Taksim'deki berbat projeden tümüyle vazgeçildiği takdirde sorun çözülmüş mü olacak?
Eğer İstanbul gibi bir kentte yöneticiler Taksim meydanı gibi bir kent parçasına hiçbir katılım, yaratıcı çalışma olmadan müdahale etmeyi planlayabiliyorlarsa, bunun arkasında yalnızca yöntem bilmezlik değil, başka bir şey olmalı.
Bu aşamada, yönetimin itirazlar üzerine geri adım atma işaretlerini verdiği bir anda belki de çerçeveyi genişletmek ve yönetimlerin nasıl olup da bu tür projeleri bu kadar kolayca ortaya atabildiğini sorgulamak gerekiyor.
Yani tam da “aaa bak kral çıplak” dediğimiz anda, bu sorunun ortaya çıkmasını sağlayan kamusal mekanizmaların nasıl işlediğine bakmamızın daha da gerekli olduğunu düşünüyorum. Çoğu zaman da bu tür işlerle uğraşanların siyasal tercihlerine göre farklı pozisyonlar almaları yeterli oluyor. Böylece başka bir şey yapmaya, düşünmeye, sorgulamaya gerek kalmıyor. Eğer ilgili kişiler iktidara yakınsalar, projeleri destekliyorlar. Değilseler, karşı çıkıyorlar. Algılama böyle olunca asıl mesele tartışılamıyor, üstü örtülüyor. Bir de üstelik meseleyi bu çerçevenin dışında ele almaya çalışıyorsanız, kimisi sizi iktidara yakın olmakla, kimisi de meşru bir sürecin önünü kesmekle suçluyor. Bu nedenle işin içinden çıkmak giderek zorlaşıyor.
Siyasetçilerin bagajında elle tutulamaz daha önemli konular olduğu için kentler, doğa, kültür feda ediliyor. Siyasal meşruiyet rejimi başka bir simgesel düzen üzerinden üretildiği için ortaya Taksim projesi gibi tuhaflıklar çıkıyor. “Milli Siyaset” sahnesinde projeleri katılıma açmak, müzakere etmek, yaratıcı enerjiyi harekete geçirmek gibi unsurlara yer yok.
Geçmişte Taksim’de tartışılan yegâne konu meydanda nasıl bir simgenin yer alacağıydı. Caminin bir simge olarak kentin en önemli kamusal alanına yerleştirilmek istenmesi 28 Şubat sürecinde İslami siyasal hareketin çatışmacı, totaliter karakterinin bir emaresi olarak gösterildi. Oysa çeşitli iktidarlar döneminde defalarca gündeme gelen ve hiç de masum olmayan çok daha köktenci (radikal), kentin meydanını otoyollarla alt üst edecek bir girişim vardı. Kentin en güzel caddelerini dalış rampaları, istinat duvarları ile yok edecek, meydanın bağlantılarını tıkaca dönüştürecek bu proje yalnızca ulaşımla ilgili ‘teknik’ bir karar olarak görüldü. Üstelik bu “müstesna” rekreasyon ve kültür alanı sanki boş bir arazi gibi oteller, rezidanslar, orduevi, kongre merkezleri ile dolduruldu. Nedense bu kararların hiçbiri tartışma konusu bile olmadı.
Cami (tıpkı başörtüsü meselesi gibi) 28 Şubat sürecinin en hararetli konusu oldu. Çünkü Taksim Camii bir siyasal hareketi temsil ediyordu. Rahatsız edici olan da buydu. İslami referanslı siyasal hareketin bu aşamada zannedersem henüz AKM’yi yıkmak gibi bir düşüncesi yoktu, her ne kadar “Opera”yı Batılı bir kültür biçimini halka empoze edilmesi olarak görse de. Cami yapma girişimi “Opera” ile ortaya çıkan sınıfsal asimetriyi dengeleyecek, siyasal merkezden dışlanmış bir hareketin simetri arayışının bir imgesi olarak karşımıza çıktı. Bu girişim demokratik bir şekilde sorgulanmadığı için de bugün (“zekice” bir buluşla) Cumhuriyet döneminde yıkılan Topçu Kışlası’nın sorgusuz sualsiz yeniden inşası olarak tekrar gündeme geldi.
Elbette ki bugün kışla yapma girişiminin de kente dair bir perspektifi yok. Mesele yalnızca milli siyasetin ürettiği sınıfsal asimetriyi (tipik bir biçimde) kimliklerin simetrisi ile dengeleme arayışından ibaret. Bu arayış milli siyasetin temel koordinatlarını oluşturuyor. Bu koordinatlara göre bu kentsel dönüşüm projelerini yönlendirenler, siyasetçiler ve iktidardan iş alan müteahhitler (bugün ne kadar zengin olsalar da) alt sınıfları temsil ettiklerini düşünüyorlar. Bu projelere itiraz edenlerin ise mevcut ayrıcalıklarını korumak isteyen üst sınıfları temsil ettiğini varsayıyorlar. Bir belediye başkanının gönüllü çalışan kadınlar hakkında aynı semtteki esnafların toplantısında söylediği gibi: “Bu kadınlar sabahları önce kuaföre giderler, yarım günlerini orada geçirdikten sonra süslenip püslenip dışarı çıkarlar, kimi şikayet etsem diye sokak sokak dolaşırlar…” Bu kişiler itiraz edebildiklerine göre para kazanmak diye bir dertleri yoktur. “Opera” örneğinde de olduğu gibi, iktidarın projesine itiraz edenler bir üst-sınıf olarak algılanıyor. (Zaten yılan hikâyesine dönen AKM’nin onarımı işinin sonunda Türkiye’nin önde gelen zenginlerinden biri olan Güler Sabancı tarafından çözülmesi de anlamlıdır. Yoksa yeni bir savaş uçağı, ya da bir füze projesine on milyarlarca lira ayıran devletin kendi kültür merkezine ayıracak birkaç on milyonu yok mu?) Demek ki AKM’yi onarabilmek için gerekli koşul zengin olmak, üst sınıftan gelmek, ayrıcalık sahibi olmak gerekiyor. Bu durumda itiraz eylemi de, bu kolektif bir imgeye (üst sınıflara) referans veren bir biçim kazanıyor. İktidarın imgesi, artık güçlü bir yeni seçkin üst sınıf ile örtüşse de, bu meselelerde hala alt sınıfın temsili olarak iş görüyor. Eleştiri, olumsuzlama da bir iktidar biçimi algılanıyor. Böylece sorunun asıl can alıcı noktası kamusal nitelikli bir müdahalenin zorunlu katılım koşulları ihmal edilebilir, askıya alınabilir hale geliyor.
