Cengiz Bektaş'ın Evrensel Gazetesi'nde yayınlanan "yavaş kent" üzerine yazısı...
On yıldan uzun süredir bir sözcük dolanıyor ortalıkta: “Cittaslow”.
“Citta” İtalyanca kent demek… “Slow” İngilizce yavaş demek… İkisini bir araya getirmişler… Bunu Türkçeye çevirenler de “yavaş kent” demişler…
İtalyan kaşığıyla İngiliz haltı yemek gibi bir bakıma…
Hele bunu sümüklü böcekle simgelemek yok mu?
“Küreselleşme” gibi bir söz aldatmacası ile mi karşı karşıyayız diye düşünmekten kendini alamıyor kişi.
Oysa öyle değil!
Sözcük sözcüğe çevirmekten geliyor bu yanılma…
Gerçekte bize hiç de yabancı olmayan kavramlar anlatılmak isteniyor.
Ama sümüklü böcek simgeli “yavaş kent” sözü, tembelliğe övgü çağrışımı yapıyor.
Yavaş kent yerine daha sağlıklı, daha kapsamlı, daha bilinçli bir başlık önermek istiyorum: Yaşanası kent. Bundan sonra böyle söyleyeceğim…
Yaşanası kent, kavram olarak 1999 da İtalya’ da ortaya atılmış. Bütün kentlerin, küreselleşme yelleriyle birbirine benzemesine karşı koymak için…
Biz de bundan yakınırız ya en azından çeyrek yüzyıldır.
Malatya’da mıyız, Aydın’ da mı ayırt edemiyoruz ya… İşte yazılarımla bunu dile getirmeğe çalıştım. Okuyanlar bilirler…
Bu durum İtalya’ da daha geç başlamış, ya da onlar daha geç ayrımına varmışlar.
Tek tip kentlere çevirdik, özellikleri, güzellikleri ayrı tarihsel yerleşmelerimizi.( Giderek insanlarımızı da tek tipleştiriyorlar.) Bir kentin bir otelinde uyandığınızda, nerede olduğunuzu anlayıncaya dek en azından beş _ on dakika geçiyor diye yazdığımı anımsıyorum, en azından çeyrek yüz yıl önce bir mimarlık dergisinde.
Denizli’ de aşevlerinde, bastıra bastıra, tarhana çorbası, kuru patlıcan dolması, bulgur pilavı vb istedim yıllar yılı.
“Yok” dediler…
Bıkmadım, gineledim…
Daha dün bilmem ne köyünden yeni gelmiş delikanlımız, küçümseyerek baktı bana. Bıkmadım, gineledim…
Hele Denizli’ de “Patlıcan yok!” dediklerinde onları ayıpladığımı açık açık gösterdim.
35 – 40 yıl bunu böyle yaptım.
Ancak son yıllarda başladı bunların aşevlerinde bulunur olmaları…
Akdeniz yöntemi beslenme “moda” olunca… Zeytinyağının bir doğa armağanı olduğu anlaşılınca…Her yerde “esnaf” aşevleri aranmağa başlandı.
Adamın biri hızlı yemeklerin foyasını hukuk yoluyla ortaya çıkardı. Biz çocuklarımıza anlatamadık ne idiği belirsiz içecekleri, yiyecekleri.
Yalan mı?
Öyle değil mi?
Şöyle bir oturup düşünmedik bunlar kapımızdan içeri daldıklarında.
Neden başkalarına benzemeğe çalışıyoruz? Nereden geliyor bu aşağılık duygusu?
Bize çocukken anamız babamız derlerdi ki:
“Ayakta yemek yersen bütün güç ayaklarına gider, bedenin yufka kalır.”
Neden hızlı yiyecek mişiz?
Totomuzun yüzde yirmi beşiyle oturur gibi yaparak yüksek bir oturağa…
Biz ki binlerce yıldan almışız örfümüzü, alışkanlıklarımızı. Görmediğimiz uygarlık kalmamış…
Azıcık düşünsek ya…