Sıddık Güvendi, Cihan Sevindik ve Mehmet Ali Yılmaz'ın İBB Kültür ve Sanat Odağı Mimari Proje Yarışması için hazırladığı proje 3. mansiyon ödülünü kazandı.
Bireylerin yaşam kalitesi üzerindeki etkileri göz önüne alındığında, çevresel çalışmalar, kültür, sanat ve eğitim hizmetleri, yaşadıkları ortamdaki önemli unsurlar olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu hizmetlerin kalitesi, bireyin yaşam kalitesini olumlu veya olumsuz yönde etkileyebilmektedir. İstanbul, karma kültürlü bir kentli tabanına sahip olmasıyla birlikte, her geçen gün artan nüfusuyla bir metropol olarak tanımlanmaktadır. Metropol olmanın doğal bir sonucu olarak, İstanbul’un toplumuna yönelik teknik altyapı, sosyal, kültürel ve sanatsal faaliyetleri destekleme sorumluluğu bulunmaktadır. Ancak, mevcut kültür ve sanat mekanlarının birçoğu dar parsellerde konumlandırılmış, mahalle aralarına sıkışmış ve kente açılamayan içeriye dönük kamusal mekanlar oluşturan bina tipolojilerinden oluşmaktadır. Bu durum, artan nüfusla birlikte kamusal alan ve mekan ihtiyacının doğru orantılı olarak artmasına neden olmaktadır.
Bir kentin tanınırlığı, sahip olduğu kamusal alanlar ve mekanlar tarafından büyük ölçüde belirlenir. Bir yerleşkenin kamusal olarak nitelendirilebilmesi için, fiziksel çevresiyle bütünleşmesi ve kullanıcıları arasında etkileşim sağlaması gerekmektedir. Bu bağlamda, İstanbul’un kamusal alanları ve mekanları, sadece nüfus artışını karşılamakla kalmayıp aynı zamanda toplumun sosyal, kültürel ve sanatsal ihtiyaçlarına uygun bir şekilde planlanmalı ve geliştirilmelidir. Bu sayede, İstanbul’un metropol kimliği, sadece büyüklüğü değil aynı zamanda sunduğu kaliteli kamusal alanlar ve mekanlar ile de güçlendirilecektir.
Kamusal alan kavramı, kökenini Antik Roma’dan alır ve Latincede “populus” (halk) kelimesinden türetilerek, herkesin kullanımına açık, umumi ve kamuya ait bir mekân anlamına gelir (Geuss 2007). Bu tanıma göre, bir alanın kamusal olarak değerlendirilebilmesi için halkın bu alana erişim sağlayabilmesi ve kullanabilmesi esastır. Herkese açık olan kamusal alanlar, kentlerin tarih boyunca önemli birer bileşeni olmuştur. Bu alanlar, sosyal etkileşimi destekler ve farklı sosyal grupları bir araya getirir, bu sayede kentlerin dinamik ve çeşitli kültürel atmosferlerini oluştururlar. Kentin kimliği ve toplumun kültürel dokusu, genellikle bu kamusal alanlarda en belirgin şekilde ortaya çıkar. Kamusal alanın önemini anlamak için sadece fiziksel boyutuna değil, aynı zamanda sosyal boyutuna da odaklanmak önemlidir. Bu alanlar, sadece fiziksel etkileşim değil, aynı zamanda insanlar arasında sosyal etkileşimi de teşvik eder. Bireyler, kamusal alanlarda kendilerini toplumun bir parçası olarak hissederler ve bu alanlar, çeşitli sosyal grupların bir araya gelerek fikir alışverişinde bulunduğu, kültürel etkileşimlerin gerçekleştiği merkezler haline gelir.
Sonuç olarak, kamusal alanlar artık sadece fiziksel mekânlar değil, aynı zamanda toplumun sosyal, kültürel ve entelektüel yaşamının merkezleridir. Bu alanlar, bir kentin karakterini belirleyen ve toplumun kimliğini yansıtan önemli birer unsurdur.
Kamusal alanın tarihsel evrimi, özellikle Habermas’ın 1962 yılında yayımlanan “Kamusallığın Yapısal Dönüşümü” adlı eseriyle başlamıştır. Bu kavramın mekânla bütünleşmesi Antik Yunan dönemine kadar gitmektedir, özellikle Antik Yunan agoralarında şekillenen kamusal alan, toplumsal ve siyasal yaşamı belirgin şekilde etkilemiştir. Bu dönemde kamusal alan, bireylerin özgürce ifade edebileceği bir mekân olarak kabul edilmiştir, Habermas da bu önemli noktaya vurgu yapmıştır.
