PROJE RAPORU
Günün Akşam Saatlerinde İstanbul, Yerler ve Kentte Gezenler
Haritalar yere ilişkin verileri yeniden düzenler ve bazı bilgileri görünür kılar; bu sayede yer ve gündelik hayat deneyimlerimiz arasında köprü kurmamızı, kendimizi kentsel mekânda yeniden konumlandırmamızı sağlar. Haritalar ve hikâyeler arasında güçlü bir analoji kuran Turchi, haritaların okuyucusuna aynı zamanda kentteki yaşama dair soru sordurduğunun altını çizer: “Haritalara soru sormak bana bir hikâye anlat demektir” [1].
Harita ve hikâyelerin kesişiminde, bugün bize çevrimiçi haritaların ya da kartografik belgelerin kolaylıkla veremeyeceği bir bilgi açığa çıkar: İstanbul şehirden kente, kentten hem nüfusu artan hem de sınırları genişleyen bir metropole dönüşse de hep bir çeşitlilik (diversity) barındırır.
Osmanlı coğrafyasının parçalanması ve ardından ulus-devletlerin inşasında dünyanın pek çok kentinin olduğu gibi İstanbul’un da çok dinli, çok uluslu ve çok kimlikli kozmopolit yapısı zarar görmüştür. Fakat, kentleşme, küreselleşme, neoliberal dönüşüm gibi süreçler sonrasında bile İstanbul bugün hâlâ bir çeşitlilik (diversity) ve heterojen kesişimlerin olduğu bir bir-aradalık barındırıyor. Kendini kamusal alanda ifade edişi son yıllarda daralsa da, baskın olan dışında kalan, etnik, politik, dini, sınıfsal kimlikler ve cinsiyet kimlikleri kentte bir arada yaşıyor.
İstanbul farklı geçmişler ve kimlikler taşıyan çok çeşitli insanlara aittir. İstanbul’u ‘Stinpoli’ olarak adlandıran Türkiyeli Rumlar bu tarihsel isimle kentin sahiplerinin içinde yaşayan insanlar olduğuna dikkat çeker. ‘Stinpoli’ oldukça yalın bir biçimde şehir içinde (se tin poli, in the city) demektir. “Çünkü i poli, yani şehir, ne krallara ne padişahlara ait değildir. Şehir insanlarına aittir” [2].
‘İstanbul Senin’ çağrısının kurduğu güçlü bağlamın haritaya sorduğu sorular var: İstanbul kimin kenti? Kentin hangi mekânları hangi farklı kimlikleri barındırıyor? Gün battığında hangi sokaklara kimlerin gölgesi düşüyor?
STIN·POLI, İstanbul’un farklı kentsel mekânlarını İstanbul’da yaşayan, tanıdığımız ya da karşılaştığımız insanların ve onlarla yolları kesişen diğer canlıların sokak lambalarıyla aydınlanan hikâyeleri üzerinden okuyor. Bu hikâyeler, birbirinden hem insanların farklı kimlikleri hem de bu kimliklerin İstanbul’un kentsel mekânlarıyla kurdukları bağ üzerinden farklılaşıyor.
STIN·POLI’nin hikâyeleri farklı ülke ve şehirlerden göç edenleri ve İstanbul’da doğmuş olanları içeriyor. Saleh Suriye’den zorunlu yerinden edilmeyle İstanbul’a gelmiş. Ayşe ve Ali, iş, eğitim, kültür ağlarının tetiklediği iç göçle Anadolu’daki küçük şehirlerden İstanbul’a taşınmış ve burada yaşamlarını sürdüren kişiler. Miranda, Figen, Hayat ve Cemil doğduklarından beri aynı mahallede yaşama şansına sahip olmuşlar. Miranda ve Figen, bir kısmı mübadele sırasında ve sonrasında Yunanistan’a göç etmiş İstanbullu Rum bir ailedenler. İstanbul’un martıları, kedi ve köpekleri, mahalle arasındaki sokakların, yeşil alanların, Boğaziçi ve Haliç’in kent sakinleri olarak hikâyelerdeki çeşitliliğin bir parçası. Soner ve Orfi dünyada çok az kentte rastlanabilen bir durum olarak İstanbullularla sokakta ortak bir yaşam sürdüren köpekler [3].
