Glasgow'daki Ulaşım Müzesi, artık yeni bir isme ve yeni bir lokasyona sahip.
Şimdilerde Riverside olarak bilinen mevki, 101 yılın ve inşa edilmiş 500 geminin ardından 1962 yılında kapanan A & J Ingle’s Pointhouse Tersanesi’nin yer aldığı, Clyde ile Kelvin nehirlerinin birleşim noktası olan bölgede blunuyor. O tarihten itibaren, endüstri devrimi sonrasında, kent içi otoyollar, grid sistemli yapı adaları, devasa kiralık bloklar ve kırmızı tuğlalar bir hastalık gibi büyük şehre yayılmıştı. Neredeyse yarım asır sonra, Glasgow’un yenileme projesi bankalar tarafından “Fırsatlar Nehri” olarak aşılanıyor ve her yenileme projesinın uygulamacısı vakti zamanında endüstri alanı olan bir yerin günümüzde endüstri mirası olarak büyük fırsat sunduğunu biliyor.
Robert Hewison “endüstri mirası” kavramının yaygınlaşmasına aracı olan 1987 tarihli ve kavramla aynı ismi taşıyan kitabında İngiltere’nin bir “açık hava müzesi”ne dönüşeceğine dikkat çekmişti. Bu alanlardaki üretim hala oldukça büyük bir önem taşıyor ve yenileme projelerinin temeli kentlerin mimari simgelerini koruma gerekliliğinde yatıyor. Sonrasında böylesine uygulamalar, öteki şehirlerden ziyaretçileri ve yatırımcıları cezbetmek için bir açık hava sergisi olarak hizmete sunuluyor. Yaşadığımız kredi krizlerine rağmen, içinde sadece ve sadece devinimini tamamlamış ikonların yer aldığı böylesine post ikonik dönemler herkesçe destekleniyor.
Zaha Hadid tarafından gerçekleştirilen Riverside Müzesi, teker teker hiç biri bir “anıt” olmayan ancak her biri bir “ikon” olduğunu açığa vuran yapı adalarının en sonuncusunu oluşturuyor. Glasgow’un dijital bölgesinde yer alan Chipperfield’ın oldukça sade BBC İskoçya Binası’nın karşısında yer alıyor. Glasgow Kent Konseyi’nin, 2004 yılında Riverside için düzenlediği yarışmada belirlediği temel kriterleri kolayca oluşturulabilecek hafif imaj tasarımlarına ya da meta olabilecek, dünyanın her tarafında uygulanabilecek bir temsile dayanıyor. Bu iki kriterden sonra ise binaların temel fonksiyonları ile birlikte ziyaretçiler için bir çekim merkezi oluşturabilme yetenekleri yer alıyor.
Zaha Hadid’in birinci olduğu bu yarışma, ikinci sırada yer alan yerel mimar Gareth Hoskins için bir şanssızlık. Riverside Müzesi’ne dair belirli bir bakış açısı ile elde edildiği, şehirden nehre doğru akışı sağladığı yönündeki tüm PR laflarına rağmen, yapı herhangi bir yerde de oluşturulabilecek ve neredeyse herşey için kullanılabilecek bir niteliğe sahip. Her başarılı markada olduğu gibi, Zaha Hadi’in projesi de muhtemel bölgesel eleştirilere tamamen karşı çıkıyor ve Glasgow’un karakterisitk özelliklerine referans veren hiçbir unsura yer vermiyor.
