Proje Raporu
Girizgah
Maltepe Havagazı Fabrikası endüstriyel bir altyapı olarak yıllar boyu Ankara’ya hizmet etmiştir. Endüstriyel bir paradigma olarak fabrika kuruluşundan itibaren kentle iç içe olmasının yanı sıra, demiryolu vasıtasıyla başka şehirlerle de ilişkiler kurarak Ankara’nın enerjisini üretme görevini üstlenmiştir. Fabrika endüstriyel mimarisiyle, Türkiye’nin erken cumhuriyet döneminin teknolojisine ve tarihine ışık tutar.
Maltepe Havagazı Fabrikası geçmişte, Ankara’nın merkezinde, şehirsel altyapının bir elemanı olarak karşımıza çıkar. Kendi içine kapanık bir endüstriyel yapı olmaktan ziyade fabrika, kentsel ve ülkesel ölçekte ilişkiler ağının parçasıdır. Fabrika hem fonksiyonu hem konumu itibariyle şehrin ve ülkenin farklı altyapı elemanlarıyla ilişki kurar. Kentsel bir fragman olarak Fabrika, demiryolu aracılığıyla Zonguldak’ tan temin edilen kömürü yakarak, üretilen ısı ve elektrik enerjisini kente dağıtmakta idi. Demiryolu ile kurduğu ilişki, fabrikanın geçmişinde yaşamsal öneme sahip olmuştur. Demiryoluyla kurduğu ilişkinin koparılmaması, endüstriyel mirasın korunması açısından büyük bir dikkatle yeniden işlenmelidir. Müze gibi dışa kapalı geleneksel programlar, demiryolu ve diğer ağlarla bağlantı kurmadığı takdirde, endüstriyel miras ile kentli arasında zayıf bir ilişki üretecektir. Endüstriyel miras, geçmiş zamanın donuk bir nostaljisini yeniden kurmaktan ziyade eleştirel olarak yeniden değerlendirilmelidir.
Bu nedenlerle, Fabrika’nın dönüşümü salt yapıların korunmasıyla değil, demiryolu ağı ile hem kent hem ülke ölçeğindeki altyapı elemanları çerçevesinde yeniden değerlendirilmeli ve kent içindeki mevcut, sürdürülebilir olmayan ekonomi ve üretim biçimlerine de yeni bir alternatif geliştirilmelidir.
Kırsal ve Kentsel Fragmanların Oluşturdukları Ağ İçerisinde Yeniden Yorumlanması
Kır ve kent arasındaki fiziksel sınırlar her geçen gün daralsa da, gündelik yaşantı kırdan kopmakta, ve teknolojik gelişmelerin yansıması tarımsal üretime ve kırsal bağlama aynı ölçüde tezahür etmemekte. Projenin temellendiği fikir, Maltepe Havagazı Fabrikası’nın kentsel ve kırsal bağlam arasındaki ilişkiyi bütünleştirmesidir.
Fabrikanın yakın çevresinde bulunan, tarım teknolojilerinin geliştirildiği ve üretimin yapıldığı Atatürk Orman Çiftliği (AOÇ), konumlandığı demiryolu aksı ile beraberinde birçok fabrikanın gelişiminde büyük bir etken olmuştur. Maltepe Havagazı Fabrikası da bu demiryolu aksının devamında kurulmuş olup, AOÇ’nin kentin içine girdiği bitim noktasında Ankara’nın kalbine eklemlenmiştir. Kır ve kent arasında bir ağ olan demiryolunun şehre bağlandığı konumda olmasıyla Fabrika’nın önemi daha da artmaktadır.
Yeni önerme, demiryolu vasıtasıyla üretim altyapısının bir parçası olan fabrikayı, kentin kırsal ile buluşma noktasına çevirir. Buluşma noktası, kentin içinde bulunan ve geniş bir alanda tarımsal uygulama alanına yayılan Atatürk Orman Çiftliği ile kent arasında kültürel ve sosyal bağ kurar. Kurulan bu bağ, halkı ve çiftçileri tarımsal gelişmeler ve uygulamalar hakkında bilgilendirerek ilişkileri kuvvetlendirmek üzerinden meşrulaşır.