Zaman içinde kamusal alan, farklı işlevlere evrilen bir kavram olmuş ve 16. yüzyıldan itibaren Osmanlı İmparatorluğu’nda da yer almaya başlamıştır. Osmanlı döneminde, kamusal alanların en önemlileri arasında camiler bulunmaktadır. Ancak, mahremiyet kavramının etkisiyle bu alanlar genellikle içe dönük ve ataerkil mekânlar olarak nitelendirilmiştir. Osmanlı’da Batılılaşma dönemiyle birlikte, Batı’ya benzer kamusal mekânların ortaya çıktığı gözlemlenmiştir. Kahvehaneler, bu dönemde farklı kültürlerden insanların bir araya gelerek tanışmasına ve kaynaşmasına olanak tanıyan önemli kamusal mekânlar haline gelmiştir. Özellikle Osmanlı döneminde kültür ve sanatın tartışıldığı, edebiyat paylaşımlarının gerçekleştiği kahvehaneler, meddah gösterileri ve tiyatro gibi etkinliklere ev sahipliği yapmıştır. Cumhuriyetin ilanıyla birlikte, kamusal alanın mekânsal yansımaları daha farklı bir boyut kazanmıştır. Bu dönemde “Halkevleri” kurularak, halkın kültürel ve sosyal kalkınmasına destek olmak amacıyla özgür bir etkileşim mekânı sağlanmıştır. Cumhuriyetin ilerleyen yıllarında ise 1976’da Kültür Merkezleri Daire Başkanlığı’nın kurulmasıyla birlikte, ülke genelinde kültür merkezi yapımlarına başlanmıştır. Bu kültür merkezleri, kamusal alanın mekânsal yansımalarının önemli örneklerindendir, toplumun kültürel ihtiyaçlarına cevap veren ve kamusal etkileşimi destekleyen önemli mekânlar olarak öne çıkmaktadır.
İnsanın doğuştan itibaren bir kültürün parçası olması, aynı zamanda kültürün oluşumunda etkin bir rol oynadığı gerçeğini beraberinde getirir. Kültür, çevresel etkiler, bireyin yaşam deneyimleri ve birikimleri aracılığıyla dış dünya ile etkileşimini şekillendirir. Kültür ve mekan arasında karşılıklı ve karmaşık bir ilişki bulunmaktadır; mekanlar sadece kültürden etkilenmekle kalmaz, aynı zamanda kültürü etkiler. Kamusal mekanların oluşumu ve kullanıcıların bu mekanlara yönelik talepleri, farklı kültür ve sosyal gruplara göre değişiklik gösterebilir. Kültür ve sanat merkezleri, kamusal bir yapı tipolojisi olarak, kullanıcı ve kentin bütünleşmesi gereken önemli mekanlardır. Bu merkezler, kent dokusundaki yapı-kent ilişkisini tanımlayan, kent görünümüne katkı sağlayan ve içerdikleri fonksiyonlara bağlı olarak bulundukları noktalara kimlik kazandıran yapı türleridir. Aynı zamanda, içerdikleri fonksiyonlar aracılığıyla halkı ne kadar etkili bir şekilde dahil edebilirlerse, o kadar dinamik bir organizma haline gelir ve bu sayede kentin sosyal ve kültürel dokusuyla entegre olur.
Farklı kültürlerden gelen bireylerin mekanlara yönelik algıları ve beklentileri çeşitlilik gösterir. İnsanların mekan algısı ve mekan içindeki davranışları; yaş, cinsiyet, etnik köken, eğitim seviyesi, gelir durumu ve yaşam tarzına bağlı olarak değişebilir. Bu nedenle, kültür ve sanat merkezleri, sahip oldukları fonksiyonlar açısından çok çeşitli ve farklı kullanıcı gruplarına hitap edebilmelidir. Bu merkezler, çeşitli kullanıcı gruplarını bir araya getirerek sosyal ve kültürel etkileşimi arttıran mekanlar olarak ön plana çıkar. Dolayısıyla, kültür merkezleri, insanların bir araya gelerek kültürel ve sosyal çevreyi oluşturduğu ve aynı zamanda fiziksel çevreyi şekillendiren kolektif kamusal alanlar olarak kent içinde varlıklarını sürdürürler.
Kamusal alan, bireyin özgürlük ve toplumsal ilişkiler bağlamında deneyimlediği bir mekân veya mekanlar bütünüdür. Yerleşke, bu deneyimin somut bir temsili olarak, fiziksel çerçeveyi oluşturur ve toplumun ortak paydasını şekillendirir. Esneklik, mekânın sürekli bir evrim içinde olma potansiyelini ifade eder; bu da toplumun değişen ihtiyaçlarına ve dinamik yapısına uyum sağlamak anlamına gelir. Açıklık, kamusal alanın şeffaflığı ve erişilebilirliğiyle ilgilidir. Mekânın iç ve dış arasındaki sınırları zorlaması, bu alanın içindeki ve dışındaki deneyimlerin etkileşimini güçlendirir. Etkileşim, bireylerin birbirleriyle ve çevreleriyle iletişim kurma yeteneği olarak ön plana çıkar. Kamusal alan, bu etkileşimi destekleyen bir platform olarak işlev görür.