Gün devrildikten sonra hikâyelerin karakterleri kent meydanında, saklı bir Roman mahallesinde, dar kaldırımlar boyunca, merdiven-sokaklarda, mezarlık ve patikalarında, manzaralı bir tepede, sahil parklarında, plaza önlerinde ve mahalle aralarında geziniyor. Hikâyelere ve rotalara sahne olan tüm yerler; Taksim, Tarlabaşı, Şişhane, Kasımpaşa, Cihangir, Fındıklı, Boğaziçi, Balat, Eyüp, Pierre Loti Tepesi, Haliç, Bahariye, Moda, Levent ve Teşvikiye, STIN·POLI ürün ailesi ile yeniden aydınlatılıyor.
Tasarım Yaklaşımı
Kentin altyapısını oluşturan köprüler, yollar, kaldırımlar, duraklar gibi aydınlatma ürünleri de insanların yaşam alanlarını ve kamusal mekânı üretir. STIN·POLI İstanbul’un kentsel kamusal mekânlarını çeşitliliğin deneyimlendiği bir zemin; aydınlatma ürünlerini ise farklı özellikteki ışık kaynaklarını saran bir ‘zarf’, onları taşıyan bir arayüz olarak yorumluyor.
Kamusal alanların aydınlatılması için dünya metropollerinin bulunduğu noktada olmasak da, zaman içinde belli bir kültürün ve üzerinde mutabık kalınmış bazı standartların oluştuğundan bahsetmek mümkün. Kent kimlikleri oluşturulurken kamusal aydınlatma konusu eskisinden daha çok önemseniyor ve bu alanda mühendislik ve tasarım hizmetlerine ihtiyaç duyuluyor. Enerji politikalarındaki gelişme ve ışık kirliliği için yapılan uyarıların dikkate alınmaya başlaması da bu alandaki önemli gelişmeler arasında.
Alışılagelmiş yol/sokak aydınlatması açısından baktığımızda sayısız algılayıcı ve ekipmana ev sahipliği yapabilecek aydınlatma elemanlarının önünde hâlâ bazı temel engeller mevcut. Kablosuz iletişim platformlarının veri protokollerinin hâlâ netleşmemiş olması, tasarımların geleceği ile ilgili temel belirsizliklerin başında geliyor. Bununla birlikte bir ışık kaynağı tasarımının kamusal mekânda tüm sorunları giderilmiş olarak, çok sayıda üniteyle, ergonomik ve ekonomik bir kullanım alternatifi haline gelebilmesi bazen yıllar süren araştırma – geliştirme süreçleri gerektiriyor. Teknolojik gelişmelere doğrudan bağlı bu süreçler doğal olarak ışık kaynağı tasarımı ile armatür tasarımını birbirinden ayırıyor.
Bu temel sebeplerle STIN·POLI ürün ailesi geliştirilirken, aydınlatma üreticilerinin hali hazırda piyasaya sunmuş oldukları platformları (aydınlatma aygıtlarını) kullanmanın değerli ve gerçekçi bir yaklaşım olduğu düşünüldü. Tasarlanan ürünlerle, bu platformları (aydınlatma aygıtlarını) sarıp sarmalayacak, taşıyacak, mimari çevreyle ilişkisi kuvvetli, kimlik anlamında kendi içinde tutarlı bir arayüz oluşturmak hedeflendi. Her ürünle birlikte kullanılabilecek piyasada mevcut en az iki ışık kaynağı alternatifi bulunmasına dikkat edildi. Bu sayede yıllar süren aydınlatma aygıtı tasarımı sürecini baştan başlatmadan, hem piyasanın teknolojik olarak mevcut kapasitesinin en doğru şekilde kullanılması, hem yerel yönetime mevcut yasal mevzuatlar çerçevesinde gerçekçi bir tedarik serbestliği sağlanması, hem de yıllar içinde gerçekleşecek teknolojik değişimlerden etkilenmeyecek sürdürülebilir, İstanbul’a ait bir ürün kimliği yaratılması hedeflendi.
Tasarım yaklaşımının önemli noktaları:
Ürün ailesi IPOLI (6) ve STINA (9) adlı iki ayrı set olarak kurgulandı. IPOLI setine ait ürünler meydan, sokak ve caddelerde yoğun olarak kullanılan, endüstri standartlarında kentsel armatürler olarak planlandı. STINA seti ise İstanbul’a özgü kentsel mekânlara özel olarak tasarlanan ürünlerden oluşuyor. Ürün ailesinin farklılaşan üyelerinin isimleri beraber, birleştirmek, karanlığın açılması, akşam sohbetleri, gölge gibi zengin anlamları olan Osmanlıca, Yunanca, Ermenice, Arapça, Süryanice, Farsça, Kürtçe gibi farklı dillerdeki kelimelerden esinlenilerek üretildi. Tasarım yaklaşımının temelinde İstanbul’un barındırdığı çeşitlilikten (diversity) beslenen STIN·POLI ürün ailesi, isim yelpazesiyle de bu tavrı koruyor.