Riverside, iki nedenden ötürü kentsel bir simge haline gelmiş durumda. Bunlardan birincisi Hadid’in İngiltere’deki ilk kültürel yapısı olması, ikincisi ise ilk “sundurma”sı olması. Sundurma diye anılmasına rağmen, ikonik olan yapı, teknik açıdan kısmen zayıf. Bu proje, dergilerde görmeye alışık olduğumuz diğer Zaha Hadid projeleri yanında biraz daha yumuşak kalıyor. Tişörtler ve altetli kağıtlar sarhoş bir dişli çark amblemini taşıyacak. Belki de bu amblem çocuklar için ses çıkarmadan oynayabilecekleri ve metal bir halka etrafında elektrik tesisatlarının işleyişini keşfedebilecekleri bir oyuncağa dönüşecek. Bu neredeyse 1986’da Casualty’den beri görülen en orijinal açılımlı sonuç olmakla birlikte bir takım teknik fonksiyonlar da sunuyor. Bina, basit bir çatıkatı ya da bu bölgede yer alan bir kalıp. Derin oluklar yağmur suyunu binanın kuzey cephesindeki tiriz kaplı su borularına yönlendiren çukurlara dönüşüyor.
Çatısı büyük ölçüde mimari fotoğrafçılar tarafından kıvrımlı bir şekilde ve çatı mahyasından yapılmış ve pencereleri zeminden tavana kadar aynalı cam olan yapı cephedeki çinko kaplamalar sayesinde, “S” harfi formunda, kuzey ve güneyde başları ve kuyrukları kesilmiş ve birbirleri ile tutkuyla oynaşan 5 devasa yılanı andırıyor. Çinko paneller çatıdan duvarlara yön değişimi olmadan geçişi sağlıyor ve planla kurgunun üzerinde kumaşla kaplanmış 2 boyutlu bir doku görüntüsü yaratıyor.
Planın geometrisine bağlı olarak bu dikey katmanlar, çoğunlukla saçakların olması gerektiği yere doğru çapraz bir geçiş sağlıyor ve mekana az da olsa heyecan katıyor. Çatının ve duvarların devamı çok basitçe dıştan çinko panellerle içten ise GRG (camla desteklenmiş alçıtaşı) ile kaplanmış geniş ve yekpare bir bir çatı görünümünde algılanabiliyor. Bu geniş ve dalgalı prefabrik GRG paneller eş zamanlı olarak esnek ve teknik açıdan memnun edici.
Yapı, 1978 yılında tamamlanan ve Norwich’de bulunan Foster’ın Kuzey Anglia Üniversitesi’nde yer alan, görsel sanatlar için tasarladığı Sainsbury Merkezi ile boyut, gelişmişlik, fonksiyon ve teknik çözümler açısından benzerlikler taşıyor. Her binanın dış kabuğu, duvardan çatıya doğru kavisli bir şekilde saçaklanarak geleneksel oluklardan daha cazip hale geliyor ve yağmur suyunun akışını sağlıyor. Hizmet ve strüktürün bir araya getirildiği binaların, yüksekliğe bağlı olarak sınırlandırılmış, tamamen cam kaplı cepheler ile gelişigüzel sonlanmasının önüne geçiliyor.
Yine de, Foster’ın çepherinin derinliği 2.500 mm olduğu halde, Hadid’in ki 700 mm. Açıkça görüldüğü üzere Sainsbury çok daha doğrusal ve modülerken Riverside çok daha parametrik ve kıvrımlı. Bu sayede işin mutfak kısmının, sergi salonu ile hemzeminde yer alıyor olmasına rağmen gizlenebilmesi daha olanaklı hale geliyor. The Sainsburry’de ise ofis odaları ve bölünmüş sergi salonları gibi bölümleri konumlandırmak için asma kat tercih edilmiş.
Riverside, bilgisayarların yardımı olmadan inşa edilemezdi ve Zaha Hadid’in binası bu açıdan da birçok kolaylığa sahip. 3 boyutlu bilgisayar yazılımı özellikle gemi inşaatında, ince ve kıvrımlı tahta desenlerinin teknenin gövdesinde 1’e 1 çizilmesinde kullanılıyor. Riverside’in zik zak şeklinde inen çatı kısmı biraz kıvrımlı ve büzülmüş de olsa bir gemi gövdesi gibi algılanabiliyor.
