Yeni kitabında kentsel dönüşümü ele alan mimarlık tarihi profesörü Uğur Tanyeli: "Türkiye'de kentsel mekanlar bir tür terbiye etme aracı gibi kullanılıyor"
Kentsel dönüşüm soğuk, uzak bir kavram. Gayet kitabi bir terim. Ama çare yok; İstanbul’da yaşıyorsanız her gün karşınıza çıkıyor. Sofralarda, arabalarda, sokaklarda konu dönüp dolaşıp şehirde “değiştirilecek/ dönüştürülecek” alanlara geliyor. İstanbullular kendi hayatlarını konuştukları kadar şunları da tartışıyorlar: Tarlabaşı, Taksim, Sulukule ne olacak? Haydarpaşa Garı, AKM, Emek yıkılacak mı? Yerlerine alışveriş merkezleri mi yapılacak? Taksim Meydanı yeniden düzenlenip, Topçu Kışlası Gezi Parkı’nın yerine dikilecek mi? Bunlar olsun mu, olmasın mı? İstanbul dokunulmaz mı, yoksa dönüşmesi şart mı?
Bu soruları sorduğumuz isim Uğur Tanyeli, mimarlık tarihi profesörü… Mimari eleştiri metinlerinden oluşan yeni kitabı “Rüya, İnşa, İtiraz” kısa süre önce yayımlandı. Kitapta Tanyeli’nin bu sorunlara karşı tutumu çok açık. Değişime karşı değil. Ancak Türkiye’de çok geniş bir mimari mirasın hiçbir ekonomik zorunluluk olmadan tahrip edildiği tespitini yapıyor. Son aylarda tartıştığımız projeler için de şunu söylüyor: “Bu, kent tasarımı ve mimarlık kavgası değil”.
Uğur Tanyeli ile İstanbul için tasarlanan projeleri, en yenisi ve belki de en tartışmalısından başlayarak konuştuk.
Sizce, bir mimar gözüyle Taksim yeniden düzenlenmeye muhtaç mı?
Bu, Taksim’i düzenlemekten ne anladığınıza bağlı. Taksim’de yapılacak çok iş var; en azından otobüs duraklarındaki o pejmürdelik giderilebilir. Ama radikal bir değişikliğe Taksim’in ihtiyacı yok. Hele hele otoları yere gömmeye hiç gerek yok. Üstelik alt geçit girişlerinin ne kadar kötü olacağını hesap edersek, Taksim’i düzenlememek sonucuna varacağını söyleyebilirim. Sonunda Aksaray’a benzeyen bir yere dönüşebileceği riskini herkes dikkate almalıdır.
“Beyoğlu’nun dönüştürme çabası yıllardır çok cazip”
O halde bu ısrar neden?
İmar konuları Türkiye’de bir inatlaşmaya dönüşmüş gibi gözüküyor. Bence AKM’nin iki yıldır kapalı kalması da bir tür inatlaşma… Türkiye’de kentsel mekanlar bir tür terbiye etme aracı gibi kullanılıyor. 200 yıldır süren bir alışkanlık. Bu iktidar yalnızca son halkası. II. Mahmud döneminde başlar bu alışkanlık.
Amaç kimi terbiye etmek?
Kimin kendisiyle aynı fikri paylaşmadığını düşünüyorsa. Tahmin edeceğiniz gibi terbiye edilmek istenen kitle, hiçbir dönemde sabit kalmıyor. Taksim’deki değişime itiraz eden hiç kimsenin derdinin iktidarla itişmek olduğu kanısında değilim. Ama Türkiye’de kamusal alanda yapılan bir şeye itirazınız varsa, iktidarlar bunu asla o mekana ilişkin bir itiraz olarak algılamaz. Kendi varlığına yönelik bir itiraz olarak değerlendirir ve onun tepkilerini üretir.
Taksim için hazırlanan projeyle bu bölgede terbiye edilmek istenenler kim?
Bir kere Gezi Parkı’nı kullananların aşağılandığını söyleyebilirim. “Orada travestiler, eşcinseller toplanıyor” cümlesi sıklıkla dile getirilir. Bu proje onları oradan uzaklaştırmayı, halının altına süpürmeyi içeriyor mu? İçeriyor. Sadece bu da değil bana kalırsa… Genel olarak siyasal anlamda muhalif olarak nitelendirilenlerin hedef alındığını söyleyebilirim. “Taksim böyle dönüştürülmesin” diyen herkes hedefte.