Baştaki sorum şuydu: Nasıl oluyor da yöneticiler kent projelerindeki haklı itirazlara kulaklarını tıkıyor? Hatta tıkamak şöyle dursun, itirazlarını dile getiren çevreleri halkın meşru temsilcilerine karşı çıkan çevreler olarak görüyor ve hatta suçluyor? Karşı taraftan bakınca imkânsızlığı aşikar olan bu işi kolayca ve zahmetsizce nasıl başarıyor? Bu soruların cevabı belki de sınıf siyasetinin resmi siyaset ile burkulmasında, yani tersyüz edilmesinde aranabilir. Kültürel ve doğal mirasın korunması, hatta güncel sanat gibi entelektüel işlevleri ister istemez üst bir sınıfın, elitist bir zümrenin ayrıcalıklarını korumak, iktidarını savunmak için ürettiği dışlayıcı unsurlar olarak algılanıyor.
Buna karşılık bu kentsel dönüşüm projelerine katılan tanınmış mimarlar, araştırmacılar ise simetrinin karşı bölümünü imleyerek bir demokrasi deneyimi yaşandığı hissi yaratıyorlar. Bu nedenle projeler beklendiği gibi iktidara yakın “isimsiz” mimarlara değil, sermaye için AVM’ler, rezidanslar tasarlayan mimarlara yaptırılıyor. Bu projeleri tasarlayan mimarlar genellikle üst sınıflara hizmet veren grupta yer alıyorlar. Böylece elitler arasında bir denge kuruluyor. (Bölgede yaşayan halk dışında “açıkta kalan” yoktur, ne kadar bağırsalar da onların sesini zaten kimse duymaz.) Yöneticiler (tıpkı acı bir ilaç gibi) ekonomiyi kontrol etmek, güç sahibi olmak ve elbette daha güvenli bir çevrede yaşamak için kentsel dönüşümün gerekli olduğunu söylemekten geri kalmıyorlar. Hiyerarşik toplulukları karakterize eden siyasetin “milli” sınırlarını tanımlanması mücadelesidir. (Yani neyin “milli” neyin “milli olmadığı”.) Merkezileşen siyasetle yerellik arasındaki ilişki, aynı zamanda bu siyasetin de (ulusdevletlerin bölünmezliği ve bekası için) bir önşartıdır.
Bu sınırların içine entelektüellerin, sanatçıların olduğu kadar yoksulların, siyasal temsil gücü bulunmayanların girmesi de zor. Siyasal temsil alanında hem dışlayıcı, hem de asimile edici pratikler güçlü. Kentsel dönüşümdeki ayrımcılık siyasetinin izleri görülüyor. Bunun sonucunda kentsel dönüşüm projelerinde bir burkulma gerçekleşiyor. (Buradaki paradoks şöyle özetlenebilir: Hem bir siyasal hareket olarak dışlanan yoksul kitleleri temsil ettiğini iddia et, hem de onları yerinden et!). Başkaları değil, bu durumu bizzat Başbakan da sıklıkla dile getiriyor: “Seçimleri kaybetme pahasına da olsa, bu kentsel dönüşüm projelerini gerçekleştireceğiz” diyerek. İktidarın ve entelektüellerin siyasal temsili, imgeleri de bu durumda iki karşıt sınıf olarak karşılaşıyor. Üretim ilişkilerinin yansıdığı temsiller inşaat sürecinin içine gizlendiği ve tartışılmadığı için paradoksal bir biçimde kararlar, yani politika ihmal edilebilir hale geliyor. Bizatihi entelektüellerin bu durumda yalnızca konuşmak, eleştirmek dışında bir şey yapmadıkları da sıkça söyleniyor. Diğer taraftan entelektüel profesyonelliğin öznelliği, iktidar ve piyasa odaklı profesyonelliğin anonimliği karşısında gene sınıfsal ayrışmanın işaretleri olarak iş görüyor. Yaratıcılık, öznellik, deneysellik gibi entelektüel işlevle ilgili kavramlar da bu temsil ilişkisinde sınıfsal koordinatlar olarak algılanıyor ve dışlanıyor.
Bu açıdan Taksim krizinin bu merkezileşen, kenti araçsallaştıran politikaları çözümlemek için önemli bir fırsat olduğu söylenebilir. Yönetim sonunda çatışmacı karakterde olmayan itirazlar yüzünden bir geri adım atmış ve tünellerin en azından bir bölümünden vazgeçebileceğini ima etti. Bir çok bağımsız insan iktidarın kararını eleştirdi ve sonuçta küçük de olsa bir gelişme sağlandı. Bu iyiye doğru bir işaret olabilir, ancak yeterli mi? Yönetim bu projenin tümünden vazgeçse ne yazar? Yönetim bu projeden vazgeçtiği takdirde sorun çözülmüş mü olacak?