Yeni önerme kent ile kırsal içindeki altyapının bir parçası olurken, kendi içinde de fragmanlara ayrılarak, tarımsal kalkınmada halkın ve çiftçinin sürece müdahil olabileceği gerekli zemini oluşturur.
Yapı Tipolojisi
Yapı birimleri fabrikanın endüstriyel formasyonunun yeniden yorumlanması yoluyla üretilir. Kırsal ve kentsel arasında üretilen yeni tipoloji, demiryolu boyunca türemeye devam ederek kırsalda yeni biçim, işlev ve imgeler üretir. Her bir yapı ayrı ayrı altyapının bir parçası iken, altyapılar da genişleyerek demiryolu hattında yeni bir sistem oluştururlar.
Keşfetmenin Aracısı Olarak İnteraktif Mekanlar
Yeni önerme, kentliyi müze gibi etkileşimsiz mekanlara hapsetmeyerek, kullanıcıların kır ve kent ile ilişkisini güçlendirir. Kentli program dahilinde tarımsal uygulamalar hakkında bilgi sahibi olabilirken, bunları uygulama zeminine de sahip olur. Bu şekilde kullanıcılar mekan ve programlar ile pasif etkileşimlerinden çıkıp, daha aktif bir ilişki kurarlar.
Plan Kurgusu
Yapılar yerleşim referansını, fabrikaya gelen kömürün taşındığı ikincil bir ray hattı olan dekovil hattından alır. Yapı Birimleri dekovil hattına eklemlenerek, hat boyunca yaya aksını tanımlar. Yaya aksı ise yalnızca alt birimleri birbirine bağlamakla kalmaz, aynı zamanda arazi ile AOÇ 4. etaptaki kültür yerleşkesi arasında bir bağ tarifler.
8 yorum
Raporu okumadan önce panayır tasarladınız sandım.
Gerçekten hidroponik tarım gibi zorlama programlara sizce bir tarım ülkesinde gerek var mıydı?
Bu strüktürlerin büyük kısmı fabrikanın değil yanlış mıyım? Neden bu kadar sert bir müdahale etme ihtiyacı duydunuz, daha küçük dokunuşlarla bölgenin ruhuna uygun bir iş çıkarılamaz mıydı? Sizin iddianız endüstriyel bir tipoloji ürettiğiniz yönünde olsa da kesinlikle katılmıyorum. Mevcut iktidarın Kitsch camilerinin endüstriyel varyasyonu gibi daha çok.
Proje konusu fabrikanın endüstriyel bir emsali olarak hangi fabrikayı işaret ediyorsunuz? Daha doğrusu burada paradigma olan ne? Fabrikanın işleyişi mi yoksa bu dönüşümün metodolojisi mi?
Gördüğüm kadarıyla bölgeyi kentsel ve kırsal “Fragment”ı olarak ele alıyorsunuz. Hızlı bir şekilde onlara kırsaldan olanlara halk-tarımcı kentliye ise teknik-mucit-medeniyet misyonu yüklüyorsunuz. Bu kesişimde misal herhangi bir köylünün hidroponik tarım yapmak için bu bölgeye geleceğine gerçekten inanıyor musunuz?
Ya da şöyle sorayım.
Bu bölgeye lümpen canı sıkılan zengin bir beyaz Türk’ün mü, yoksa tarım yapma aşkıyla yanıp tutuşan bir köylünün mü gelme ihtimali daha olası?
Pazar alanlarında çiftçi gelip ürünlerini satacak demişsiniz. Siz çiftçi olsanız her zaman sattığınız semt pazarını mı yoksa burayı mı tercih edersiniz? Ya da tüketici kentli olarak çiftçinin kendi tarlasından getirdiği domatesi mi hidroponik tarımla üretilmiş domatesi mi yemek istersiniz?
