1 Mayıs'ta Taksim'de olmak ne anlama geliyor? Neden Yenikapı Miting Alanı değil de Taksim Meydanı? 1 Mayıs'ı Yenikapı'da değil de Taksim'de kutlamayı istemek "şımarıklık" mı? Bu yazıda sorularınızın cevabını bulacağına inanıyoruz.
Yarın 1 Mayıs İşçi ve Emekçi Bayramı. Tarih yaklaştıkça Taksim Meydanı’nda kutlama yapılıp yapılmayacağı mevzusu da gündemin tartışmalı konularından biri olmuştu. STK’lar 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlamak istediklerini beyan ettiler, bunun üzerine yönetim ise Taksim Meydanı’nın 1 Mayıs’ta kapalı olacağını söyleyerek kutlamalar için Yenikapı Miting ve Gösteri Alanı’nı adres gösterdi. Başbakan Erdoğan, 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlama ısrarını “sokakta şımarıklık” olarak nitelendirerek son noktayı koymuştu. Şimdi Taksim Meydanı adeta savaşa hazırlanır gibi zırhlı araçlarla, polis barikatlarıyla çevrelenmiş durumda.
1 Mayıs kutlamalarının Taksim Meydanı’nda çatışmaya dönüşmesi durumu maalesef artık normalleşti. Hele de ardımızda Gezi Parkı deneyimi gibi bir sürecin varlığı ele alınırsa Taksim’de herhangi bir toplumsal harekete müdahale kaçınılmaz hale geldi.
Tüm bunlarla Taksim Meydanı simgesel bir mekan olarak anlam kazanırken toplumsal hareketler, mekan ve iktidar ilişkisini nasıl değerlendirmemiz gerekiyor?
Öncelikle, birer kamusal mekan olan meydanların topluma kapatılmasını sorunsallaştırarak tartışmayı başlatabiliriz. Herkesin olan ama hiçkimseye ait olmayan, toplumun her kesiminin kullanımına ve erişimine açık olması gereken meydanlar iktidar tarafından bu kadar kolay açılıp kapatılabilir mi?
Diğer mühim mesele ise Taksim’deki bu ısrarın anlamlandırılması. Taksim Meydanı yalnızca herkesin toplanabileceği, açık kamusal mekan olmasından almıyor anlamını; 1 Mayıs 1977 kutlamalarında hayatını kaybedenleri anmak için de Taksim’de 1 Mayıs gösterileri önem kazanıyor. Diğer taraftan yönetimin, bundan sonraki tüm mitinglerin, gösterilerin Yenikapı’da yapılması hedefiyle inşa ettikleri meydan projesi tam da burada anlamını yitiriyor. Mekanın belleği, toplumsal hareketlerdeki anlamı konusunu burada sorunsallaştırmak gerekiyor.
1 Mayıs’a saatler kala, kentin kamusallık sorunları da bu kadar çoğalmışken konuyu masaya yatıralım istedik. Kafamızda uçuşan soruları Yaşar Adanalı’ya sorduk, yanıt bulmaya çalıştık.
12 yıllık AKP iktidarı bir şeyi öğrettiyse o da siyaset alanı toplumsal alanda genişlemediği müddetçe demokratikleşmenin de ilerletilemeyeceğidir. Siyaset alanının, kentsel ve kırsal dönüşüm projeleri ile yaşam alanlarını kuşattığı mevcut otoriter neoliberalizm döneminde genişleyeceği yer de mekan(da)dır. Yani demokratikleşme aynı zamanda bir mekan meselesi ve mücadelesi olmak zorunda.
