Cihan Aktaş, Emre Arolat tarafından tasarlanan Sancaklar Camisi'ni değerlendiriyor.
“Yeraltı Camii” olarak ünlenen Sancaklar Camii’nin inşa sürecinden elbet haberdardım ve tamamlandığında gidip görmek istiyordum. 21 Aralık günü sabah saatlerinde, külliyesinde bulunan bir salonda düzenlenen bir paneli izlemek için gittiğimde camiyi yakından görüp inceleme fırsatı buldum. Etkileyici ve yabana atılmaması gereken sembolik bir anlamı var.
Tepeden aşağıya doğru indiğimiz için, dikdörtgen minaresi olmasaydı aniden çıkacaktı karşımıza. Eğimden yararlanılarak tasarlanmış, bir bakıma yarı yarıya yerin altında; fakat ne kubbesi var ne de pencereleri. Henüz inşası tamamlanmış sayılmaz, ancak panelin bitiminde içeri girerken baktım, öğle namazını kılan kadın ve erkekler camiden ayrılıyorlardı. Namaz kılarken kendilerini nasıl hissettikleri konusunda bir fikir edinmeye çalıştım, şikayetçi olmadılar. İçine girerken bir önyargıyla yaşayacağımı sandığım daralmaya ben de kapılmadım, bunun bir sebebi merkez sahının makul ölçülerde tutulmuş olması. Mihrabın duvarından süzülen gün ışığı nedeniyle olsa gerek, kapalı mekanlarda yaşadığım daralmayı duymadan incelemeyi sürdürdüm. Cami, tabii malzemelerle inşa edildiği için olumlu bir puan aldı benden; fakat gri taş yerine kiremit rengi veya safrana yakın bir renk daha uygun düşerdi. O açıdan biraz hüzünlü ve soğuk, aslında zaten bir kavşakta, dolu bir geçmişle müphem gelecek arasında bir yerde duruyor. Pahalı bir sadelik, -göze aldığı riskler açısından- tersine bir görkem yansıtıyor. Başlıca mesajı olan tevazu adına kendinde olanı yerli yerince sunması gerektiği için de içine kapanmaya çalıştığını düşündürüyor.
Gökdelenler o denli baskın ki Büyükçekmece yolunda, yeraltına meyleden cami bir tür uyarı gibi görünüyor bana. Ne de olsa minareler boyları ne kadar uzatılırsa uzatılsın, gökdelenlerin sarma, kuşatma hırsı tarafından gözden kaybedildiği izlenimi uyandırıyor. Benzeri bir çelişkili sahne Ataşehir Mimar Sinan Camii için de geçerlidir ya… Cami sanki bir finans merkezi olmaya çalışan bölge içinde başka bir varoluşu haykırmaya çalışıyor, buna karşılık üzerine heybetli yapıların gölgesinin düşmesine engel olamıyor.
Sancaklar Camii tersine sessiz sakin bir alanda bir başka türlü varoluşu dillendirmeyi üstlenmiş. Gökdelenlerin tasallutu ve taklit camilerin hesapsız büyüklüğü karşısında tevazu eseri nasıl olur, düşünmeye sevk ediyor.
Memleketimizin kendine has inkâra dayalı modernleşme tecrübesinin sebep olduğu kısıtlanmalar nedeniyle klasik formun aşılabilmesini mümkün kılan denemelerin yoğun ve ikna edici şekilde gerçekleştiği söylenemez. Bu nedenle de risk almamak adına tekrar ve taklitle yetiniliyor. Mimar Sinan’ın geliştirdiği formu daha kalitesiz bir malzemeyle tekrarlamak veya taklide çalışmak bu büyük ustaya haksızlık oysa. Aslında “taklit” demek daha doğru, bir tekrardan söz edemeyiz. Çünkü bağlam değişti ve malzeme de tamamen aynısı değil.
Panelde konuşan caminin mimarı Emre Arolat’ın, projesini hazırlarken her zaman aklında tuttuğunu belirttiği kaygı söz konusu yapı bir ibadethane olduğunda hele, tasarımcı için olmazsa olmaz değerinde: Cami müdavimi olmayan bir mimar kendini camide namaz kılan kişinin yerine ne ölçüde koyabilir?
