“Bir uçak dolusu gazeteciyi kalamar ve parmesan için Venedik’e taşıyabilirsiniz, en iyi halkla ilişkiler şirketlerini kullanabilirsiniz fakat eğer bienal kavramını anlamadıysanız ve de iyi oyuncular arasına zayıf bir projeyle girmeye çalışıyorsanız (bu da bir gayrimenkul geliştirme işi için uyduruk bir bahane) bunun sorumluluğu sizindir, araç olarak kullandığınız mimarlık ofisinin değil.”
Dün gazeteciler, mimarlar ve iletişimciler işte bu satırları konuşuyordu.
Küratör, yazar ve eğitmen Vasıf Kortun’un, sosyal medyada Türkçe ve İngilizce versiyonlarıyla paylaşılan yazısı.
Venedik Mimarlık Bienali’ndeki Türkiye pavyonu açılışı üstünden, bienalin Türkiye için ticari bir platform haline geldiğini, getirildiğini vurgulayan ağır eleştirisi.
Tesadüfen tam da o saatlerde Kortun’un Araştırma ve Programlar Direktörü görevini sürdürdüğü Salt Galata’da hem Salt ekibinden hem de mimarlarla yakın çalışan iletişimcilerle birlikteydim.
Herkes şaşkındı, hızla konuyu değiştirmeye çalışıyor ama konuşulanlar dönüp dolaşıp bir yerden yine Venedik’e ve Vasıf Kortun’un dediklerine bağlanıyordu.
Vasıf Kortun’dan ne bekliyoruz?
Vasıf Kortun kadar değerli, bilgili ve birikimli biri bile Venedik Mimarlık Bienali deyince konuyu gıda ürünlerine getiriyorsa, ne düşündüğünü açıkça söylemek yerine kızım sana söylüyorum gelinim sen anla yaklaşımına sığınıyorsa, ne yapacağız?
Türkiye’den gazetecilerin Venedik Mimarlık Bienali’ndeki Türkiye Pavyonu’nun açılışına katılması, Türkiye’yi uluslararası bir projede desteklemesi son derece olağan bir durum.
Vasıf Kortun’un da buna itiraz edeceğini sanmam.
Tabii ki gönül ister ki körler sağırlar birbirini ağırlar kültürümüzden kurtulalım ve uluslararası piyasada da işlerimiz daha çok takip edilsin ve yabancı basın da bizim kadar ilgilensin bizim yaptıklarımızla, bizim pavyonumuzla.
Bizim dememin nedeni basit, Türkiye pavyonunda devlet desteği de var, bu da demek oluyor ki hepimizin de katkısı var.
O yüzden sahiplenmemiz, tartışmamız, nasıl daha iyi hale getirilebiliri konuşmamız, tartışmamız da son derece doğal.
Türkiye pavyonunda sergilenen Darzana’nın bizi görsel olarak etkilediğini, hikâyesini de beğendiğimizi ama bienalin geri kalanıyla kavramsal bir bağlantısı olmadığını defalarca konuştuk.
Ama mimari boyutuyla eleştirmek gazetecilerin değil, asıl akademisyenlerin, Mimarlar Odası’nın, mimarlık alanında eğitim almış uzmanların işi.
ART Review dergisinin ‘Güncel Sanatın En Etkili 100 Kişisi’ listesinde yer alan Vasıf Kortun, Venedik Sanat Bienali’nde farklı pavyonlarda ve İstanbul Bienali’nde küratörlük yapmış biri olarak Darzana’yı eleştirebilir.
Daha iyi olması için nerede hata yapıldığını, nelerin tekrarlanmaması gerektiğini söyleyebilir, hatta İKSV’ye önerilerde bulunabilir.
Ama bunu yaparken gazetecilerden başlayıp, olayı bienal üzerinden limanlar tartışmasına taşımak isteyip de bunu bir parantezle kapatmak değil, kendisinden beklediğimiz.
“Kimi zaman bir durumla uzlaşmak zorunda kalıyorsunuz ve uzlaşmanın hatalı olduğunu görüyorsunuz.
İnsanın bunu kendine söylemesi kolay.
Halbuki bir arkadaşınıza ‘Hiç olmamış’ demek daha problemli.
Bu da konuşmaları açar aslında, o kadar da kötü değildir” demişti Kortun bir röportajında.
Ben de kendisine katılıyorum, güzelce tartışmak lazım.
Üslubu bozmadan tabii…
Malum, kalamarın âlâsı Türkiye’de var, Venedik’e kadar gitmeye gerek yok.
