Woody Allen ve Terrence Malick Yeni Filmlerinde Mimari Nostaljiyi İşliyorlar

Allen'ın “Midnight in Paris” ve Malick'in “The Tree of Life” filmlerinde geçmişin çekiciliği ve gücüne dair benzer fikirler yer alıyor.

Woody Allen’ın “Midnight in Paris” filminin kahramanı, dağınık saçları ve haki renklerindeki giyimiyle, nostalji ürünleri satan bir dükkanda çalışan biri hakkındaki romanını bitirmekle uğraşan, yazar Gil Pender. Wilson tarafından hayata geçirilen Pender ve antikaya olan merağı bilinen Allen’ın ortak noktaları var. Ayrıca Terrence Malick’in yavaş ilerleyen, harikulade yeni filmi “The Tree of Life”, geçmişin çekiciliği ve gücü açılarından benzer fikirlerin işlendiği bir yapıt.

Bu tarz filmlerin ancak belli bir yaşa gelen yönetmenler (Malick 67, Allen 75) tarafından gerçekleştirilebileceği düşünülebilir. İki film de aslında kendi içlerinde birer nostalji dükkanı. Fakat filmlerde, geçmişin, günümüzde kullandığımız mekanlardan daha çekici kılınmasının başarabilmesi ilginç bir nokta.

İki filmde de mimari önemli bir unsur. İkisinin de konusu geçmişe dayanıyor: Allen 1920’ler Paris’ini, Malick ise 1950’lerde Teksas’ta yer alan küçük bir kasabayı işliyorlar, fakat ikisi de sadece sepya rengine gömülmüyor. Filmler görüntüden ibaret kalmayıp forma da yansıyan, farkedilebilir mimari bir karaktere sahip. Yürünebilir, alçak katlı ve uyumlu bir mimari. Sokakları kaldırım taşı veya ağaçtan düşen yapraklarla döşeli. Apartmanlar ve konutlar ise geniş, koruyucu kırma çatılara sahip.

İki filmdeki geçmişe ait mekanlar da modern mimariden, otoyollardan, alışveriş merkezlerinden, cam cepheleriyle gökdelenlerden ve modern yaşamdan yoksun. İki yönetmen de modernizmin şehri mahvetmesi, otomobillere ve ofis kulelerine yer açmak için çevredeki ağaçlıkların yokedilip, insan ölçeğinin hiçe sayılması gibi tartışmaları ustaca ve anlaşılır bir şekilde tekrar yansıtmışlar.

Derinlemesine incelendiğinde, bu filmler, Jane Jacobs’ın savaş sonrası kentsel tasarım ve modern mimarinin ölçek sorunlarıyla ilgili ünlü şikayetlerini içeren “The Death and Life of Great American Cities” isimli kitabına yönlendiriyor. Günümüzdeki Lagos’tan Shenzhen’e, muazzam ve kontrolden çıkmış mega şehirler döneminde, her iki film de bu duruma ve “Restoration Hardware” anlayışındaki kentsel planlamaya karşı bir ağıt niteliğinde.

Fakat yüzeyden bakıldığında, tabi ki bu filmler diğerlerinden farklı olamaz. Allen’ın hemen hemen her sene bir filmi gösterime girerken, “Midnight in Paris” diğerleri arasında daha özensiz yapılmış görünümü bile veriyor. Malick ise, tam tersi bir probleme sahip. Kırk senelik kariyeri boyunca beş adet projeye imza atan yönetmen, mükemmeliyetçi bir tavır ile projeleri üzerinde tekrar tekrar çalışmış. Filmdeki Ligeti ve Berlioz’un vahşi doğası ve dış mekan çekimleri ile Kubrickvari dokunuşlar önce heyecan verici olurken, sonrasında fazla çalışılmış olarak kalıyor. Dijital ortamda üretilmiş dinazorlar göründüğünde ise sadece saçma oluyor.


The Three of Life

Tree of Life’taki geçmiş imgesinin, açık olmak gerekirse, Woody Allen’ın filminde olduğu gibi, kolay anlaşılabilir ve neşeli olduğunu söylemek zor. Olayların büyük bir kısmının gerçekleştiği, biri Malick’in gençliğini sembolize eden üç kardeş ve ebeveynlerinin yaşadığı ev gerilimli bir enerjiyle yüklü. Malick ve prodüksiyon tasarımcısı Jack Fisk, Smithville’de, Austin’in 64 km güneydoğusunda yer alan, kolonatla desteklenen bir veranda ve ön bahçeye sahip bir ev kullanmışlar. Otoriter baba karakteri ise Brad Pitt tarafından canlandırılıyor.