IPOLI
STINA
Rota : Taksim Meydanı, Tarlabaşı Bulvarı, Refik Saydam Caddesi, Şişhane, Bedrettin Mahallesi
Anahtar Kelimeler : Meydan, Bulvar, Trafik, Kaldırım, Ara Sokak, Mahalle, Göçmenler
Her akşam olduğu gibi mesai bittikten, önce dolmuşa sonra vapura sonra tekrar dolmuşa binip biraz da yürüdükten sonra, tam da Taksim Meydanına ulaştığında başladı gün. Güneş çoktan devrilmişti. Tepebaşı’nın biraz altındaki mahallesine yürümek için İstiklal Caddesi’ne yönelecekti, sonra vazgeçti ve daha alışık olduğu yerden Tarlabaşı Bulvarı kıyısındaki dar kaldırımdan gitmeye karar verdi.
[ kent meydanı ]
Orada bir kaldırım mı var? Evet var. Üstelik yanında akan geniş caddenin hızlı trafiğine, meydanın yeni halinin sakladığı yaya geçişlerine, İstiklal Caddesi’nin kendisine çağıran insan kalabalığına inat bu ince kaldırımda yürümeyi tercih edenler de var. Saleh bu kaldırımın müdavimlerinden birkaçına aşina. Saat kaçta nerede mesailerinin bittiğini ya da başladığını tahmin edebilir. Suriyeli göçmenlerden, kendisinden daha sonra göç eden memleketlilerinden birkaçı Tarlabaşı’ndan Dolapdere’ye doğru inen sokaklarda farklı bekar evlerinde oturuyor.
Saleh trafikteki araçların ön farları hareketli sahne spotları gibi bedenini aydınlattığında, bazıları yıkılmış ve reklam panolarıyla çevrelenmiş, bazıları terkedilmiş Tarlabaşı yapılarının cephelerinde kendi gölgesini hayal etti. Eğimden ya da savaşı çağrıştıran yıkımın tesirinden olsa gerek cephelerdeki gölgesi ve kaldırımdaki adımları giderek hızlandı. Caddeye bakan cepheler, kaldırım kotundan alçalarak uzaklaştı. Saleh, sağına caddenin öte tarafındaki Pera’nın haşmetini, soluna derin ve büyük bir boşluğu aldı ve rahatladı. Çünkü eve az kaldı. [ dar kaldırım ]
Anadilinin vurgulu heceleriyle konuştuğu Türkçesi yüzünden sinirli ya da aceleci biri sanılmasın Saleh… O hızla akan yaşamın içinde incelikleri süzmeyi bilir. Az hatırlanan filmlerin sahnelerini, tam beş farklı dilin en hoş sözcüklerini, yaşadığı yere çıkan ara sokaklarda köşeleri ince kıvrımlarla işlenmiş taş binaları bilir. Gündüz düşlerini günün geç saatlerinde kurar. Evlerin ve sokakların ışıklarının bir minyatür gibi üst üste binip uzak tepeleri yakınlaştırdığı akşam saatlerinde.
Bu akşamın yürüyüşü onu tam zamanında ara sokaklara çağırdı. Kaldırım aniden caddeden ayrıldı ve Şişhane minibüs duraklarının olduğu cebe kıvrıldı. Buradan mahallenin küçüklerinin yukarı mahallenin küçükleriyle buluştuğu, kaldırımı nihayet sokağa indiren merdivenlere geçti. Biraz mola vermesi, akşam yemeğini düşünmesi ve son dönemeçteki bakkaldan alacaklarını planlaması için biraz zaman gerekliydi.
[ merdiven ]
Saleh Bedrettin mahallesinde kendisinden birkaç yaş küçük kardeşi ile yaşıyor. Kardeşi üniversite sınavlarına hazırlanıyor. Mühendislik kazanacağından neredeyse eminler. Saleh tam zamanlı bir işte çalıştığı halde evin bilgisayar, buzdolabı gibi en büyük alımlarına kardeşi yetişiyor. Çünkü birkaç aydır Arapçasıyla turistlere rehberlik etmeye başladı. Cep harçlığı için başladığı bu iş bir süre sonra birikim sağlayacak kadar gelir getirir oldu. Yemekleri evde Saleh yapıyor, kardeşi akşamları daha çok ders çalışabilsin istiyor.