Bu kavramlar bir araya geldiğinde, kamusal alanlar sadece fiziksel bir çerçeve değil, aynı zamanda toplumun kolektif bilincinin bir yansımasıdır. Yerleşke, bu bilincin somut bir ifadesi olarak yerin izlerine göre şekillenirken, esneklik ise geleceğe doğru bir evrimin izlerini sürer. Açıklık, bu evrimin herkes tarafından gözlemlenebilir olmasını sağlar ve etkileşim, toplumun bu evrimi birlikte deneyimleme ve anlama sürecidir. Kamusal alan, bireyin kendini diğerleriyle ilişkilendirme ve toplumla bütünleşme sürecinde bir katalizör olarak işlev görür. Yerleşke, bu sürecin sahnelediği bir tiyatro, esneklik ise bu tiyatronun sahne düzenidir. Açıklık, seyircilere bu deneyimi tam anlamıyla kucaklamaları için bir davettir ve etkileşim, sahne üzerindeki aktörler arasındaki derin bağlantıyı simgeler.
Kültür merkezlerinin mekan tasarımında, fonksiyonların tek bir yapı içinde yoğunlaştırılması, söz konusu yapıyı kendi içinde izole ve dış çevresinden kopuk tekil bir nesne haline getirme eğilimindedir. Bu tasarım yaklaşımı, merkezi dış dünyadan izole edilmiş, içe dönük bir mekân olarak tasarlamak anlamına gelir. Ancak, bir mekan ya da bina sadece kendi içinde var olmaz; anlamı, çevresi ile olan dinamik ve karmaşık etkileşimlerin bir sonucudur.
Bu bağlamda, yerleşkenin tasarımında ölçeksel ve fonksiyonel birimlere bölme yaklaşımı benimsenmiştir. Bu tasarım perspektifi, yapıyı daha esnek ve açık hale getirerek, içinde bulunduğu bağlamla daha organik bir etkileşim içinde olmasını hedefler. Bu yaklaşım, yerleşkenin ağır kütle etkilerinden uzaklaşarak, açık, yarı açık ve kapalı alanları içeren bir bütün olarak şekillenmesini amaçlamaktadır. Bu sayede yerleşke, içinde bulunduğu çevresinden izole olmadığı gibi, çevresiyle etkileşim içinde olan ve bu etkileşimi sürekli olarak deneyimleten bir mekan olarak öne çıkar.
Bu tasarım yaklaşımı, yapıyı sadece belirli kullanıcı gruplarına özgü fonksiyonları içine sıkıştırmak yerine, farklı ölçeklerde ve işlevlerde birimlere ayırmayı amaçlar. Bu modüler yaklaşım, kültür odağının çoklu kullanım amacına hizmet eden bir dizi fonksiyonu içermesini mümkün kılar. Bu fonksiyonlar aracılığıyla, yerleşke çeşitli sosyal ve kültürel etkinliklere ev sahipliği yapabilir, farklı kullanıcı gruplarına hitap edebilir ve bu sayede çeşitli toplulukları bir araya getiren bir mekân halinde gündelik hayata karışabilir.
Sonuç olarak, kültür ve sanat odağının tasarımında yoğun, tekil ve iri bir yapı olarak değil, ölçeksel ve fonksiyonel birimlere bölerek çok yönlü bir mekan oluşturma yaklaşımı benimsenmiştir. Sadece anıtsal bir yapı değil, aynı zamanda çevresiyle olan etkileşimi üzerinden anlam kazanan bir kültür ve sanat yerleşkesi yaratma hedefini benimsenmiştir.
Yerleşkenin tasarımında vurgulanmaya çalışılan kamusal alan ilişkileri bağlamında kullanıcılar, ziyaretçiler, sanatçılar ve teknik personel arasındaki ayrım ve ilişkiler son derece önemlidir. Bu bağlamda, yapıdaki performans salonlarının sahne, servis, depo ve prova salonları gibi alanları ile yapının günlük hayata karışan bölümleri arasındaki ayrım özenle sağlanmaya çalışılmıştır.
Yapının plan kurgusunda, özellikle Batı yönünde yer alan otopark girişi ile birlikte tanımlanan servis yolu, performans salonlarının sahne ve dekor depolama alanlarını birbirine bağlar. Bu tasarım stratejisi, yerleşkenin servis alanları ile kamusal kullanıma ait birimlerinin birbirine karışmamasını hedefler. Bu sayede, ziyaretçiler ve kullanıcılar için ayrılmış kamusal alanlar ile teknik personel ve sanatçılar için ayrılan servis ve hazırlık alanları arasında net bir ayrım sağlanmaya çalışılmıştır.
Bu ayrımın özenle korunması, yerleşkenin işleyişini düzenlerken aynı zamanda kullanıcı deneyimini ve güvenliği artırmayı hedefler. Böylece, her kullanıcı grubunun ihtiyaçlarına uygun olarak tasarlanmış özel alanlar, yerleşkenin tüm paydaşları arasındaki etkileşimi düzenler ve verimli bir çalışma ortamı oluşturmayı hedefler. Sonuç olarak, kamusal alanlar ile servis alanlarının ilişkilerinin tasarımındaki bu dikkatli ayrım, yerleşkenin işlevselliğini artırmak ve kullanıcıların rahatlığını sağlamak adına özenle planlanmaya çalışılmıştır.