Dinle kurduğumuz ilişki nasılsa, bu camiye de yansıyor. Formun arkasındaki ilkeyi kavrayarak ona göre form üretmek zorunda olduğumuzu hatırlattı, panelistler arasında bulunan Celalettin Çelik. Ancak o ilkelere ulaştığımızda, aynı ilkelerin ürünü bir üslup-sanat ortaya koyabileceğiz. Mimar panelist Ömer Selçuk Baz’ın tespiti ise şöyle: Cami mekanını kuran, dini bir paradigmadır neticede; buna karşılık mimarlar salt batılı bir eğitimden geçiyor. Dini paradigmayla ilişki kurmadığımız sürece, (salt) modern dünyanın düşüncesiyle yeni bir form üretemeyiz.
Arolat, cami projesini “tevazu” kavramıyla birlikte içselleştirmeye önem verdiğini belirtirken, bunun bir sonucu olarak 20. Yüzyıl’da bir icattan söz edilemeyeceğini, ancak keşifler gerçekleştirebileceğimizi dile getirdi. Bu cami projesine karşılık Arolat, cami formundaki yeni imkânların ibadetin içinden düşünmeye başlamadan anlaşılamayacağını n da altını çizdi :”Bir binayı iyi yapabilmek, soyutlayabilmek için, onun içine girmiş olmak şart.” Belki de ancak bu şartı gerçekleştirmek suretiyle “kültürün bizlere yüklediği bütün yüklerden arınma” rahatlığı duyabiliriz yeni bir cami formu denerken. Bu nedenle de sonuna kadar rahat hissedemiyor kendini mimar ve alışıldık bir hat yazısına olsun tutunmaya çalışıyor. (Arolat, bu yapı tasarlanırken cami mimarisinin özüne inmek üzere 4 ay süren bir çizim öncesi düşünüp tasarlama süreci geçirmiş. Bu sürecin ardından çizim ve inşa dönemini cami müdavimi meslektaşlarıyla birlikte adımlamış.)
Zaman zaman “mağara gibi” şeklinde eleştirilen cami, metaforik olarak Hira Dağı mağarasına da atıfta bulunuyor. Camiyi yaptıran Sancak ailesi adına konuşan Suat Sancak, havalide 3-4 bin villa olduğu halde bir caminin bulunmadığını ve bu ihtiyacın kendisini bir proje arayışına sevk ettiğini belirtti. Suat Bey, mimarlığın çocukluk düşü olduğunu, cami yaptırmak isterken ise farklı bir cami arayışına düştüğünü, yeraltı camii projesi nedeniyle çok fazla eleştiri aldığı halde mimarına müdahaleden kaçındığını anlatırken, aldığı tepkiler bağlamında bir örnek verdi: “Beni şikayet etmişler, mağara bir cami yaptırıyor diye. Medine’de yaşayan bir mimar, Mustafa Kirazoğlu, kendisi 500’ün üzerinde cami yapmış, muhtemelen gelip bu camiyi görmüş, bana, hayrola, buralarda bir mağara yapıyormuşsun, dedi.”
Yer üstü kargaşa, sıkışma, sermayenin insana “hiç” olduğunu duyurtan baskısı, metaforik olduğu kadar gerçeklik halinde de yeraltı dünyaları kurmaya zorluyor, hakikat arayışı içindeki huzursuz ruhları. Gökyüzü bunca talan edildiğine, mavi gök sıradan sayılan insandan işte böylesine koparıldığına göre, muhayyileyi canlandırmanın zamanıdır. Arolat’ın ifadesiyle: “Görülmemek üzere değil de bağırmamak üzerine, bas bas bağırmayan bir cami.”
Cami mimarisi alanında yeni bir üslup üzerine düşünen dönemin İstanbul Müftüsü Prof. Mustafa Çağrıcı, Arolat’ın projesini görünce “işte böyle olur” dediğini anlattı panel konuşmasında. Kuşkusuz Sancaklar Camii benzeri türde örneklerle bir dalga oluşturacak değil, ancak görmeden geçilemeyecek sembolik bir öneme haiz. Müzakereci mimar Ömer Yılmaz’ın ifadesiyle: Yukarıda yapılan aykırı örnekler zaten eleştiriliyor, yeraltında bir cami farklı bağlamı nedeniyle başka türlü bir bakışa zorluyor.