Geçmişle olan derin bağlantıya rağmen, Malick’in “Tree of Life”daki geleneklere karşı yaklaşımı, modern ve soyut bir hava yaratıyor. Bölümlere ayrılmış ve zor anlaşılır yapısıyla film, Allen’ın filmindekinin aksine, geleneksel metodlara karşı güvensiz bir duruş sergiliyor.

Bu durum Malick’in duygusal yaklaşımların gücüne inanmadığını göstermiyor. Yetişkinlerden çocuklara, “The Tree of Life” filmindeki karakterler, zamanlarının çoğunu sadece dışarıda değil, aynı zamanda sokağın ortasında gezinip, harika ağaçlara bakarak geçiriyorlar. Bu sokaklarda park etmiş ve tabi ki söylemeye gerek yok, hız yapan araçlar yer almıyor. Sayısız beyaz perde, sayısız güneş alan odadan dalgalanmakta. Fisk, filmin görsel etkisinin başlıca ilham kaynağı olarak Edward Hopper’ın resimlerini gösteriyor.

Malick, günümüzde geçen sahnelerde, bir karakterin yabancılaşmasını ifade etmek istediğinde, araç olarak modern mimariyi kullanıyor. Genç Malick’i sembolize eden, kardeşlerinden birinin yıllar öncesindeki ölümünü atlatamamış mimar karakteri Sean Penn tarafından canlandırılıyor. Karakterin varoluşsal krizi kapsamında, mimar, şeffaf bir asansörün içerisinde, Houston’daki yine şeffaf gökdelenin içerisinde defalarca aşağı ve yukarı giderken resmediliyor. Mimarın yaşadığı, kısa bir şekilde gösterilen gösterişli konut da Malick’in modern dünyanın çökmüş bir dünya olduğu fikrine destek veriyor.


Midnight in Paris

Allen ise filmine gelecek eleştirileri önceden tahmin etmiş görünüyor. Metnin tatsızlığı ile ilgili eleştiriler yöneltenler, aynı filmin katlanılmaz, önemsiz karakteri, akademisyen Paul’un (Michael Sheen), yine Allen’ın Annie Hall filmindeki adamın Marshall McLuhan hakkında söylediklerine benzer bir şekilde söylediği “Nostalji, üzücü olan şimdiki zamanın reddidir,” repliğini tekrarlamış oluyorlar.

Fakat Woody ve Paul bu konuda yanlış düşünüyorlar. “Midnight in Paris” filmindeki nostalji imgesinin gösterimindeki problem, geçmişin acı dolu, en azından karmaşık olduğu reddi. Allen, tam da filmin geçtiği dönemde Gil Pender’ın çok çekici bulduğu kaldırım taşları, Paris’in bütünleşik görünümünü yönündeki artistik anlayışı baş aşağı eden ünlü avantgartlarından Gertrude Stein, Man Ray, Salvador Dali ve Luis Bunuel’e filminde yer veriyor.

Başlarında Igor Stravinsky kimin çalışmasının daha yaratıcı olduğunu değerlendirirken, birbirlerinin metinlerini paylaşıp, eleştirilerde bulunmayı seven Modernist ve Sürrealist ressamlar, şairler, film yapımcıları ve yazarlar, bar ve gece kulüplerinde eğleniyorlardı. Keşke Allen ve Malick’in de böyle arkadaşları olsaydı.

Tek eksik olan kategori mimarlık. Bu modernist tapınakta eksik olan en önemli figür, dönemde eski Paris’in büyük alanlarına yerleşen yüksek konut blokları ve muazzam büyüklükteki otoyoluyla, Plan Voisin’i tasarlayan Le Corbusier.

Yayalarla dost, modern öncesi nostaljisi değil, fakat modern mimarların kararlı bir radikallik arzusu, “Midnight in Paris” filmini gördükten sonra güçlü bir fikir olarak beliriyor.

Etiketler

Bir yanıt yazın