İktidar açısından mekan mücadelesinin iki ayağı var. Öncelikle hegemonya arayışının merkezinde kentsel ve kırsal mekanın dönüşümü yer almakta. Yaşam alanlarını, yaşayanları ve bedenleri kuşatan, baskılayan, sıkı sıkıya saran bu süreç zor kullanarak veya mümkünse rıza üreterek, ama katiyen katılım imkan/mekanlarını yaratmadan işletildi. İnsanların hayatlarına, yaşadıkları mekânlara ve bedenlerine dair kritik kararları alma imkanları asgari düzeyde tutuldu. Mekâna dair plan, proje ve politikalar tek adam ve en yakın çevresindeki sermaye ve teknokratik-yönetişim eliti tarafından belirleniyordu. Ayrıca mekanı, gerek (giderek daha da militarize edilen polisiye araçları kullanarak) baskıcı iktidar mekanizmalarını devreye soktuğu, gerekse de kültür savaşını derinleştirerek kendi tabanında iktidarına rıza ürettiği bir meydan muharebesi alanı olarak gördü.
Taksim Meydanı da işte hem ‘gizli projelerle’ dönüştürmeyi amaçladığı iktidarsermaye mekanı, hem polisi yığdığı baskı mekanı, hem de kültür savaşını sürdürdüğü bir cephe mekanı olarak ele alındı.
2013 Mayısının son haftasından Haziranın ikinci haftasına kadar geçen kısa sürede, aslında 39 ayrı şehir/ilçeden oluşan, yüzlerce mahalle, milyonlarca insanın yaşadığı uçsuz bucaksız İstanbul’da mekan sıkıştı, sınırlar ortadan kalktı, İstanbul’un metrobüs kalabalığı dışında dirsek teması bulunmayan sakinleri belki de hiç olmadığı kadar ve sıklıkta yakınlaştılar. Aralarındaki soyut yurttaşlık bağı veya Benedict Anderson’un ‘Hayali Cemaatler’ olarak adlandırdığı ulusal tahayyül, kente ve kentin siyasetine aidiyet anlamındaki kentsel yurttaşlık bağıyla yer değiştirdi. Gazi ile Gezi arasında, karşılıklı olarak direnişin ruhunu besleyen yaşamsal bir kordon bağı kuruldu. Kadıköy’ün Köprü’yü yürüyerek geçtiği, kıtalararası kalkışma harekete moral üstünlük sağlarken, klişeleşmiş ‘köprü metaforu’ belki de ilk defa bir çok İstanbullu için toplumsal bir anlam kazandı. Beşiktaş ve Taksim, günlerce sezgisel bir birliktelik geliştirdiler.
Malum, iktidar ‘hükmetme teknolojilerini’ kullanarak Taksim Meydanı ve Gezi Parkı’nı, yani direnişin ağırlık merkezini, ele geçirdi. Taksim Meydanı’nı adeta kuşattı. Direniş mekanını, elindeki gelişmiş kontrol aygıtlarının yardımıyla iktidar mekanına dönüştürerek ve kültür savaşlarını kanırtmak suretiyle açılacak toplumsal fay hatları üzerinden direnişi sönümlendirecek bir politika hedefledi. Kısmen de başarılı oldu.
Dönüşen mekan, boşaltılan Park ve Meydan’ı boş bir kap olarak düşünebiliriz. İktidar bu kabı da koca koca bilyelerle (TOMA, Akrep ve çevik kuvvet gibi) ağzına kadar doldurdu, halen de buralar dolu vaziyette. Ancak, muhtemelen kimsenin pek de öngöremediği bir şekilde, bu bilyeler arasında kalan boşluklar yeni direniş imkan/mekanları olarak ortaya çıktılar.