Merdivenlerden ve bakkaldan sonraki son durağına, Bedrettin mahallesine ilerledi. Burası hepsi neredeyse aynı aileye mensup 100 ya da belki 150 kişilik saklı bir Roman mahallesi. Saleh ve kardeşi iki katlı bir evde oturuyor. Bu iki katlı müstakil evler ve az katlı birkaç apartmanın çevrelediği orta alan Saleh’i her akşam canlı renklerle karşılıyor. Bu orta alan bir mahalle meydanı sayılamaz, ama bir meydan gibi kullanılıyor. Çamaşırlar burada kurutuluyor, kilimler ve halılar burada yıkanıyor, gelin eğlencesi burada yapılıyor, günün beklenmedik saatlerinde penceresi açık evlerin müziği buraya doluyor. Roman aileye mensup kişiler gündelik hayatın her daim göçebeleri, Saleh ve kardeşi ise on yıl önce, büyük dalga göçten çok daha önce bu şehre gelen Suriyeli göçmenler. Birbirlerini belki de bu yüzden bu kadar çok benimsediler. [ mahalle meydanı ]
Rota : Cihangir, Fındıklı Parkı, Boğaziçi, Kız Kulesi
Anahtar Kelimeler : Merdiven, Sokak, Bahçe, Park, Kıyı, Deniz, Boğaziçi, Manzara, Tiyatrocu, Sokak Köpeği
Ali otuz yıllık bir tiyatro ve sinema oyuncusu. Cihangir’de apartmanların çevrelediği tek katlı bir evde kalıyor. Vakti zamanında müteahhittin inşaattan artan malzemelerin bir kısmıyla yaptırmayı akıl ettiği düz çatılı, ince tuğla duvarlı bir oda bir koridordan oluşan ev, kendisini çevreleyen apartmanların önce müştemilatı sonra deposu olarak kullanılır diye düşünülmüş. Sonradan apartman sahibi burayı civardaki kiralara göre düşük bedellere çeşitli insanlara kiralamaya başlamış. Tıpkı etraftan eksik olmayan Cihangir kedileri gibi bu evin çatısına çıkarsanız Boğazı izleyebilirsiniz.
Zaten Ali öyle herhangi bir apartmanda yapamazdı. Buraya taşınmadan önce hem kafesi hem kütüphanesi hem de küçük bir sahnesi olan bir tiyatroda yaşadı. Çelik taşıyıcılarla yükseltilmiş amfinin altında yıllarca bavulunu, her akşam sahneye serdiği uyku tulumunu ve koli koli kitabını sakladı. Hep derli toplu duran az eşyasını tiyatrodan bu eve taşıması hiç zor olmadı. Ali evinden daha çok evin yolunu, Cihangir’in ara sokaklarının birinden evine, oradan da Fındıklı Parkına inen merdiven- sokağını sever. Merdiven-sokağın bir yerinde basamak sahanlığa dönüşür. Bu sahanlığa varınca Ali nefes nefese kalır. Sonra evinin bulunduğu apartman aralığının demir kapısını zorlukla açar. Burada yalnızca kendisine ait bir zil bulunur, ama misafirler zili fark etmez, kapıya vurup içeri doğru ismini seslenir. Bu duruma hep aynı muziplikle yanıt verir Ali: “Evime zili yakıştıramadınız mı, oysa civarda en geniş bahçe benim, haydi Fındıklı’ya inelim.”
[ merdivenli sokak ]
Ali’nin Soner isminde yakından tanıdığı, arkadaşlık ettiği bir köpek var. Soner Fındıklı Parkı’nın açık havasında yaşıyor. Ali evine taşınır taşınmaz Fındıklı Parkı’na her akşam uğrar oldu. Soner’in her akşam tok uyuduğundan, köpeklerle kavga edip yaralanmadığından emin olmak istiyor. Bu akşam da haftanın her akşamı gibi merdivenli-sokağından Soner’in evi Fındıklı Parkı’na uzanan akşam rutinini tekrarladı. Yazları akşam sekiz, en geç dokuzda; kışları yedi en geç sekizde yanına bir sandviç ya da paket yaptırılmış esnaf lokantası yemeği, biraz da artık yemek ya da kemik alarak parka iniyor, Soner’le yemek yiyor. [ kıyı parkı ]
Soner hep İstanbul’daymış, İstanbul onunmuş havasında sere serpe uzanır Fındıklı Parkı çimlerine. Ali de öyle… Oysa Mersinliymiş Ali ve yıllar evvel başka şehirlerde de yaşamış. Demek ne Mersin ne de başka bir içinde yer etmemiş, İstanbul’a kadar hiçbir “şehir arkasından gelmemiş.”* İstanbul’la, tiyatroyla ve sinemayla tanışana kadar bir yere ait hissetmemiş… İstanbul işte biraz böyle bir kent, herkesin gelip içinde yüzdüğü bir deniz; ancak derine dalmaya cesaret edersen başka şehirler ve zamanlarla karşılaşırsın.