Kurultay’a katılan insanların tartışacağı konuların ne olmasını bekliyorsunuz? Köylüler ve kentliler sizce bir araya gelip gerçekten ülkenin nasıl kalkınacağını konuşacak mı? Yoksa orada Bomonti Ada gibi Kemik gözlüklü Hipsterlar, mavi saçlı Güzel sanatlı kızlar hidroponik tarımla yetiştirdikleri limonlu Punch’tan içip sarhoş mu olacak?
Sizce kim daha haklı siz mi ben mi?
Kötü bir proje olmadığını düşünüyorum. Sadece iddia ettiğiniz hiçbir şeyi sağlayamadığınızı anlamanızı diliyorum. Umarım, hocalarınızdan duyduğunuz bu süper ütopik söylemlerden arınmış bir belagatle rapor yazarsınız bundan sonra.
teknoloji devrimi ile artık 2. plana itilen endüstrinin canlandırılması için daha da geriye gidip tarımdan medet ummak nostaljik bir hareket… onun yerine bu endüstri mezarlığı içine gerçekten çağdaş, yeni ve dönüştürücü olan yeni teknolojileri sokmak daha ilginç bir fikir olabilirmiş… tarım-endüstri-teknoloji devrimleri silsilesinde geleceğe bakıp bir öncekini bir sonraki ile canlandırmak, yoksa tersine daha da geriye gitmek değil…
“hocalarınızdan duyduğunuz bu süper ütopik söylemler” tamlaması çok genel bir yaraya yerinde bir teşhis. Ve artık zannediyorum bazı öğrenciler tarafından suistimal edilmeye başlanmış olduğunu söylemek de yanlış olmaz. Arz-talep eğrisi oluşturacak raddede olduğunu söylemek mübalağa da olmayacaktır.
Kilidi açacak olanın sihirli(!) program ve sözcükler olduğunu ve jürileri de kilit (maalesef anahtarlar da kilit kadar köhnemiş oluyor) olarak gören bu anlayış etik olmasa gerek. (bu durum yalnız bu yarışma ve proje özelinde de değil) Jürilerin debelenip durduğu o kısır döngüyü istismar etmek yerine, hakikaten “Yeni”yi araştırmayı tercih etmek gerekir.
Şuan anasayfada ki “Mimarlık Eskiden Daha İdealist Öğrencilerin Seçtiği Bir Bölümdü” gibi nostaljik bir mesaj vermek de istemiyorum. Mimarlığımız için değilse bile mimarlarımız “her şeye” rağmen gelişiyor bence, sıra jürilerde, hocalarda, yarışmalarda, organizasyonlarda…
Öncelikle yapılan yorumların yerindeliği konusunda kafamda soru işaretleri var. Çünkü agresifçe yazılmış paragraflardan da olumlu bir tartışma ortamı oluşmadığı kanısındayım. Altyapısını sosyal medya dışında bir şeye dayandıramadan ortaya koyduğunuz zemini, eleştirel bir yöntemden öte bir çeşit ”mimarlık polisliği” yapma hali olarak yorumluyorum. ”Hocalarınızdan duyduğunuz bu süper ütopik söylemler” lafını biraz açarsanız iyi olur, çünkü genellemeye dayalı söylemler hakkında bir yorumda bulunmak zor oluyor. Bir de beni en çok üzen;
”Sizin iddianız endüstriyel bir tipoloji ürettiğiniz yönünde olsa da kesinlikle katılmıyorum. Mevcut iktidarın Kitsch camilerinin endüstriyel varyasyonu gibi daha çok.” yorumuydu. Bu yorumdan da kısaca bahsedilmiş ve geçilmiş. Sonrasında da klişelerden oluşan yorumlar zaten birbirini takip etmekte. Kullandığınız sosyal medya dili de zaten yeterince bilindik bir dil. Üretmeye çalıştığınız bu pozisyon talep ettiğiniz çoğul ortamı karşılayamıyor ne yazık ki. Bu da bir mimarlık öğrencisi olarak beni en çok üzen durum.