Birbirleriyle iletişim halinde yatay ve otonom hareketler bu boşlukları, adeta kum gibi doldurmaktalar. Yani bir çekim merkezi ve etrafında dönen, pozisyon alan alt merkezler halinde patlak veren bu mücadelenin gerçek anlamda yerelleşmesi, kurumsal mekanizmaların dışında yeni bir siyaset ve kamusallığı kurmasının kendiliğinden bir zemini oluştu. İstanbul özelinde tohumu Gezi Parkı’nda atılan, büyük saldırının ardından da Abbasağa Parkı’nda filizlenen ve 2 gün içinde otuzun üzerinde yerel noktada büyüyen park demokrasisi kentin farklı noktalarına yayılan ve aslen mekanda verilen mücadeleler silsilesi olarak bugüne kadar geldi. Park forumları, işgal evleri, işgal fabrikaları, kent bostanları derken seçim (Oy ve Ötesi) ve siyasi parti (Occupy CHP) gibi mevcut kurumsal araç ve aktörlerin bile siyaset alanının genişlemesiyle dönüştürülebileceğinin ipuclarını aldık. Yani demokratikleşmeyi aynı zamanda bir mekan mücadelesi olarak ele aldığımızda umutlu olmak için çok sebep bulunmakta.
Yayalaştırma projesinden sonra Taksim Meydanı
Yayalaştırma projesinden sonra Taksim Meydanı
Önceki yazımda da belirtmiştim, Taksim sadece Türkiye’de değil, muhtemelen Avrupa’da da en militarist kentsel noktalardan biri halini almış durumda. Taksim Meydanı Yayalaştırma Projesi’ni aslen bir ulaşım projesi olarak değil de militarist altyapı projesi olarak değerlendirmek mümkün. Tarlabaşı Bulvarı ve Cumhuriyet Caddesi bağlantısının Tünel ile yer altına alınması, hem Meydan’a giriş çıkışlarda yaya akışını sınırlandırarak ‘kontrol noktası’ olarak işlev görmekte, hem de Meydan’ın ‘yasaklandığı’ durumlarda araç trafiğinin etkilenmemesini sağlamakta. Bu durumun 1 Mayıs’ta farklı güzergahlardan formal veya enformal yollardan Taksim’e çıkmaya çalışacak toplumsal hareketlerin işini zorlaştıracağı, meydanı kuşatan polislere avantaj sağlayacağı muhakkak.
Toplumsal ve siyasal hareketler, kent meydanlarından toplumsal ve siyasal dönüşüm taleplerini duyurmaya çalışırlar. Kendi iktidarını ne pahasına olursa olsun korumaya, sarsılmaya başlamış hegemonyasını yeniden kurmaya çalışan bir iktidar için toplumsal dönüşüm talebinin ürkütücü olduğu açık. İktidar açısından asıl korkutucu olan ise sendikaların, meslek odalarının, kitle örgütlerinin, yani konvansiyonel toplumsal aktörlerin senede bir gün Taksim Meydanı gibi sembolik öneme sahip mekanları kullanması değil elbet. Mevzu, Gezi’de açığa çıkan, aslında konjonktürel ve küresel olarak bir çok başka kentsel harekete ve kent meydanlarına eklemlenen, konvansiyonel toplumsal & siyasal aktörleri de içeren ancak karakteri itibariyle gayri nizami toplumsal kalkışmaların kent meydanları üzerinden siyaset alanını genişletmeleri, buraları yeniden üreterek meydanları müşterek siyaset alanlarına dönüştürmeleri ve yeniden anlamlandırmalarıdır. Çünkü bunun varacağı nokta iktidarın hegemonyasının parçalanması. İşte bu yüzden Yenikapı ve Maltepe Dolgu Alanlarına, sanki kekliği düz ovada avlamak istermiş gibi yapılan miting alanları, Taksim ve Kadıköy gibi gerçek anlamdaki kent meydanlarına alternatif olarak gösteriliyor. Kamusal mekanı yeniden anlamlandırmanın mümkün olmadığı, veya bu anlamlandırma mücadelesinin sıfırlandığı, siyaset zemininin kendisinin iktidar tarafından (literal olarak) inşa edildiği kontrollü yapay meydanların adres gösterilmesi otoriterleşen iktidarın varoluşsal korkuları gereği kaçınılmaz.