Parkın sırtını köşeye yaslamış çay bahçesinde, banklarda, ağaç altlarında insanlar, köpekler ve kediler, sokak lambaları altında seyyar satıcılar yerlerini kapmış. Tam karşıda kız kulesi bir rüyadaymışız gibi ışıldıyor. Bu kadar insan, köpekler ve kediler bazen birkaç saniye bazen saatler boyunca denize doğru bakıp dalıp gidiyor. İki yakanın ortasında sürekli devinen bu denizi izlemek, kendi içindeki ya da İstanbul’un içindeki şehirleri ve zamanları duyumsatıyor. Ali “Hiçbir yere gitmeden sadece İstanbul’da kalarak pek çok yerin hikayesini öğrenebilirsin,” demişti bir keresinde Soner’e, “eğer insanları dinlersen, İstanbul hem tek bir şehir ve hem de birden çok.”
[ boğaziçi manzarası ]
* Konstantinos Kavafis’in Şehir şiirindeki bir mısradan esinlenerek:
“Yeni bir ülke bulamazsın,
başka bir deniz bulamazsın.
Bu şehir arkandan gelecektir.
Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın.”
Rota : Balat, Eyüp Mezarlığı, Pierre Loti Tepesi
Anahtar Kelimeler : Mahalle, Sur Kalıntısı, Otobüs, Kıyı, Merdiven, Patika, Mezarlık, Haliç, Manzara, Azınlıklar
Figen Balat’ta evinin üst iki katını kiraya vererek geçimini sağlayabiliyor. Terziliği öğrendiği babaannesi onu Ifigenia ismiyle çağırırdı. Figen, biri Kanada’da diğeri İsviçre’de okumaya diye gidip iş bularak kaldığından beri yollarını gözlediği, bir türlü mürüvvetlerine ilişkin müjdeli haberler işitemediği oğullarına defalarca tatlı dille söyledi. Eğer müstakbel gelinleri bir kız bebek dünyaya getirirse, ona uzak düştüğü babaannesinin ismini versinler istiyor: Miranda.
Çocukken kendisine, kardeşlerine ve daha da önce İstanbul’dan göçerek Atina’da bakkal dükkanı açan amcasının oğlu Spiros kuzenine Rumca ve Türkçe masallar anlatan babaannesi İstanbul’u çok iyi bilirdi. Ama İstanbul’a Konstantinopolis denmesini sevmezdi. İstanbul bir şehirdi. Zaten çok eskiden Suriçi’ne stinpoli denirmiş. Suriçi genişlemiş, şehir büyüse de halk stinpoli demeye devam etmiş. “Çünkü i poli, yani şehir, ne krallara ne padişahlara ait değildir. Şehir insanlarına aittir,” derdi Miranda.
Ah Miranda… Babaannesinin kara gözlerine benzesin torununun gözleri, İstanbul türkülerinin çoğuna ilham veren hani: “Ta mavra matya sou, ah o kara gözlerin.”
Figen alt sokaktaki komşusu, eski muhtar Hayat ile Pierre Loti’de gözleme yemeye gidecek yine. Canları bazen akşam yemeği pişirmek istemiyor da hem yürüyüş yapmak hem de Tepe’de gözleme atıştırmak istiyor. Hayat bu yüzden üç kere zili çalarak Figen’in türküsünü balla kesti, yeni yaptığı üzeri bezle kapalı sıcak muhallebiyi Figen’in eline tutuşturdu. Figen muhallebiyi mutfak tezgahına bırakıp geri geldi. Aralarında neredeyse yirmi beş yaş fark var; ama Hayat önce büyürken içinden çıkmadığı, sonra yıllar boyu muhtar olarak görev yaptığı muhtarlık ofisinde yaşının yeteceğinden fazlasını görüp geçirmiş, Figen de serçeler gibi hafif ve enerjik olduğundan yaşının gerektirdiği gibi yavaşlayamamış. İkisi de gerçek yaşını taşımıyor, taşısalardı birine 45 diğerine 69 diyecektik.