1 Yorum
Şu da Vasıf Kortun’un bu yazıya Facebook’ta yazdığı cevap mesajı:
“Sanırım Çağdaş Ertuna yazıklarıma kırılmış, konuyu açtığı yerin sonundan devam etmek istiyorum. İki yılı aşkındır veganım, keyfim için canlı katli konusunda kent karşılaştırmasına giremeyeceğim yoksa yazının o kısmına da müdahale edecektim. Üslup zaman zaman kaçıyor işte, mümkün olduğunca dikkat ediyorum elbette. İkincisi, bu FB dediğiniz yatay bir mecra nispeten, beğenmediğiniz altına emocili cevabınızı da yapıştırabilirsiniz, tepelerden ovalara seslenmek gerekmiyor, tepelerden her gün zılgıt yiyoruz zaten, güzel güzel tartışır veya laf sokuşturur kaçabilirdik. Üç, ve bu en önemlisi, malum post’umu, altını çizelim, ingilizce dilinde yazdım, özel bir ülke veya kabile seçmedim. Bu biraz da her ay ve yıldızı türk bayrağı sanmak gibi bir şey ama en az kırk devlet var aylı yıldızlı. Alınanlar neden alınmışlar bilemem. Bir de ehillik meselesi var, kim olduğum hiç önemli değil, kimsenin kimseye bu mecrada “ehliyet bitte” diye sorduğunu görmedim, konuşmak için vize almak gerekmiyor, vize kimsenin umurunda değil, hatta vizelilere daha da sert vururlar. Yazıyor ve kendimizi avutup duruyoruz. Beş, Türkiye’de gazetecilik onuruna dair serzenişler, o da bir başka uzun konu, uçakta kabin çalışanları yanımdan geçerken hangi gazeteyi istesem birden hatırlayıveriyorum ki o gazete zaten uçağa yüklenmiyor, ötekileri de ya kapanmış ya kapattırılmış ya adından gayri hiç bir tarafı hatırladığım gibi değil. Bir de, hem Türkiye’de hem başka diyarlarda 1980lerin sonuna kadar gazeteler holdinglerden değil meslekten aileler tarafından yönetilirdi, Nadiler, Karacanlar, Ilıcaklar, say bitmez, ansiklopedi çıkarır kupon verirlerdi ama otoyol filan yapmazlardı. Gazete yazarları da tartışan, kadeh tokuşturan, mahalleli bir ekiptiler, ta ki rahmetli Özal’ın çevresine dizilip uçakta fotoğraf çektirmelerine kadar. O resimlerdeki tebessüm bugünün hazin romanının ilk tefrikalarıdır ve bugün gazetecilikten ekmek yemek neredeyse imkansızlaştığındandır bir nefes almak için bile uçağa binip güzel yerlere uçabilirsiniz, hak da vermiyor değilim. 26 yıldır Venedik bienallerine gidiyorum, önce kimse gelmezdi, sonra herkes getirilmeye başlandı, gelenler de son yıllara kadar alışverişlerinden geriye kalan vakitlerinde giardini’ye hürmeten üç dakika uğrayıp basın bülteninden iki üç cümle çekip, basın sorumlusundan da, “evladım ben bişi anlamadım anlat şimdi şunu bana” diyerek yazılarının sonunu da müsamahalı bir paparazilikle bitirirlerdi [Bir googlelayıverin inanmıyorsanız]. O üç dakika artık uzadı, bienaller artık çoook daha şatafatlı ve orada arz-ı endam önemli oldu. Yıldız sektörlerimiz malum, sanat ve mimari şimdilik. Ertuna, dikey mecralara dair “bilenler yazsın” serzenişinde pek haklı ama gazetelerin kültür sayfaları eriyip durduktan ve bu konularda daha derin bilgileri olanlar gazete yazarlığını çoktan bıraktıktan sonra kolay mı? Sansasyon olsun diye yazmadım, yüzün üzerinde devletin katıldığı bir bienal durumuna dair ingilizce bir not bıraktım sadece, gazeteye çıkınca sansasyon oldu ama. Zayıf mecradan seslenmeye devam edersek hatırlatayım, 2006 yılında bienal vakfı başkanını istanbul’a getirip türkiye temsillerini iksv’nin yapmasına aracılık eden, katılımların gelişigüzel bir “oto-tayin” yöntemiyle değil özerk bir juri tarafından yapılmasını sağlamak üzere protokolü tasarlayan, nihai yere ulaşma yolunda arsenale’de yer edinmeyi beceren de benim dolayısıyla müesseye bağlılığım sonsuz. Derin bir yazı isteyen olursa elbette düşünürüm ama Türkiye katılımına dair konuşmuyorum. Daha yazacak ne çok şey var”