Dersu Hanım, merhabalar. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Mimarlık Bölümü öğrencisiyim. Çalıştığınız arazide, proje önerme düşüncem var. Eğer sizin içinde uygun ise bölge üzerindeki analizlerine erişmeme müsade eder misiniz? mail: abdullahcihad27@hotmail.com
Dersu niye üzüldün o söze çözemiyorum. Ben Kitsch mimaride bir beis görmüyorum. İktidar bu işi beceremeyebilir ama görülüyor ki sizin böyle bir kabiliyetiniz var gibi.
Ekin’in önerisine ne diyorsunuz onu da merak ediyorum aslında. O da diyor ki tamamen yeni teknikler buradaki endüstriyel alana girsin. Endüstriyel tarımla ilgili bir Ar-Ge merkezine dönüşsün. O zaman burası artık personellerce kullanılır. Öyle bir durumda da köylü-kentli ayrımı çok az da olsa ortadan kalkar çünkü meslek gruplarına göre üniformalar giyilir. Bir köylü gelip muazzam birikimiyle kravatını takıp kapalı ofiste çalışabilir. (Yanlış anladıysam düzelt lütfen.)
Bu bağlamda ben sizin projede bir soruna daha işaret edeceğim affına sığınarak, hatta hocalarınızın ütopik söylemine dair de ince görebilirsen bir sorunsalı imlemek isterim. Çiftçilerden bazılarının yeni çalışma sahası olarak proje alanını işaret edip, onlara zaten fıtri bir görev olarak atfedilmiş ekme-biçme-hasat etme eylemlerini teknik olarak ileri götürmeyi hedefleyen mikro-sınıfı tasvir ediyorsun (Bence böyle bir göreve yeltenen herhangi birine köyde yöresel bir küfür edeceklerdir.) Kentlilere de bu görevin daha hızlı ve kaliteli yapılması için teknolojileri araştırmaları ve köylülere aktarmalarını sağlayacak (senin ifadenle) fragmanlar yaratıyorsun. Bir kere böyle bir şeyin devlet ya da özel yatırımcı olmadan gerçekleşemeyeceğini anlaman gerekiyor. Senin tasarladığın bu mekanda insanlar maaşlı çalışacak belli ki. (Lütfen benden bu kadar bariz bir konuyu açmamı bekleme.)
İşte ben bu noktada Ekin’le tamamen hemfikirim. Bu fikrin son noktasında burası en rafine ifadesiyle Tarımsal Araştırma-Üretim Merkezi’ne dönüşecektir. Bunun sonuçları da maalesef senin tasvir ettiğin kadar neşeli olmayacaktır. Çünkü artık çiftçi kendi tarlasında ekip biçen özgür bir birey değildir. Yepyeni bir ekip-biçme deneyiminin içindedir, popüler tabirle artık sistemin çarklarından biridir.
Sana şu soruları sormak isterim.
İç Anadolu’da herhangi bir köye gidip bir aydan fazla kaldın mı? Kaldıysan hangi tarihte?
Herhangi bir fabrikada çalışan insanların çalışma koşullarını gördün mü?
Gördüysen hangi fabrikada ve tarihte?
Fabrikadaki farklı meslek gruplarından insanların birbirleriyle ilgili fikirlerinden haberdar mısın?
Bu sorularla ilgili naçizane iki anımı yazmak isterim.