Esnafın selamına, ikramına , sohbetine takılmamak için hızla sahile indiler. Hem gün batımını kaçırmak hem de biraz Haliç havası almamak olmaz. Caddede biraz yürüyüp dört ya da beş durak sonra inecekleri otobüse bindiler. [ tarihi kalıntı ]
Gün turuncudan laciverte dönmeye başladı, ama tepeye hâlâ mezarlığın içinden geçen patikayı andıran dar sokaklardan çıkacak kadar vakit var. Miranda’nın anlattığı gibi türlü masala, şiire konu olmuş “nice padişahlar, sadrazamlar, şeyhülislamlar, vezirler, kumandanlar, hanım sultanlar, saray mensupları, din, tasavvuf, ilim, fikir, sanat adamları, şairler ve halktan kişilerin gömülü olduğu”* mezarlığa kıvrık merdiven diye isim taktıkları merdivenden girdiler. Önce burada gömülü ya da değil bildikleri bütün büyük insanlara sonra da eski muhtara iki farklı dinde ezberlerinden sözcükler mırıldandılar. [ duvar, merdiven ]
Aklımızdan geçenler inşallah ölülerimize malum olmaz, Hayat tepeye aşık olduğu o genç adamla da hep bu patikalardan yürüyerek çıkardı. Durabilmek için bazı saklı köşeleri vardı bu patikaların, manzaranın huzurlu ağaçların dallarıyla çerçevelendiği köşeler. Hele ki mezarlıkta az insan varsa, akşam üzeriyse ve artık mezarlıktan geçmek pek de münasip değilse, bir bitki gibi yalnızca durabilmenin özgürlüğünü hissettiren köşeler. Nekropoli** diye mırıldandı Figen. Yaşam başka türlü bir zaman akışına kavuşuyordu burada, bu şehirden türlü mezarlık taşlarıyla, toprağın ıslak kokusuyla, adak adanmış dileklerle ayrılan ölüler şehrinde… İnce belli bardakta sıcak bir çay, kıtlama şeker ve gözleme akıllara düşene kadar… [ mezarlık ]
Pierre Loti Tepesi’ne vardıklarında akşam Haliç’e inmişti. Ayın ve şehrin ışıkları denizin üzerini rüzgarla titreşen bir çarşaf gibi örttü. [ haliç manzarası ]
Rota : Bahariye Caddesi, Süreyya Operası, Moda Sahili
Anahtar Kelimeler : Gece yürüyüşü, geniş kaldırımlar ve Opera, uzun sahil
Bu yazıyı okuyacak her beş kişiden biri gibi, İstanbul’a hayli uzak bir Anadolu şehrinden “okumaya” diye gelip İstanbul’da kalanlardan birisi Ayşe… Kadıköy’de Bahariye’de oturuyor, üst katında birlikte yaşayan iki komşusu var: Özden ve Özlen. Onlarla ilk kez, kız kardeşler yarı bodrum kattaki evinin kaldırım kotundaki pencere parmaklıkları arkasında yaşayan iki kediyi beslerken tanıştı. Kaldırımdan gelen sesleri ve gölgeleri merak edip kanepenin üzerine basarak pencereyi açtı. Aralarında şu konuşma geçtikten sonra kaynaştılar: “Kusura bakma kızım, bunlar da işte bu pencere önüne alıştı.” “Ne kusuru, pencere önünün sahibi ben değilim ki onlar.”
Özden ve Özlen tek emekli maaşından arttırarak sadece kedileri değil, Orfi isimli çok yaşlı köpeklerini, başka mahallelilerle Yoğurtçu Parkının köpeklerini, balkondaki serçeleri, her gün olmasa da üç günde bir mutlaka uğrayan martıyı, bir süredir de arka balkona gelen dev tırtılı besliyor. Park halindeki arabanın üzerinde Özden ve Özlen’in penceresine bakarak bekleyen martı fotoğrafıyla yerel basında yer aldıkları röportajda şunlara dikkat çektiler: Martı ne olsa yememelidir ve tırtıllar sadece salatalık kabuğu sever.
Biz diyelim Bahariye’yi, siz deyin General Cafer Asım Gündüz Caddesi’ni bir tepe noktası gibi merkez alan Caferağa Mahallesi’nin, bir tarafı Yoğurtçu Parkı’na ve diğer tarafı Moda Sahili’ne uzanan sokaklarında yaşayan kediler ve köpekler çoğunlukla aç kalmazlar. Mahalleliği mama satın alma, biriken veteriner masrafları için dayanışma, hayvanlar için bazı talep dilekçelerine imza toplama gibi ortak yapılan eylemler kurdu. Özden ve Özlen’in sağlık sorunları uzun yürüyüşlere elvermiyor, bu yüzden Ayşe her akşam işten eve geldiğinde Orfi’yle bir saat yürümeye gönüllü oldu. Ayşe bu mahalleye taşındığından beri İstanbul’da kendisini yalnız hissetmiyor.