Zaha Hadid projesi bir tasarım ilhamı olduğunu iddia etmiyor ancak bu soru sanatçı Patricia Cain tarafından cevapsız bırakılmış değil. Cain’in Riverside’ın inşaat aşamasına dair çizimleri, Glaswegian David Muirhead Bone tarafından Kelvingrove Galerisi yakınında, gemi inşaatı eskizlerinden oluşan seçkinin yanında sergileniyor. Cain’in resimleri, yüzeydeki ilüzyonun yapısal olarak sürdürülebilmesi için ne kadar çok çalışıldığını gösteriyor. Başta çatı çizgilerinin alt yüzeylerini takip eden neon ışıkları olmak üzere, kıvrımların iç yüzeyleri ve çatı çizgileri mekana dinamizm katıyor ve mekan içinde akışı sağlıyor.
Doğaları gereği müzeler çekingen bir görünüşe sahip. Hewison, kendi kollektif gelişimlerini “bu ülkenin temsili bir ölümü” şeklinde tarif ediyor. Hareketin sadece bir yönde görüldüğü araç müzesinin kaderi bu nedenle potansiyelin depo edildiği bir hangar olarak sınırlı kalıyor.
Duxford’daki Amerikan Hava Müzesi, mekandaki ilüzyonu uçakları gösterişli açılarda yer alan çatı kemerlerinden sallandırarak sağlamış. York’taki Demiryolu Müzesi’nde bulunan buharlı trenlerin ölçek üstü fütürist estetiği gözleyiciler için her şeyin ötesinde tanımsız bir arka plan yaratıyor. Riverside’da ise binanın kendisi ile ışıklandırılmış ve yönsel iç yüzeyi sergiye hız katmak için bir çözüm oluyor.
Bu birbirinden tamamen farklı sergilerin tümü ıhlamur ve fıstık ağaçlarının arasında aralıksız bir yeşil alan ile birlikte oluşturulmuş. Bu alanlar büyük ölçekli Matchbox gibi bir araba koleksiyonunu, Güney Afrika’dan getirilen ve toprağa sabitlenen 22 metre uzunluğundaki Glasgow buhar makinesi, nehrin güney cephesi karşısına demirlenen uzun Glenlee gemisi, Glasgow’un geçmişine ait farklı kesitleri içeren sokak modelleri şeklinde 3 tam boyutlu film seti ve gemi modellerine dair etkileyici bir koleksiyonu Glasgow’un endüstri geçmişine dair en belirgin hatıralar.
Böyle bir proje için marka satın almak elbette ucuza gelmiyor. Riverside oldukça pahalı bir hangar (60 milyon Sterlin) ve Zaha Hadid’in bir sonraki monografisine dönüşecek ilk proje olmayacak. Tüm bunlardan sonra Hadid’in imzası basit olduğu kadar komplike olan tasarımlarla herkesi memnun etmişe benziyor. Ancak hiç kuşkusuz ki bu memnuniyette asıl rol binanın bir müze olarak sunduğu kalite ile bağlantılı.
Bina geçmişle iç içe bir rekreatif ortam sunarken bir yandan da ziyaretçileri gelecekte mevcut olan endüstriyel mirasın çok daha fazlasının beklediği konusunda cesaretlendiriyor. Dikkat edilmesi gereken bir nokta ise tüm bu olumlu niteliklerin ve başarının yanında bina, kimliğe dair öğeleri bozguna uğratıyor.
Geriye, projenin Glasgow’a katkı sağlamak için doğru strateji ile her şehirde aynı şekilde iyi işleyebilecek ve yerel bir bakış açısı ile ulaşım tarihine odaklanabilecek satışa hazır bir küresel medya imajı olup olmadığı sorusu kalıyor. Kuşkusuz ki bu durum küreselleşmenin günümüz mimarisine yansımalarının bir sonucu olarak ortaya çıkıyor. Glasgow endüstri tarihine tanıklık etmek isteyenler için güzel bir yer ancak ana amacı daha çok para ve Clyde’ın içleri boş ithal nesnelerine daha çok ilgi çekmek oluşturuyor. Bu nedenle Glasgow’un sahip olduğu karakterisitk nitelikler büyük ölçüde kenara itiliyor ve “Kaçan Fırsatlar Nehri” söylemi asıl amacın gerisinde kalıyor.