Ben Ayaş’ın adını hatırlayamadığım, Beypazarı’nın ise Fasıl köyünde geçen yaz bir ay geçirdim. Bu köyü mükemmel kılan, tamamen izole bir yer olması ve ekip biçmek dışında hiçbir şey yapmayan insanları ihtiva etmesiydi. Fasıl’da kaldığım evde insanlar sabah uyanıp sobanın üzerine bazlama ve çay koyar, yer sofrasına oturup söğüş domates, hıyar tabakları, kendi yaptıkları otlu ve çeçil peynirleri çay ve bazlamayla tüketirlerdi.Öğlene doğru domates, marul, hıyar toplayarak kasalara doldururlar, aralara karışan semiz otlarının satılmıyor sandıkları için kilolarcasını koyunlara verirlerdi. Akşama doğru sobada ısıttıkları bazlamayla tarhana ya da şehriye çorbası içerlerdi. Arada bir kazanda bulgur pişirirlerdi.
Gece yakınlarda hiçbir mesken ya da sokak lambası olmadığından her taraf zifiri karanlık olurdu. Herkes evde oturur çay içer, anlamakta çok zorlandığım bir şiveyle inanılmaz sıkıcı bomboş bir muhabbet edilirdi. Şahap’ın oğlundan Çoban Ahmet’ten, son hasattan, satışlardan, nadas tarihinden konuşurlardı. Elleri, parçalanmış oluklu mukavvaya benzerdi. Vücutları, tezekle toprak karışımı, ağızları, çayla sigara karışımı kokardı. Kadınlar çok nadir söze karışır, (muhtemelen daha az sigara içtiklerinden) tarlada erkekten çok çalışırdı.Büyük abdestlerini evin yirmi metre ötesindeki çukura yaparlar, taşla taharetlenirlerdi. Belki inanmayacaksın ama, yirmi dakika mesafedeki ilçe merkezine o ufacık pislik içindeki kamyonetiyle gitmek için harcayacakları üç kuruş mazotun bile hesabını yaparlardı. Kaldığım süre boyunca bir kere bile et yemediler. Bazıları bana inanılmaz ilgili davransalar da maalesef sebebinin sınıf kompleksiyle ilgili olduğuna kani oldum. Benim şehirli olduğumu sürekli belirtme ihtiyacı duyuyorlar, üstünlük gördükleri basit meziyetlerini her daim üzerimde iktidar kurmak için kullanıyorlardı. Kendi yaptıkları bazı işleri ben yapmaya yeltendiğimde bir süre kıkırdayıp “Sen yapamazsın bırak.” diyorlardı.
Erdemir’de işçiler için zemin kat soyunma odası üst iki katı yemekhane olan bir bina tasarlamıştım iki sene evvel. Konsept projeyi onaylamışlar, benim de dahil olduğum ekibi toplantı yapmak için Ereğli’ye çağırmışlardı. Fabrikaya yoğun kontroller neticesinde ziyaretçi kartı alıp girdik. İçeride toplantı yaptıktan sonra eski yemekhaneyi gezdirmek üzere satış direktörü ve mimarla beraber binaya doğru gittik. Daha içeri girerken, satış direktörü (Bu arada son derece eğitimli biriydi. Michigan University’de doktora yapmıştı.) sırıtarak “Bunları insan gibi düşünmeyin. Zaten birazdan göreceğiniz manzarayla anlarsınız.” dedi.
İçeri girdiğimde soyunma kısmında kelimelerle ifade edemeyeceğim kesif bir ter ve sidik kokusu vardı. İş kıyafetlerini beyaz boyalı demir bençlere darmadağın bırakmışlar, sayılı verilen kasketleri dışında tüm kıyafetleri kiminkinin kimin olduğunu ayırt ettirmeyecek bir düzensizlikte ortalığa saçmışlardı. Duşakabin kısmına girdiğimizde duvarlarda sperm kalıntıları, açık birakılmış musluklar, balgam lekeleri, boklu donlar vardı. Yerler sırılsıklam çamur içinde, plastik açık terlikler kırık seramiklerde biriken sularda yüzer haldeydi. Tek düşündüğüm böyle bir yerde nasıl yemek yenebilir olmuştu. Keza yemekhane katına vardığımızda kesif koku hala geliyor, steril olması için maske takan yemekhane personeline üzülüyordum.
