“‘Yeşil’, Bursa’da bir semt adı artık!”

İki gün önce Osmangazi Belediyesi'nin 12 yıldır sürdürdüğü Ahmet Hamdi Tanpınar Armağanı yarışması için Bursa'daydım.

Hemen belirteyim: Bursa’ya gitmek, benim için her zaman bir bahtiyarlık vesilesi olmuştur. İkinci Dünya Savaşı yıllarını Bursa’nın Orhangazi ilçesinde geçirmiş, o çocukluk yıllarında sık sık Bursa’ya gitmiş biri olarak elbette. Çekirge’de, ‘Hüsnügüzel Oteli’nde kalırdık; o ağaçlı, havuzlu büyük bahçeden yemyeşil Bursa Ovası’na bakardım. Çok uzun bir süredir o yeşil görünümün, soğuk bir beton yapılanmayla yer değiştirdiğini biliyordum kuşkusuz. Bursa, benim çocukluğumun ‘Yeşil Bursa’sı yok artık, ama Tanpınar’ın dediği gibi, hâlâ ‘ruhaniyetli’ bir şehir mi, bundan çok şüpheliyim artık…

Daha önce de yazmıştım: Aslında, Karaçelebizade’nin ‘yüzlerce çeşmenin serinliği’ ve su sesleriyle donattığı; ‘türbeleri, camileri, eski bahçeleri’yle bütün bir Osmanlı medeniyetinin ‘billur bir avize’ gibi aydınlattığı bu müstesna şehrin, ruhaniyeti de yavaş yavaş kaybolmaya başlamıştı. Zaman’ın ‘billûr âvize’sinin ışığı sönüyor muydu usulca;- yoksa bana mı öyle geliyordu? Metrûk ve harap köprüler, işyerine dönüşmüş medreseler; yıkık ve pejmürde dergâhlar, surlar, saltanat kapıları… Bursa’ya ‘ruhaniyeti’ni bağışlayan bu yapılar, kendimize acayip bir biçimde uydurduğumuz modernliğin ruhsuz, soğuk, yabancı ve kalın beton örtüsünün altında, görünmez olmuşlardı…

Çocukluğumun ilk kenti, Bursa’dır. Babamın, emekli (o ‘tekaüt’ diyordu!) olduktan sonra yerleşmeyi hayal ettiği Bursa! Gerçekten de, Bursa, 1940’lı yıllarda bir ’emekliler kenti’ olarak biliniyordu ve onların, Dünya’da kalan günlerini Bursa’da geçirmeyi düşünmeleri, ‘yeşil’in ebedî ve erinçli sessizliğine, yaşarken alışmak istemelerinden kaynaklanıyor olabilirdi. Bursa, ‘Yeşil Bursa’ydı o zamanlar;- ‘Cennet Bursa’ydı. Çekirge’de kaldığımız otelin bahçesinden, aşağıda, altımızda uzanan o sınırsız ağaç örtüsüne dalgın dalgın bakan Hikmet Bey’le Vecide Hanım’ın, neyi hayal ettiklerini bilemezdim elbet… Otelin adı: ‘Hüsnügüzel Oteli’!.. Ve o otel, yıkılacakmış şimdi! Ve yerine, soğuk ve ruhsuz bir betonun hançeri saplanacak!

Osmangazi, Bursa’nın kalbidir;- haydi, yine Tanpınar gibi söyleyeyim, o ‘ruh medeniyeti’ni inşa eden ne varsa, büyük bir bölümü, Osmangazi’dedir. Osmangazi Belediyesi’nin de, uzunca bir süredir, Bursa’yı Bursa yapan bu ‘ruhaniyet’i ona iade etme konusunda ciddi girişimlerde bulunduğundan da haberdardım elbet… Ama bu son Bursa seyahatim beni vahîm bir hayal kırıklığına uğrattı. Aslında hayal kırıklığında da öte, bir şehrin kimliğinin yok oluşuna tanık olmak! Attila İlhan’ın ‘Haliç’te bir vapuru vurdular dört kişi/ Demirlemişti, eli kolu bağlıydı, ağlıyordu’ diye başlayan şiirini çağrıştıran bir cinayetin işlenişi: Bir şehrin hançerlenmesi, eli kolu bağlı ve ağlayan bir şehir! Modernliğin uzun bıçaklarıyla çizilen, yüksek beton apartmanlar. Çok değerli bir idarecimizin deyişiyle, tıpkı Sovyetler Birliği döneminde Orta Avrupa’daki komünist ülkelerde yapılan ruhsuz betonlaşmalar gibi! Betonun ruhsuzluğunun, bir şehrin ruhaniyetini mahvetmesine nasıl izin verildi? Bunun hesabını kim verecek? Zavallı Bursa!

Bir daha, bir daha söyleyeyim: Benim çocukluğumda adı, ‘Yeşil Bursa’ydı. Bilirsiniz: Yeşil, hem Doğa’nın hem de Ruhaniyet’in rengidir. Bursa’da bu renk hem Doğa’yı hem de Ruhaniyet’i, ikisini birden temsil ediyordu. Öyleydi, evet! Ama iki gün önce, Sümbüllü Bahçe Konağı’ndan, benim eskiden Bursa Ovası diye bildiğim uzaklara bakınca gördüm ki, o göz alabildiğine yemyeşil ova yok artık!

Nasıl ‘Vefa’ İstanbul’da bir semt adıysa, vefasız ve cahil bir kör kazmanın elinde de ‘yeşil’, Bursa’da bir semt adı artık! Öyle: Bursa’da ‘Yeşil’, artık bir semt adı!

Etiketler

Bir yanıt yazın