“Gezi Parkı mimari olarak Topçu Kışlası’ndan önemli”
Kentsel dönüşüm tartışmalarına konu olan alanların çoğunun Beyoğlu sınırları içinde olması tesadüf değil herhalde…
Değil tabii. Beyoğlu’nun dönüştürme çabası Erken Cumhuriyet’ten beri çok cazip. O dönemdeki temel amacın ne olduğunu hepimiz biliyoruz. Burası büyük ölçüde gayrimüslimlerin yaşadığı bir yerdi. Ulus devlet kurarken kenti homojenleştirme iradesi kullanmak isteyenler, kenti tabii ki Beyoğlu’ndan başlayarak dönüştürmeyi düşünmüşlerdir. Bugün gayrimüslimler yok. Ama iktidarlar her dönemde istenmeyenler üretmeyi başarır. Sözgelimi Tarlabaşı’ndaki dönüşümün gerekçesi lumpen denebilecek gruplar. Yoksullar, mülksüzler… Bu marjinal grupların oradan deyim yerindeyse temizlenmek istendiğini biliyoruz.
Kullanılan tanımlamalardan biri de “mutenalaştırma”…
Mutenalaştırmanın taşıdığı imanın kötülüğüne dikkat çekmek isterim. Mutena olmayan, demek ki itina gösterilmemiş bir yer. “Burada olmamaları gerekenler var” diye düşünürseniz, temizlemeye başlarsınız. Sulukule’de de aynı şey yaşandı. Orayı bozduğu düşünülen bir grup vardı orada, Romanlar… Onları ‘temizlemek’ti amaç. Bugünün dünyasında böyle kentsel politikaların savunulacak tarafı yok. Açık bir insan hakları ihlali.
Taksim için hazırlanan projeyi ‘çocuksu araçlarla verilen siyasal kavga’ olarak değerlendiriyorsunuz. Çocuksu bulduğunuz nedir?
O sözü Topçu Kışlası bağlamında kullanıyorum. 1930’larda ortadan kaldırılmış bir kışla binası. “İlle de ben bunu yeniden yapacağım” demek çocuksu bir inat. Reel bir talep, yeniden yapılmasını gerektiren hiçbir neden yok. Kışla çoktan yok edilmiş, yerine Erken Cumhuriyet’in en önemli kentsel düzenlemelerinden biri gerçekleştirilmiş.
O park, yerinde konumlandığı eski Topçu Kışlası’ndan mimari anlam bağlamında daha önemli. İlla bir rekonstrüksiyon yapılacaksa İstanbul için başka öneriler olabilir.
Sizin önerileriniz ne?
Beyazıt Meydanı’nın Turgut Cansever tarafından yapılıp yarım kalmış, sonraki dönemde de ciddi şekilde tahrip edilmiş projesini tamamlamak çok daha akıllıca olur. Daha iddialı örnek istenirse, Simkeşhane’nin önünde Theodosius Zafer Takı çok önemli bir yapı. Bu kadar önemli bir tarihsel yapıta sahip çıkmıyoruz, onun yanında devede kulak diyeceğimiz bir şeyi tarihimize sahip çıkma adına yeniden yapacağımızı söylüyoruz. Hiç inandırıcı bir gerekçe değil.
Şöyle bir tespitiniz var: “İstanbul’da, hangi siyasal görüşte olursa olsun, çoğunlukça beğenilmiş ve benimsenmiş bir modern dönem kentsel mekanı yoktur”.
Mutabakat aramaksızın bu kadar büyük dönüşümlere kalkıştığınızda birilerinin canını acıtırsınız. Beyazıt Meydanı işte böyle tahrip edildi. Ve benim çocukluğumdan başlayarak o meydanın mahvedildiğine dair konsensus oluştu. İyi niyetli dönüştürüldü oysa ki, kimse oturup “Bu meydanı yok edeyim” demedi. Eğer mutabakat yoksa, yaptığınız her ne olursa olsun problemli hale geliyor.
“Herkesin anısı olan bir yeri kolay dönüştüremezsiniz”
Bu kadar kalabalık bir şehirde, herkesin apayrı hikayesi olan Taksim için mutabakat ne oranda mümkün?
Zaten üzerinde herkesin anısı olan bir yeri kolay kolay dönüştürmezsiniz. Paris’te “Sorunlar saptadım, Concorde Meydanı’nı yeniden düzenleyeceğim” diyen var mı? Orası da problemli, sürekli trafik tıkanıyor orada. Açıkçası, kenti dönüştürmek için biraz daha sakin davranılabilir. “Hemen şimdi eylemde bulunacağım ve şahane bir sonuç çıkacak” biçimdeki beklenti, imkansız bir beklenti.
Kitabınızda İstanbul’da yaşayanların kentin aktörleri değil de, ‘sakin’leri olduğuna dair bir eleştiriniz var. Dönüşüm projelerine karşı İstanbulluların tutumunu nasıl buluyorsunuz?