Oradan çıkıp mühendisler ya da yönetim kademesindekiler için Ereğli’nin ormanlık kısmının eteklerine yapılmış deniz manzaralı kafeteryaya, satış direktörünün son model Mercedes’i ile giderken yine şakayla karışık ilçeyi sol eliyle işaret ediyor “Bence siz komple burayı yeniden yapın” diyordu. Mekana oturduğumuzda içeride hafif bir müzik çalıyor satış direktörüyle mimar kendi aralarında iş sohbeti yapıyorlardı. Güzel bir manzarası, zevksiz bir iç tasarımı ve lezzetli yemekleri olan bir mekandı. Sohbet bizim işlere geldiğinde satış direktörü konuşmaya başladı.
“Şimdi bu iş için ayırdığımız bütçe sınırlı, sizin, “Yakışıklı Bina”yı buraya yapalım istiyoruz ama ön keşifte gelen fiyatlar bu herifler için ayırdığımız bütçeyi çok aşıyor.”
Bu sözler üzerine ham bir refleksle, onlara iyi mekanlar yaratmanın onları mutlu edeceğini ve daha iyi çalıştıracağını söyledim. Hem böylece sevdikleri bir mekanı kirletmemek adına daha temiz bireyler olabilirlerdi.
Kahkaha attıktan sonra bana yarı ciddi yarı alaycı bir cevap verdi.
“Bu adamları tanıyor musun sen? Ben sana boşuna mı bu adamlar için hayvan dedim sanıyorsun? Bunlar kadar utanmaz, küstah, arsız insanlar olamaz. Hepsinin arkasında sendika olduğundan elimiz kolumuz bağlı, buraya ilk geldiğimde onların hakları için üstlerimle tartışıyordum. Bugün o yaratıklar için yapacak hiçbir şey kalmamış bu çok açık. Tazminat için elini hadde makinesine sokanlar, merdivenden zemine atlayanlar, kaynak cihazını bozup parmağını yakanlar var burada. Kart sistemi yokken yedi kez tabldot alanlar bile gördüm. Günde üretmesi gereken çelik plakanın yarısını üretmeyen mesaisinin en az dört saatini çay sigara içip sohbet etmeye ayıran adamlar var.”
İşte bana göre kentli-köylü ilişkisi bu fragmanlarla tecelli eder. Eğer aksini düşünüyorsan sana bu ülkeyi terk etmeni öneririm. Ama oralarda da hayalini kurduğun kadar ütopik bir kent-köy ilişkisi bulamayabilirsin. Şunu anlamalısın ki hiçbir köylü tarım yapmak için kente gelmez. Köylüler kentin iyi maaşlı ve rahat işleriyle ilgilenirler. Yapabilecekleri en rahat, en iyi maaşlı işe kapağı atıp bu parayı ilkel ihtiyaçlarına harcama eğilimi gösterirler. Yani senin projende çalışacak köylüler muhtemelen hidroponik domatesleri çalma, konseye katılmak yerine avluda sigara içme, Elini tarım cihazlarına sokup tazminat alma eğilimi gösterecektir. Onlara iyi bir maaş ve rahat bir ortam sağlamazsan da muhtemelen bir teki bile senin projene gelmeyecektir.
Bunları yazmamın sebebi Dersu, “Hocalarımın ütopik söylemlerini aç.” demenden ötürüydü.
