Mario Cucinella Architects'in (MCA) yöneticisi mimar Mario Cucinella ile Yeni Zelanda'da verdiği “Yaratıcı Empati” başlıklı konferans sonrası yapılan bir söyleşi. 2016 yılında ArchitectureNow'da yayınlanan söyleşide, sürdürülebilir tasarımın gerçekte ne anlama geldiğini ve savaşın yıkıma uğrattığı Gazze bölgesindeki bir okuldaki çalışma deneyimlerini aktarıyor.
Mario Cucinella: Lisede sanat ve zanaat okudum, oradan sonra da mimarlık okumayı seçtim. Mezun olduktan sonra, Renzo Piano’nun Cenova’daki ofisinde birkaç yıl çalıştım ve ardından 1992’de Mario Cucinella Architects’i (MCA) kurmaya karar verdim.
MC: Aslında sürdürülebilirliğin bir tür tanımı, bu anahtar kelime etrafında çok fazla tartışma var ama çoğu zaman kimse tam olarak ne anlama geldiğini bilmiyor. Bazen kilovatlardan ve performanstan bahsediyoruz, ancak bunu yorumlamanın tek yolunun bu olduğunu düşünmüyorum. Empati kelimesini kullanmayı tercih ediyorum. Empati, “insan ilişkisi yaratma biçiminizdir”. Empatik olmak, başkalarını anlamaya çalışmanız anlamına gelir.
Yani bu kelimeyi mimariye uyarlamak çalıştığınız yeri, binalarınızı konumlandırdığınız yeri, bağlamı anlamaya çalışmaktır. Çevrenin binalar üzerindeki etkisi çok önemlidir. Ve sonra yaratıcılık, çünkü empati sadece bir analiz değildir, aynı zamanda bu bilgiyi binalara dönüştürmek için yaratıcılık araçlarına da ihtiyacınız vardır.
MC: Bence bu tanımın iki temel dayanağı var. Biri kesinlikle performansla ilgilidir, çünkü Birleşik Devletler’deki binalar üretilen tüm enerjinin yaklaşık yüzde 50’sini tüketiyor ve aynı zamanda karbon emisyonlarının yüzde 40’ını üretiyor, bu yüzden teknik olarak performansın çok önemli olduğunu düşünüyorum, ancak diğer yandan, bina sadece teknik bir şey değildir.
Sürdürülebilirliğin diğer kısmı, belirli bir bağlamda bir binanın nasıl doğru şekilde tasarlanacağını anlamaktır. Mimarların küresel sorunları değil yerel sorunları nasıl çözebileceklerini düşünmeleri gerekiyor. Bence mimariyle ilgili en ilginç kısım bir binanın tasarımını kültürü iletmek için nasıl uyarlayabileceğinizdir ve bu yüzden ona empati diyorum çünkü sürdürülebilir tasarım tekniklik sağlayabilir; ama sonunda bu yorumu yapabilmek için edinilmiş bir kültüre ihtiyacınız var.
MC: Mimarlığın sadece estetik bir aktivite olmadığı fikrini artırmamız gerektiğini düşünüyorum ki bu tabii ki önemli, ama mimarlık aslında mimarların biraz daha mühendis ve mühendislerin biraz daha mimar olması gereken entegre bir tasarım türü.
Eğitimin rolü gelecek nesiller için çok önemli. Karbon, enerji ve bir sonraki adımda neler yapılması gerektiği gibi günümüze ait birçok sorunu anlamaları gerektiğini düşünüyorum. Avrupa’da, düşük karbonlu bir Avrupa’yı nasıl yaratabileceğimize bakan Roadmap 2050‘ye sahibiz ve bu proje geleceğin nasıl olacağını veya neye benzeyeceğini anlamak için mimariyi, endüstriyi ve politikayı birleştiriyor.
MC: Okul iki ana temele dayanmaktadır. Birincisi, tüm disiplinler için ortak bir zemin olması ve sürdürülebilirliği nasıl uygulayacağınızı bilmek için doğru araçlara sahip olmanız gerektiğidir. Akademiden çok, öğrencilere çevreyi anlamaları için araçlar veriyorum; aydınlatma, teknik bilgiler vb.
Okulun diğer kısmı ise bütünseldir. Vizyon olmadan, teknoloji ve teknik o kadar yararlı değildir. Bu yüzden iklim bilimciler, jeologlar, sosyologlar gibi insanlardan gelip öğrencilerle konuşmalarını istiyoruz. Bu okulla yapmaya çalıştığımız şey, geleceği enerji politikaları ve dayanıklılık gibi kavramlar ışığında nasıl tasarlayacağımız, şehirlerimizi nasıl daha iyi hale getirebileceğimiz gibi konuları araştırmaktır.
Üç temel dersimiz var. Bir tanesi “sosyal bir işletme olarak mimari” dersi, çünkü bir mimar sadece kendisi için değil, başkaları için de çalışıyor ve bence bu oldukça önemli. Şu anda neredeyse tüm Avrupa, yeniden inşa etmek yerine mevcut binaları yenilemeye çalışıyor. Mahalle yenilenmesi çok önemli bir konu.
İkinci olarak, “karbon sonrası mimari” dersi mevcut. Mimarların gelecekte ne tür sorumlulukları olduğunu anlamaları gerekir, çünkü bir binayı tasarlama şekliniz, kullandığınız malzeme ve inşaat tekniklerinin seçimi, binanın ömrü boyunca sahip olacağı çevresel etkilerle yakından ilgilidir.
Üçüncü ders ise, burada Yeni Zelanda’da da önemli bir sorun olduğuna emin olduğum sosyal konut tasarımı ile ilgili “(kaliteli) barınma hakkı” dersi.
