirdi. Ama tersini yaptı. Bu fırsatı görmek istemedi. Yaşananları yoksaymaya, hatta var gücüyle tarihten kazımaya, eskiye tercüme etmeye çalıştı. Bu yüzden ekonomiye asıl zarar veren de kendisi oldu.
Diğer taraftan bunun koşullarını da kendisinin hazırladığını teslim etmek gerekli. Askeri vesayetin kalkması, askeri bürokrasinin kontrol altına alınması eski rejimin bu oligarşik yapısını değiştirdi, onlara yaslanan muhalefet biçiminin temellerini sarstı. Kürt meselesinde Cumhuriyet’in başlangıcından beri yaşanan krizin çözümü için adımlar atılmaya çalışılması ise merkeziyetçi devlet yapısının, düşmanlaştırıcı sivil toplum temsilinin koşullarını da değiştirmeye başladı. Şimdi ya başladığı noktaya geri dönmesi gerekiyor, ya da kendisini yenilemesi. İktidardakiler, aydınlar, hayatın tasvirini üretenler ise bazen yenilikleri, kendileri bile yapsalar, bazen çok zor fark ederler. Ama gene de biz umudumuzu kaybetmeyelim, değişim daha yeni başlıyor.