Söylediklerinize ben de katılmaktayım. Ancak tasarım sürecinde bize yön veren oluşum Atatürk Orman Çiftliği ve demiryolu sistemiydi. Kırsal üzerinden romantik bir ilişki kurmaktan ziyade demiryolunun başkente bağlandığı noktada ne kadar önemli olduğunu ve kırsalla kent arasındaki ilişkide rol belirleyici olabileceği fikrini ortaya atmaktı. Atatürk Orman Çiftliğinin kuruluş amacı da aslında tarım teknolojilerini iç anadoluya duyuracak bir çiftlik oluşturmaktı. Köylülere değişen tarım teknolojilerini anlatacak kent içinde bir oluşum yaratmak ve kooperatifleşmeleri konusunda teşvik edecek resmi bir kurumun demiryolu gibi bir ulaşım ağıyla ulusal ve uluslararası potansiyelinden bahsettik. Buna pratik bir çaba da denebilir, ütopik bir proje de denebilir. Ancak tartışmaya değerdir. Ebenezer Howard’ın garden city’si nasıl dönemin koşullarında tartışılmış ve hala onun kurgusal hali değerli ve pratik olarak da bize uzak değilse, biz de böyle projeleri alternatif bir düşünce ortamı oluşturmak için sunabilir ve konuşabiliriz. Anlattığınız olayların böyle bir çalışma biçimini değersizleştirmek için yetersiz olduğunu düşünmekteyim. İngiltere’de CJ Lim’ in çalışma biçimini ve teorik düşünme yöntemini araştırmanızı tavsiye ederim. Aynı şekilde o ülkelerde kırsalın geliştirilmesi için demiryolunun nasıl hayati önemi olduğunu söylememe bile gerek yok. Dünya değişiyor ve altyapı sistemleri uzun zamandır kent ve mimari tartışmalarda ciddiye alınmayan ama yavaş yavaş ciddiye alınan meseleler haline geliyor. Türkiye’de bu tartışmalar açıkçası değersizleştirmeye müsait alanlar ve bu durum da açıkçası ortaya ”yeni” bir ürün koymuyor. Eskiye dönme çabasını temsil etmemek bi yana proje, hyperloop, hızlı tren gibi teknolojilerin kentleri daha da şişireceği bir ortamda acaba kırsala ne olacak sorusunu sorunsallaştırmaya çalışıyor. Bu hikaye dahilinde de maneviyatçı determinizm bir yana güncel olan bir soru yöneltiyor. Atatürk Orman çiftliği bu bağlamda yeniden düşünülebilir mi? Maltepe Gaz Fabrikası’ da bu ilişkiler ağının kent parçası olabilir mi? Bunun temsilini de bir botanik bahçesiyle fabrika arasındaki biçim ne olabilir diye tartışmak, konvansiyonel biçimlerden sıyrılmaya çalışmak bana göre kitsch damgası yememeli diye düşünmekteyim. Dediğim gibi değersizleştirdikçe kopyalamaya başlıyoruz ve o özgürlük de bana göre değerli. O yüzden Türkiye’deki eğitim biçimini eleştirdiğimiz pozisyonların bence daha belirgin olması gerekiyor. Ancak böyle bir şeylerin paylaşılabileceğine inanmaktayım.
Dersu, her devrin ve yaşın yaşanılması gerekenleri var. Mimarlık öğrenciliğinin de ütopik, iyimser ve determinist bir fazı oluyor kaçınılmaz olarak, özellikle Ankara’daki okulda 🙂 Mezun olup akademisyen olmazsan ve 3-5 sene daha ticari bir şehirde (örneğin İstanbul yada yurtdışı) şantiye veya büyücek bir mimarlık firmasında çalıştıktan sonra altta yazdıklarına ve sana yazılmış olanlara bir de o gözle bakarsın ilerde… Öncelikle bunları “agresyon” olarak tanımlamaya kaçan gereksiz duygusallıktan seni koruyacak olan bir kalkanın olmuş olur. Ve Murtaza’nın bahsettiği gerçeklikle kafandaki hayallerin orta yolunda yada sentezinde seni buluşturacak bir tecrübeye sahip olmuş olursun. Akademinin manastır yada külliye-vari duvarları arasında sıkışmayı seçersen de yıllar sonra da bu yazılanları pek anlayamaya bilirsin. Bence mezuniyetten sonra bir dışarı çık, hemen master da yapma, gördükten sonra kararını ver, ne yeteneğini feda et ne de diğer tarafta kağıt mimari ol, zor olan kutupları birleştir…