Rıhtım’da bir ofiste çalışan Ayşe’nin mesaisi yine uzadı ve geç saatlerde mahalleye döndü. Orfi, Ayşe sokağa döner dönmez onun geldiğini anladı ve havlayarak uzun gece yürüyüşünü kutladı.
Kadıköy’ün ziyaretçileri Bahariye’ye Rıhtım’dan tırmanır. Anadolu Yakası tarafından gelen bazı dolmuşlardansa Altıyol’da inilir. Kalabalık zamanlarda kaldırım üzerindeki insan yoğunluğu bir dükkandan diğerine, bir kafeden ötekine sürekli devinir. Ama akşamları ve hele de geceleri bu yoğunluk azaldığında bambaşka bir yere dönüşür Bahariye. Birden bire sokağın gerçek sakinleri çıkar ortaya. Ayşe ve Orfi bir keresinde bu sakinlerden birine rastladılar. Süreyya Operası’nın provası geç saate sarkmış sanatçılarının hava alma molasına denk geldiler. Mavi peruğu hafif yan yatmış, olağanüstü güzel renklerde ipekli bir kostüm içindeki bir oyuncu ile selamlaştılar. Bir masal kahramanıyla gerçek hayatta karşılaşmış olmanın heyecanıyla gece yürüyüşünün geri kalanını parmak uçlarında yaptılar. [ cadde ]
Geceleri Bahariye’ye sarı ışıklı ve huzurlu bir sakinlik geliyor. Ayşe Orfi’yle caddede tramvay raylarını takip ederek yürüdü. Her seferinde farklı bir ara sokaktan geçmeyi başardıkları bir rotadan Moda sahiline indiler, kayalıkların kenarında oturdular. Marmara denizi buradan uçsuz bucaksız bir deniz gibi görünüyor… Bu denizin bir yanından İstanbul kıvrılarak parlıyor. Lodos bazı geceler sahile o an denize atlayıp yüzmeyi hayal ettirecek kadar iyot kokusu taşıyor. [ kent kıyısı ]
Rota : Levent, Teşvikiye, Akkavak Sokak, Mıstık Parkı
Anahtar Kelimeler : Plaza, Gökdelen, Bulvar, Trafik, Otomobil, Mahalle, Sokak, Park
Cemil Levent’te bulunan çok katlı plazaların birinin yirmi dokuzuncu katında bir Cuma günü mesaisini bitirdi. Eve gitmeden önce sık sık yaptığı gibi plazanın altındaki kafelerden birinde vakit geçirmeye karar verdi. Çünkü günlerden hem Cuma hem de mesai bitimi ise İstanbul’un çoğu yerinde akşam trafiği çekilmez oluyor. Bu kafede geçirilen bir kahve içimlik zamanda, kimse boş boş oturduğunu garipsemesin diye dizüstü bilgisayarı göstermelik olarak önünde açık duruyor. Yeni nesil kahveler sağ olsun, her gün mesai boyunca çeşit çeşit kahve içiyor. Önümüzdeki ay tansiyon problemi için gittiği hastanede doktor hanım sorana kadar günde kaç bardak kahve içtiğinin farkında olmayacak. Ama işlerin arasında aceleye getirilmemiş son akşam kahvesinin tadını çıkartmayı önemsiyor. Bu akşam da en sevdiği kahve olan az şekerli Türk kahvesini yavaş yavaş yudumlayarak içti.
Plazada çalıştığı ofisinin bulunduğu yirmi dokuzuncu kattan paraşüt sistemli özel basınçlı asansörle inerken hayatındaki önemli anları ve insanları düşünüyor Cemil. Bir uçağın piste inişinde sonu gelmesi ümit edilen dakikaların derin yalnızlığında olduğu gibi… İki yıldır burada üst düzey finans müdürü olarak çalışıyor. Aslında emekli olmayı planlıyordu ama şirketin sahibi kendisini önce danışman olarak davet etti. Sonra Cemil Bey’e teknolojiye hakim iki asistan atamak kaydıyla bu pozisyonu teklif ettiler. İşini iyi yaptığını biliyor; fakat ofisteki teknolojik işleyiş, halı kaplamadan yayılan statik elektrik ve “esnek” giyim modasına bir türlü alışamadı. Bir dakika bile sürmeyen asansörle iniş yolculuğunda yine yorgun sırtını emeklilik planlarıyla avuttu. Hem zemin kotuna hem de Türk kahvesine kavuştuğu an planları unuttu, yıllardır alışık olduğu gibi bu gün de günü iş yerinde devirmekten sevinç duydu. [ bulvar ]
Kimileri otomobil kullanır, kimilerini ise otomobili kullanır derler. Cemil otomobilini kullananlardan, henüz ithal bir markaya dönüşmemiş, her gün içinde olduğu trafikte otomatikleşmemiş, aracın ince camının arkasına geçtiğinde bedenini unutmuyor. Öyle olsa Levent’ten Teşvikiye’deki eve dönüş yoluna eşlik eden İstanbul’un türlü manzaralarına haksızlık etmiş olurdu. Otomobiliyle yıllardır aynı caddeden eve dönüyor; fakat Boğaziçi sanki her akşam başka bir hale bürünüyor.