MC: İtalya’da, 60 milyonluk bir nüfus içinde, konuta erişimi olmayan altı milyon aile var. Bu çok büyük bir sayı. Herkes banliyö sorunundan bahsediyor ama banliyölerin sorunu, insanların hayatlarını planlamakta güçlük çekmeleridir; onlarınsa evleri yok. Şu anda hükümet bu sorunu görmezden geliyor, ancak bu harika bir tasarım fırsatı – gerçekten iyi bir şey yapabileceğiniz, büyük değişimler yaratabileceğiniz bir alan.
MC: Gazze’de terörist olduğunu düşündükleri için okulu bombaladılar. Bu yüzden geri dönüp yeniden başlamak için beklemek zorunda kaldık çünkü hala birçok yerleşim alanını bombalıyorlar. Çok sabırlı olmanız gereken bir yer.
MC: Zor fakat mimari açıdan değil; Gazze gibi bir bölgede çalışırken tasarımın insanların hayatlarını gerçekten değiştirebileceğini, işinizin ve bilginizin ne kadar önemli olduğunu keşfediyorsunuz. Batı dünyasında, çalışan bir binanın nasıl yapılacağını biliyoruz, her zaman seçenekler var.
Gazze’de su yok, enerji yok, hiçbir şey yok. Çözümlerin işe yaraması gerekiyor. Dolayısıyla bir bina, tasarımıyla, su toplama ve havalandırma yöntemiyle büyük bir fark yaratabilir. Ve bence bu deneyim bizim için çok özeldi çünkü sonunda sürdürülebilirliğin gerçekte ne anlama geldiğini, binalar aracılığıyla insanların yaşamını sürdürmek olduğunu anladığınızı hissediyorsunuz.
Kuveyt okul projesinde de ilginç olan şey, bu Ortadoğu bölgesinde bin yıl önce binalarını nasıl havalandırdıklarını ve yaz aylarında binalarını nasıl soğutabildiklerini görmek için geçmişimize geri dönmemizdi. Bazı yönlerden geçmiş aynı zamanda gelecektir.
MC: Altı aydan fazla, ama elbette her zaman orada değildim. Yerel halkla çok fazla etkileşimimiz oldu çünkü Gazze’de yoksulluk çok dramatik ölçüde. Yapı aynı zamanda topluma ve işçilere biraz para sağlamanın bir yoluydu. Yani binayı bombaladıklarında, bu aynı zamanda umudun, işçiler ve çocukları için tüm fırsatların kaybedilmesiydi.
Bu bina bizi çok heyecanlandırdı, çünkü Birleşmiş Milletlerin bölgedeki iklimle hiçbir ilgisi olmayan diğer okullarını ziyaret ettik, bu yüzden yazın sınıflarda sıcaklık 40 dereceye ulaşıyor. Çocuklar bu şekilde gerçekten hiçbir şey öğrenemezler.
Birleşmiş Milletlere konfor ve öğrenme süreci arasındaki ilişkinin son derece bağlantılı olduğunu açıkladım, Kuveyt okul projesini yapmaya ikna olmalarının tek yolu buydu. Daha iyi koşullar, daha iyi öğrenme anlamına gelir. Ve havalandırmayı artırmak, binayı gölgelendirmek ve yağmur suyunu toplamak gibi basit şeylerle koşulları gerçekten iyileştirebilirsiniz.
MC: Kesinlikle. “Building Green Futures” işine sürdürülebilirliği gerçekten uygulamak istiyorsak, en zor alanlarda binalar tasarlamak için fırsatlar yaratmamız gerektiği fikriyle başladık; çünkü en büyük farkı bu alanlarda yaptığınız işler yaratır.
Mevcutta başka projelerde de yer alıyoruz, Mario Cucinella Architects ile Afrika Gana’da da çalışıyoruz, One Airport Square bitti ve şu anda Kwame Nkrumah Başkanlık Kütüphanesi üzerinde çalışıyoruz. Gana, Afrika’daki ilk açık demokrasi olduğu için ilginç ve kütüphane de bu yöndeki bir başka adımın işareti.
MC: Birkaç yıl önce İtalya’da, ipoteğinizin yarısını güneşle ödeyebileceğiniz bir ev tasarlamak için görevlendirildik, çünkü çok fazla enerji üretiyordu. Avrupa’da birkaç yıl öncesine kadar, temiz enerji üretirseniz bu enerjiyi şebekeye satabilmeniz ve size kilovat değerini geri ödemeleri konusunda bir düzenleme vardı. Yani çok fazla enerji üreten çok iyi bir konutunuz varsa, kullandığınızdan daha fazlasını satarsınız ve paranızı geri alabilirsiniz.
Bu, sürdürülebilir bir evi enerji açısından ekonomik bir ev yapmanın kolay olduğunu gösteriyor. Ancak, önümüzde çok kolay bir yol olduğunu sanmıyorum, çünkü İtalya’da ürettiğiniz enerjiyi satmak ve satın almak zorundasınız. Çatıya güneş panelleri koyarsanız direkt kullanamazsınız, enerjiyi şebekeye gönderip geri almanız gerekiyor ki bu da otonom enerji üretimini engelliyor.
Enerji ve iklim değişikliği için Avrupa yol haritasının bu amacına ulaşmak istiyorsak, o zaman bir şeylerin değişmesi gerekir. Ürettiğiniz enerjinin neredeyse yüzde 30’unu kaybettiğiniz şebekeyi kullanmaktan çok daha kolay olan, kendi enerjisini tüketip üretebilen bu tür otonom binaları yaratmak için, giderek daha fazla baskı olacağını düşünüyorum.