Sancaklar Camii, projesinden haberdar olduğumdan beri bana sürüp giden “göksel” kuşatma karşısında mabedin, minarenin bir sitemi, tefekküre daveti, uyarısı olarak görünüyor. Tekrar/taklit sarmalında baş gösteren işaret fişeklerinden biri: Ne görmezden gelinebilir, ne hafife alınabilir. Türünün tek örneği olmak, dolayısıyla durduğu dönemeçte çetin yalnızlığına katlanmak zorunda.
Düşünmeyi sürdürüyorum: Ataşehir Mimar Sinan Camii ve müstakbel Çamlıca Camii de klasik cami formunun betonla tekrarının sebep olduğu bir çıkmazı yansıtıyor. Sancaklar Camii ise sanki o çıkmazın gök kuşatmasının ötesinde başka türlü bir yönelimle aşılmasına çağrıda bulunuyor. Kendisi yeraltında, ama bu yeni yönelimin ille de ye altına doğru olması gerekmiyor.
Yeraltındaki camide daralma hissine kapılmadıysam, bunun bir sebebi, caminin sandığım kadar derinlerde olmamasıydı; yukarıda belirttim. Bir diğer sebep ise yaptığım yolculuklarda olsun, İstanbul içinde olsun namaz kıldığım camilerde kadınlara ayrılan dar alanların verdiği bir alışkanlık olabilir.
Gökdelenlerin göğü kapatmaya çalıştığı, görkemli camilerin upuzun minarelerinin bu yarışta görünmez hale geldiği bir inşaat furyasında Sancaklar Camii bana, ilk camiyi farklı bir düzeyde hatırlatmaya çalışan bir çaba olarak önemli geliyor. Bulunduğu villalarla kaplı semt itibarıyla, projenin sahibi aile, mimarı ve destek veren Prof. Çağrıcı gibi bir ilim adamının iş ve fikir birliğiyle, uç bir formda gönlünce gelişme ayrıcalığına sahip olmuş. Bununla birlikte tevazu arayışı, Arolat’ın caminin girişine yazılması için hazırladığı metinde yer verilen İsra 37’ye atfen altı çizilen bir amaç: “Ve yeryüzünde çalım satarak dolaşma! Unutma ki sen ne yeri yarabilir, ne de dağlarla boy ölçüşebilirsin.”
Yeraltı Camii’nden ayrılıp da geniş araziye dağılan villaları ardımızda bıraktıktan sonra çok geçmiyor, yeniden gökdelenlerin sebep olduğu gökyüzü daralmasını yaşıyorum. Yer üstü kargaşa, trafik, kuşatma, parselleme hırsı, sükunet ve ferahlama umuduyla yeraltına yöneltiyor bilinçleri. D-100 üzerinde adım adım ilerlerken kimi katılımcılar kilitlenen trafikten umudunu kesip metro veya metrobüse binmek üzere indiler, organizasyon servisinden.
Esenyurt-Bahçeşehir Kavşağı’nda birdenbire karşıma çıktı, yaygın bir kabule göre Mimar Sinan’ın eseri olan kesme taşla inşa edilmiş Haramidere (namı diğer Kapıağa) Köprüsü. Bağlantı yollarının arasında kalmış, insanlardan soyutlanmış, ama sanki üç büyük gözü ve yanlardaki ufak, taşkın gözleriyle hem bakışları dinlendirmek hem de bilinci rahatsız edip muhayyileyi canlandırmak üzere, işte orada olmakta ısrar ediyor. Orada olduğu için gökyüzü nispeten açık, bir yandan da kirli, zehirli, suyu azalmaya terk edilmiş –İstanbul’un denize akan 68 deresinden biri olan- deresini kollamaya çalışıyor.
Bir bağ kurmadan edemiyorum: Ardımızda Sancaklar Camii ve az ilerisinde de Haramidere Köprüsü, farklı bakımlardan bir yalnızlığı dillendiriyor ve tefekkür sebebi olmayı diliyorlar.
Haramidere Köprüsü
1 Yorum
Günümüzde birbirinin tekrarı olmayan, yeni bir yorum getirerek de cami yapılabiliyormuş. Mimar Emre Arolat’ın Büyükçekmece’de yaptığı Sancaklar Camisi bunun güzel bir örneği…