Çoğunluk kentin sakinleri; sakin sakin izliyorlar olup biteni. Ama bugün geç Osmanlı döneminden de, erken Cumhuriyetten de çok daha aktif bir sivil toplum var Türkiye’de. Yine de orta sınıflar aktif olarak sokağa çıkmıyor. Hayır demiyorlar. Ancak her şey yapılıp bittikten sonra bir vızıldanma hali oluşuyor.
AKM
“AKM’yi korumak için, onun bir başyapıt olması gerekmez”
AKM’nin mimari kalitelerini tartışmak artık anlamlı değil. Böyle bir opera binası yapmışsanız artık onu korursunuz. Dünyanın hiçbir yerinde opera binaları “Artık böyle bir sahne düzeni yok” veya “Eskidi” diyerek yeniden yapılmazlar. Anıları var bu yapıların… Ayrıca çok da pahalı yapılardır bunlar. AKM kendi dönemi bağlamında ciddiye alınabilir bir yapıdır. Bir başyapıt olduğu söylenemez ama korumak için başyapıt olması da gerekmez. İşe yarıyor mu? Yarıyor. Hem yerine yapacağımızın daha iyi olacağının garantisi var mı? Hayır. Belki daha kötüsünü yapacağız. Zaten bana kalırsa kenti tarihsel planda düşünmenin argümanı bu olmalı: Yıktığımız her şeyin yerine daha iyisini yapacağımıza emin miyiz? Cevap her seferinde “Hayır” olmalı. Gelin görün ki kamu otoritesini temsil eden hiç kimsenin kendi yapacağının daha iyi olacağından en ufak kuşkusu yok. Bu nasıl bir özgüvendir anlamakta zorlanıyorum.
HAYDARPAŞA
“Otele dönüştürmenin ne mahsuru olabilir?”
Benim Haydarpaşa’nın artık gar olarak kullanılmamasına temel bir itirazım yok. Yetmiyor o yapı çağdaş bir gar işlevi için. Gar olarak kullanmak için bile radikal bir biçimde dönüştürmek gerekir. Orada bir liman alanı vardı ve artık liman olarak kullanılamayacağı besbelli. Bir biçimde değerlendirilmesi gerek.
Haydarpaşa’yı, kamu otoritesiyle toplumsal beklentinin uzlaşacağı bir formülle ticari işlevlere açmak mümkündür. Garı başka bir işleve tahsis etmek mümkün, çok da yapılabilir bir öneri. Artık Demiryolları’nın binası olarak kullanamıyorsanız, otele dönüştürmenizin ne mahsuru olabilir? Oradaki dönüşüme Taksim’deki ya da Tarlabaşı’ndaki gibi bakmak zorunda değiliz. Tarlabaşı’nın sorunu o dönüştürme dediğiniz şeyin insani maliyetinin çok büyük olması.
EMEK SİNEMASI
“Göründüğünden daha büyük bir kayıp”
Hiç tereddütsüz söyleyeyim, büyük bir kayıp. Gözüktüğünden daha büyük bir kayıp. Türkiye’de öyle kayıplar üretiyoruz ki, sonunda elimizde pek az tarihsel ürün kalıyor. Bugün 1930’lardan kalma bir tane sinema binamız yok. Emek de o yıllardan kalmış değil. Bina çok daha eski, ama 1960’larda dönüştürüldü. Bugün korumak istediğimiz şey, 60’ların yapısı. Bu kadar savurgan olma hakkına sahip miyiz? Elimizde sonsuz büyüklükte bir tarihi stok varmış gibi davranıyoruz ki yok öyle bir stok.
Emek 60’lardan kalma, ama içindeki anılar çok daha eskilere giden bir yapı. Yeni AVM’de üst katta adı Emek olan bir sinema yapınca o Emek olmayacak ki. Bunun “Süleymaniye’yi de yıkalım, yan tarafa çağdaş bir Süleymaniye yapalım” demekten hiçbir farkı yok. Kuşkusuz Süleymaniye daha önemli bir yapı, ama mantık bu. Buna hakkımız yok. Sadece başyapıtlar korunmaz; kentler aslında ikinci derecede önemli yapılardan oluşur. Onlara sahip çıkmak çoğu zaman daha bile önemlidir.
Kamunun en azından zarar etmediği bir alanı, tarihsel dokuya sadık kalarak koruyabilecekken onu alt üst etmesinin hangimize yararı olabilir, anlamıyorum. Bu kadar muhtaç değiliz. Daha da önemlisi, kamu otoritesi olağan bir tüccarmış gibi davranamaz.