Otomobilini doğduğundan beri oturduğu Akkavak Sokağa birkaç sokak uzaklıktaki özel otoparkta bıraktı. Cemil’in evim dediği Akkavak Sokak, Evlendirme Dairesi’nin oradan, Ihlamur’dan başlayan yokuşun bittiği yerden başlar, Teşvikiye Camii’nin arka duvarı boyunca uzanır. Mahallelinin “kapıcılar parkı” diye tarif ettiği, yaz akşamları civar apartmanların görevlilerinin buluşma durağı olan parka teğet geçer ve Vali Konağı Caddesi’nde sonlanır. Biraz yokuşu olsa da Teşvikiye’de yürümesi eğlencelidir. Çoğunlukla Teşvikiye’de doğmuş ve büyümüş şahsiyetler sağlıklarında bu engebeli sokaklarda piyasa yapar, hastalandıklarında Amerikan Hastanesi’nde tedavi olur, öldüklerinde Teşvikiye Camii’nden uğurlanırlar. Akkavak Sokak bir ömür sığdırılan bu İstanbul mahallesinin, başı sonu yokmuş gibi uzanan upuzun sokaklarından bir tanesidir.
Cemil evine yürürken yeni açılan dükkanların vitrinlerini seyretti; hatırlayabildiği kadarıyla on beş, yirmi ve otuz yılı aşkın süredir orada var olanların sahipleriyle lafladı, birkaçından ufak tefek alışveriş yaptı. Apartmana girmeden bir elinde nadiren kullandığı bilgisayarı koyduğu terzi dedesinden yadigar çantası, diğerinde kese kağıtlarıyla yol kenarında durakladı, birkaç dakika sokağı seyretti. Akkavak’ta akşamları bir yerden diğerine giden insanlar sokağın mesken tutanlarının ayrımına çoğu zaman varmazlar, ama sokağı mesken tutanlar gelip geçenleri bir ev sahibi duygusuyla gizliden gizliye selamlar. [ mahalle parkı ]
Teknolojik Altyapı
Kentlerle birlikte kamusal mekânlar da her geçen gün daha ‘akıllı’ hale geliyor. Aydınlatma ile ilgili ekipmanlar da geçmişte hep olduğu gibi, gelecekte de teknolojinin kullanılış biçimindeki çeşitlenmenin ve gelişmelerin öncülüğünü yapmaya devam edecek. Bu da aslında gelecekte, aydınlatma elemanının aydınlatma işlevinin ikinci sıraya inmesi anlamına geliyor olabilir.
Temel fonksiyon olan aydınlatma açısından ele aldığımızda, gelecekte aydınlatma sistemlerinin kablosuz veri protokolleri ile kontrol edileceği söylenebilir. Her armatür artık tekil olarak kontrol edilebilecek ve sistem sürekli olarak armatürün performansıyla ilgili geri bilgi iletecek. Lokal algılayıcılar, kamusal mekânın (sokak, meydan, cadde, vs.) yaya ve araçlar için kullanım yoğunluğunu sisteme bildirecek. Kamusal mekânın anlamlı parçaları farklı kontrol grupları olarak belirlenecek ve buralardaki aydınlatma seviyeleri, sağlanan yoğunluk bilgisine göre dinamik olarak kontrol edilecek. Kullanım yoğunluğu azalan zamanlarda aydınlatma seviyesi otomatik olarak tekrar aktif kullanım zamanına kadar belirli seviyelerin altına indirilecek. Böylece kullanım süreleri optimize edilecek ve enerji tüketiminde tasarruf sağlanacak.
STIN·POLI ürün ailesi hem çeşitli ışık kaynaklarını hem de bu teknolojik altyapının parçalarını üzerinde taşıyabilecek bir arayüz tarifliyor. Ürünlerin zemin bağlantıları kentin elektrik ve veri iletim altyapısına uyumlu biçimde tasarlandı. Aynı şekilde ürünlere ait kontrol, algılama ve veri paylaşım ekipmanlarının tamamı, bu arayüz içinde, tasarımın bir parçası olarak kendine yer buluyor.
Notlar ve Referanslar: