İTÜ Mimari Tasarım Yüksek Lisans Programı öğrencisi Pınar Geçkili'nin İpek Yürekli İnceoğlu danışmanlığında hazırladığı metin, aidiyetin bir ara durum olarak mekan ve insan ikiliğine etkilerini ve süreç içerisinde bu "ara"nın köprü olma halini tartışıyor.
Gabriel Tarde, bir farktan ötekine geçmek için gerekli olan köprünün kimlik yerine sahiplik olduğunu iddia etmektedir. Bir varlığın oluşumunu ve gelişimini tariflemek için ‘edinim’den daha iyi bir terim olmadığını ifade eder. (Tarde, Monadologie et Sociologie s.89) Aidiyet hali bu noktada önemli olmaktadır. Edinim ait olmayı getirmektedir. Bu karşılıklı bir etkileşimdir: Sen bir şeye sahipsen o da sana aittir. Peki, mekanın bu konudaki rolü ne olmaktadır? Mekan aidiyet durumuna katkı sağlayabilir veya tam tersi etki edebilir mi? Mekanın aidiyete etkisini müdahale kapasitesiyle doğru orantılı olarak algılayabiliriz. Çok basit bir önerme ile; kişi mekana müdahale ettiğinde mekan da kişiye müdahale eder ve aralarında bir iletişim oluşur. Bu iletişim zamanla mekânsal aidiyet haline evrilir. Farklı kişiler mekana müdahale ettiğinde mekan ve kişi arasında oluşan iletişimin yanı sıra dolaylı veya dolaysız olarak kişiler arasında da iletişim oluşmuş olur. Böylece bir farktan diğerine geçilen köprü olan aidiyet, farkların gerçekten de birbiri ile ilintisini kurmaya başlar. Yani mekan aidiyetin katalizörü olarak kullanılmıştır. Mekan burada hem aidiyeti üreten, hem de özne konumundadır. Mekanın özne konumunda olabilme durumu Bruno Latour’un “Aktör Ağ Teorisi” ile tartışmanın ilerleyen bölümlerinde daha kapsamlı olarak açıklanacaktır. Mekan, aidiyet ve insan üçlemesinde hakim olan en temel durum dönüşümdür. Devinim ve dönüşüm üzerinden kurgulanan bu denklemde öznelerin, ara elemanların ve durumların rolleri sürekli olarak değişmektedir. Sınır kavramı yavaş yavaş yok olmaktadır. Birbirini tetikleyen bu durumlar içerisinden sıyrılan, bir ara durum olan aidiyetin yıkımı ve sonrasında farklı bir aidiyet haline evrilmesidir. Katalizör olarak görev yapan ara durumların dönüşümü en radikal değişimi oluşturmaktadır. Bu sebeptendir ki aidiyetin değişimi bu üçlemede en kırıcı ve dönüştürücü olandır.
Aidiyet, Aktör Ağ Teorisi, müdahale, barınma, özne, mekan, hareketlilik, durağanlık, dönüşüm, zamansallık, rezidans, micro-Loft Bulut, Narkomfin, El-Fawwar, Sur, ara
“Var olmak farklılaşmaktır; fark bir anlamda, şeylerin tözel yanıdır; bir yandan en ortak, bir yandan da en farklı kılan şeydir. Birçoklarının yaptığının aksine, farkı açıklamak adına kimlikten başlamaktan kaçınarak, her şeye bu farktan başlanmalıdır. Zira kimlik bir minimumdur ve bu nedenle oldukça nadir bir fark çeşididir. Aynı durmanın da bir tür hareket ve dairenin de bir tür elips olması gibi. İlksel bir kimlikle başlamak son derece kuşku götürür (ihtimal dahilinde olması çok zor olan) bir tekilliğe ya da basit bir varlığın belirsiz gizemine ve daha sonra hiçbir özel neden olmaksızın onu bölmeye işaret eder” (Tarde, Monadologie et Sociologie, s. 73)
Tarde aynı zamanda farklılaşma durumunu “monad” adı verilen parçalar aracılığıyla açıklar. Monad bir varlığın en küçük ve karmaşık ögesidir. Fakat monad töz veya kimlik değildir. Örneğin; toplumun monadı bireydir denilebilir. Birey tek başına toplumun kimliğini oluşturamaz, fakat toplum karakterize edilmiş bir yapıya sahip olduğundan birey toplumdan daha küçük ve karmaşıktır. Ama yine de içinde bulunduğu toplumun bazı özelliklerini bünyesinde taşır. Biyolojik bir varlık ve atom monadı diğer bir örnek olabilir. “Monad; kendinde bir evrendir. Leibniz’in ileri sürdüğü gibi yalnızca bir mikrokozmoz değil, kozmozun bütünüyle kuşatılıp tek bir varlık içinde soğurulmasıdır.” (Tarde, Monadologie et Sociologie, s. 57)
Gabriel Tarde, bir farktan ötekine geçmek için gerekli olan köprünün kimlik yerine sahiplik olduğunu iddia etmektedir. Bir varlığın oluşumunu ve gelişimini tariflemek için ‘edinim’den daha iyi bir terim olmadığını ifade eder. (Tarde, Monadologie et Sociologie s.89) Aidiyet hali bu noktada önemli olmaktadır. Edinim ait olmayı getirmektedir. Bu karşılıklı bir etkileşimdir: Sen bir şeye sahipsen o da sana aittir.
Peki, mekanın bu konudaki rolü ne olmaktadır? Mekan aidiyet durumuna katkı sağlayabilir veya tam tersi etki edebilir mi?
“Kent ve kent ortamı, insanı yaşadığı dünyayı kalbinin arzusuna göre yeniden yaratmak için en tutarlı ve bütünüyle en başarılı denemesini simgeler. Ama kent insanın yarattığı dünya ise, bundan sonra içinde yaşamak zorunda olduğu dünyadır. Böylece dolaylı olarak ve kendi görevinin doğasına dair hiçbir kesin algısı olmadan, insan kenti yaratırken kendini de yaratmıştır.” (Robert Park, 1967:3)
Mekanın aidiyete etkisini müdahale kapasitesiyle doğru orantılı olarak algılayabiliriz. Çok basit bir önerme ile; kişi mekana müdahale ettiğinde mekan da kişiye müdahale eder ve aralarında bir iletişim oluşur. Bu iletişim zamanla mekânsal aidiyet haline evrilir. Tıpkı Oğuz Atay’ın Tehlikeli Oyunlar’ındaki Hikmet karakterinde aşkın halde görüldüğü gibi. “‘Eşya ile birlikte yaşamasını bilemiyorum. Bilge beni ne yapsın?’ Hikmetin gecekondudaki ev hayatı bir talimden ibarettir. Eşyanın varlığından emin olabilmek, onun karşısında kendini yabancı hissetmemek için her hareketini önceden planladığı bir talim.” (Gürbilek, Ev Ödevi, s:107) Farklı bir kişi bahsedilen mekana müdahale ettiğinde mekan ve kişi arasındaki iletişimin yanı sıra dolaylı veya dolaysız olarak kişiler arasında da iletişim oluşmuş olur. Böylece bir farktan diğerine geçilen köprü olan aidiyet, farkların gerçekten de birbiri ile ilintisini kurmaya başlar. Yani mekan aidiyetin katalizörü olarak kullanılmıştır. Mekan burada hem aidiyeti üreten, hem de özne konumundadır. Örneğin; ikinci el bir kitap aldığınızda içerisinde bulduğunuz notlar sizin ilk kullanıcı ile bağ kurmanıza sebep olur. Eğer sizin bıraktığınız notlar veya izler ilk okuyucuya geri dönseydi arada oluşan şey iletişim olacaktı. Burada kitabın yerine mekan ögesini koyarsak da durum farklı olmayacaktır. Berlin’de bulunan Kreuzberg yerleşimindeki Türklerin bir mahalle kurarak, yarattıkları mekanların aralarındaki bağı kuvvetlendirdiğini belirtmesi bu durumun göstergesidir.
Bruno Latour tarafından kurgulanan “Aktör Ağ Teorisi (ANT)”; nesneleri de sosyal yapının bir parçası olarak kabul eden bir sosyal teori ve araştırma yöntemidir. Teoride, insan (aktör) ve insan olmayan (aktant) tüm varlıklar, oluşumlar eşit derecede eyleme kapasitesine sahiptir. (Seçilmişler, Yenen, 2011) ANT, materyal-semiyotik ağların nasıl bir araya gelip bir bütün halinde çalıştıklarını açıklar. Ağlar var olan durumunu korumak ve yeni durumlara geçmek için sürekli yapma ve yeniden yapma hallerini gösterir. Bu devinim hali dolayısıyla katı olarak atfedilen nesnenin de hareketli ve dönüşen bir tavır sergilediği anlaşılmaktadır. Müdahale ve aidiyet kavramları ile bu noktada ilintili olmaktadır. Cansız bir nesne olarak görülen mekan da bu teori kapsamında özne olarak görev almakta ve müdahale edebilme yetisiyle aidiyet halini yaratabilmektedir. ANTnin başlıca bileşenleri:
Latour mimar Albena Yavena ile beraber yazdığı metinde (2008, s.80) “donmuş olanı hareketlendirme” istemini, mimarlıkta durağanlık durumu üzerinden tartışır : “Bana bir silah verin, tüm binaları hareket ettireyim!” Durağan olma halinin en etkin karşıtı zamansallık faktörüdür. Önce veya sonranın işleme katılmadığı bir şimdi içinde sıkışıp kalmak elbette ki tıpkı bir fotoğraf gibi durağanlığı sembolize eder. Fakat hiçbir canlı veya cansız için sürecin yokluğundan bahsedilemeyeceği gibi durağanlığın kesinliğinden de bahsedilemez. Bu sebeptendir ki cansız olanın özne olabilme durumu tartışılabilmektedir. Buna Latour’un Spirou dergisinde çıkan bir karikatür yorumlaması örnek olarak verilebilir. Karikatürde oluşturulan sahnede bir kedisever ile her istediğinde dışarı çıkmak isteyen bir kedinin çatışması yer almaktadır. Kedi dışarıya çıkmak istediğinde kedisever her defasında kapıyı açmakta ve durumdan rahatsız olmaktadır. Tasarımcı duruma müdahale eder ve kapıya bir kedi kapısı yerleştirir. (Çelikel, 2013:86-87) Bu noktada artık kedinin dışarı çıkmasını sağlayan özne kapıdır. Aynı durumun gerçekleşmesini sağlayan üç özne süreç içerisinde yer değiştirmektedir. Öznelerden bir tanesi de cansızdır. Mekanın özne olabilme hali de aynı şekilde gerçekleşebilmektedir. Bu sebeptendir ki farklar arasındaki köprüyü kurarken “olay”lar devindikçe üstlenilen görev de değişmektedir. Mekan süreç içerisinde nesne, özne veya ara durum (ağ, köprü) rollerini dönüşümlü olarak üstlenebilir.
Aidiyet ise aktör ağ teorisindeki ağ yapısında her almaktadır. Yani ne özne ne de nesnedir, aksine bir ara durum oluşturmaktadır. O tüm verilerin birbirine bağlanmasını sağlayan bir birleştiricidir. Kendi başına bir şey ifade etmediği gibi, yokluğu halinde öznelerin anlamlılığı yokuşa sürülür. “Köprü var olmazdan önce mahal zaten orada değildir (…) Köprü orada bulunmak üzere ilk kez bir mahallin parçası olmaz, tersine mahal köprü vasıtasıyla varoluş alanına gelir.” (Heidegger, 2008: 87)
Tarde’ın monad kavramını kent ölçeğinde yapılı çevre için düşünürsek kentin en karmaşık, en değişken, en küçük parçası konuttur. Farklar arasındaki köprüyü kuracak olan ise konutta en yüksek seviyede görülebilen sahiplik/aidiyettir. Mekanın bağlayıcı olma hali de tersi durumu da gözlenebilmektedir. Her iki şekilde de ortaya çıkan aidiyet halleri, etkileşim tipolojisi, ağ olabilme kapasitesi değişmektedir. Bahsedilen farklar spesifik barınma pratikleri üzerinden sökümlendiğinde ağlar arasındaki en temel ayrışmalar görülebilmektedir.
Özellikle son dönemde dünyada ve Türkiye’de görülen rejyonalist yaklaşım ve kendi içine kapalı mekanlar yaratma eğilimi bahsedilen tersi halin görülmesine sebep olmaktadır. Mekan ayırıcı öge olarak denkleme katılmaktadır. Bunun en çarpıcı örneği sürekli artan bir ivmeyle üretimi devam eden “rezidans” projeleridir. İçerisinde küçük bir habitat yaratılan projeler kullanıcılarını, sınırları kalın “duvar”larla çevrilmiş olan alanlarından çıkmama eğilimine itmektedir. Dışarının konforsuz ve güvensiz, içerinin konforlu ve güvenli olduğu mesajını içeren bu oluşumlar içerideki ve dışarıdakini (öncelikle böyle iki kavram ortaya çıkararak) birbirinden tamamen koparmakta ve içeridekinin kamusal alanda bocalamasına, alışıldık olma ve aidiyet hissinin minimuma inmesine sebep olmaktadır. Fakat aslında bahsedilen kitle, içeride oluşturulan habitata aşkın bir aidiyet tavrı sergilemektedir. Önceden de bahsedildiği gibi mekânsal aidiyetin bu boyutu ayırıcıdır. Bu durumun sebepleri müdahale ve ANT ekseninde irdelenecek olursa öncelikle müdahale kapasitesinin minimum olduğu söylenebilir. Hazır bir biçimde kullanıcıya sunulan konutlar, çevrelendiği habitatın bitmişliği ve her giriş katmanı aşıldığında ortaya çıkan geniş “güvenlik” önlemleri ile müdahale halini oldukça kısıtlı bir duruma getirmektedir. Bu durumda mekanın özne olma durumu da kritik hale gelmiş ve aradaki iletişimi kapatarak sınır görevi görmeye başlamıştır. Böylelikle aidiyet hali yalnızca kendi içerisinde mevcut olabilmekte, dışarıya kapalı olmaktadır.
Mikroloftun yapım ve kullanım amacı genel olarak şehir merkezlerinde yaşam alanının giderek küçülmesi, fonksiyonel kullanım gereksinimleri, küçük alanlarda maksimum kullanım sağlanması gibi olgulardır. Şehir yaşamının getirdiği yalnızlaşma bu yapıların kullanımda olmasının başka bir sebebidir. Cihangir’de konumlanan Bulut 45m2 alan içerisinde fonksiyonel olarak tüm gereksinimleri neredeyse gerçekleştirebilmektedir. Fakat tüm konut yalnızca bir kişinin kullanımı ve alışkanlıklarını taşıyacak şekilde tasarlanmıştır.
Buna sebep yalnızca küçük olması değildir. Tüm bu fonksiyonellik hali içerisinde bir kural oturtma gereksiniminin yaratımı ve bununla beraber katıya evrilme durumu önemli etkenlerdendir. Mekanın sürekli sözde hareketli olma hali (açılıp kapanan mobilyalar, yatağın kapanarak ortadan kalkması vs.) aslında kullanıcıya fazla bir müdahale şansı bırakmamaktadır.
Bu örnekte sürekli yapay bir biçimde müdahale etmeye çalışan taraf konutun kendisidir. Fakat kullanıcı süreç içerisinde katılaştığından yalnızlaşma durumu desteklenmektedir.
Sokak katmanı ile arasına koyduğu mesafe ise bu savı güçlendirmektedir. Ortak alan veya balkon olarak görev aldığı söylenen sahanlıklar ve merdivenevinin görülebildiği açık çephe sokak katmanı ile iletişimi sağlamamaktadır. Rezidanslarda olduğu gibi bu konutlara da yüksek güvenlik önlemlerini geçerek girilebilmesi ve parmaklık gibi tasarlanan cephe ile içerideki ve dışarıdaki ayrımı net bir biçimde algılanabilmektedir. Tüm bu durumlar çerçevesinde mekan net bir biçimde ayrıcıdır.
Narkomfin binası tam bir komünal ev (DomKommuna) değil bir sosyal karıştırıcı (Social Condenser) olarak tasarlanmıştır. Farklı tip konut birimleri farklı özellikteki ailelere ya da bireylere hizmet edecek biçimde kurgulanmış olup örneğin küçük burjuva bir aile ile bir işçi ailenin aynı konut bloğu içinde yaşaması ve orta alanlarda birlikte hareket etmesi hedeflenmiştir. Narkomfin Komünal evi planında 4 adet blok bulunmaktadır. İlki (A) içinde mutfak, yemekhane, spor salonu, kütüphane gibi işlevlerin yer alacağı “Komünal Blok”tur. İkincisi (B) içinde üç farklı konut tipini (F, 2F ve K) barındıran, yaşama alanlarının olduğu “Yaşama Bloğu”dur. A ve B blokları birbirlerine bir geçiş ile bağlanmaktadır. Üçüncüsü (C) kreş, dördüncü blok ise (D) içinde mekanik tamir aletlerinin ve çamaşırhanenin yer aldığı bloktur. C bloğu hiç inşa edilmemiş ve kreş işlevi olarak binanın kullanıldığı süre içinde komünal blokta yer alan boş alanlar kreş olarak işlevlendirilmiştir.
Narkomfin’de konu ile bağlantılı olarak en çarpıcı durum alışıldık toplu konut mantığında aslında dairenin içerisinde ve aileye özel olarak kurgulanan mutfak ögesinin bile ortak alan içerisine alınmış olmasıdır. Böyle bir durumda kullanıcı sürekli dinamik, devinen ve etkileşim halinde olan bir yapıya sahip olmaktadır. Kullanıcıların birbirine müdahale edebilme hali mekanı da dönüştürebilme yetisini getirmektedir. Farklı kullanıcı tiplerinin aynı mekana farklı müdahaleleri olacaktır. Bu da dolaylı olarak kullanıcıların birbirine ve mekana olan aidiyet halini tetikleyecektir. Mekan burada öncelikle bir katalizör yani tıpkı aidiyet gibi bir köprü veya ANT deki ağlardan biri olacak daha sonra özne konumuna evrilecektir. Bu süreç içerisindeki sürekli devinim ve iletişim kurabilme hali konutun tamamlayıcı yönünü yansıtmaktadır.
El Fawwar Kampı, İsrail’in Filistin işgali sırasında var olan ticari ilişkiler sebebiyle iki hal arasında Gazze’ye görece daha esnek bir ilişkiye sahip olan Batı Şeria bölgesinde yer almaktadır. İsrail’in işgali altında olan kampta çok sayıda Filistinli yaşamaktadır. Fawwar kampına gevşek de olsa İsrail askerlerinin denetiminin olduğu bir kapıdan girilmektedir. Bu da istenildiği an içerinin bombalanarak yok edilebileceği anlamına gelmektedir. (Günenç, 2015)
“…istisna mekan olarak kamp, aynı zamanda, siyasal pratikleri ve yeni bir kentlilik formunu vücuda getiren bir karşı mekan olarak görülebilir…” (Petti, 2013)
1950 yılında kurulan mülteci kampı çadır konutlardan oluşmaktaydı fakat zaman içerisinde çoğalan nüfus ve artan gereksinimler üzerine betonarme konut yapılarına kadar değişen bir izlek ortaya çıkmıştır.
Bu durum “eve dönüş hakkı” ile çelişen bir konumda olmaktadır. Ne kadar yerleşilir, şartlar ne kadar iyiye götürülürse dönüş olasılığı o oranda azalmaktadır. “Mülteci kamplarının uzun süreli istisnai geçiciliği, kendi dönüşümünü paradoksal olarak üretir: saf insani (yardıma muhtaç) bir mekandan aktif bir politik mekana, eve dönüş hakkının ifade edildiği ve vücuda geldiği bir mekana dönüşüm.” (Petti, 2013)
Kampın 8 km uzağında İsrail’in El Halil kenti bulunmaktadır. Kamp ile kent arasında sosyal ve ekonomik ilişkiler kurulmaktadır. Genç nesil sürekli olarak kente gidip gelmekte hatta villa satın alarak orada yaşamaya başlamaktadır. Fakat görece daha yaşlı nesil El Halil kentinden ev alabilecek olanağa sahipken bunu kesinlikle reddetmektedir. (Günenç, 2015) Çünkü o nesil kampı çadır konutlardan betonarme konutlara taşıyan nesildir. Böylesine köklü bir müdahale; dönüş hakkının karşısında, dönüştürdüğü mekana karşı aşkın bir sahiplenme durumuna sebep olmuştur. Bir yandan da sıkı bir denetim altında tutulan konutlar, her ne kadar ideolojik ve yöntemsel bazda farklı olsa da tıpkı rezidanslarda olduğu gibi bir duvar görevi görmektedir. Bu noktada mekanın ayırıcı ve tamamlayıcı etkisi aynı anda görülmekte ve çatışmaktadır. Fakat müdahale durumu öylesine baskındır ki sızıntı halinde de olsa gidiş yolları, köprüler oluşturabilmiş, farklar arasındaki iletişim ağını kurarak aidiyet haline evrilebilmiştir.
Surlarda ikamet etme hali, konut anlayışının en uç durumlarındandır. Sur ilk olarak içerisi ve dışarısı olarak bir ayrım yapmakta ve içeridekini (ikamet edeni) izole etme eğilimine sahip olmaktadır. Fakat süreç içerisinde yine mekanı dönüştürebilme kapasitesi, farklı bir katman (tasarımcı) tarafından değil kullanıcının kendisi tarafından yapılmaktadır. Bu durum aradaki sınır ögesini kırmakta ve ilk başta konut olarak kullanılan yerlerin iş yeri, kent tarımı vb. durumların da yaratıldığı mekanlar olarak kurgulandığı görülmektedir. Hatta gün içerisinde bile bu kullanımlar dönüşümlü olarak değişmekte ve aradaki sınırları çatlatmaktadır.
“Duvarın, bir iç ve dışın olasılığını kuran,ileriye doğru çıkıntı yapan bölümü, yaşanabilir alan ile doğal (kaotik) alanı birbirinden ayırarak, yeryüzünün kendisini, sınırları olan bir mekâna, bir barınağa, bir eve dönüştürerek, suru biçimlendirir. Bir taraftan sur, bizi dünyadan ayırır ve öte tarafında da, inşa edilmiş, çerçevelenmiş başka bir dünya yaratır. Birincil rolü bölmek olmasına rağmen sur, diğer taraftakilerle yeni bağlantılar, yeni ilişkiler, kişiler arasında yeni sosyal ilişkiler de sağlar.” (Grozs, 2008:14)
Sınırların bozulması yerel ve yerel olmayan, ev sahibi ve misafir arasındaki çizginin de netliğini kaybetmesine sebep olmaktadır. Böylelikle kendisi de bir ara durum olan sınırlar yani ilk etapta mekan, öncelikle kendini yok ederek, tekrar bağlantı olma durumuna / aidiyete evrilir. Farklar arasındaki iletişim ağını kuran mekan bu sefer eş zamanlı olarak ara durum (köprü veya sınır) ve özne halini taşımaktadır.
“Eğer varsa konukseverlik sadece şeyin, nesnenin, şimdi burada varolanın ötesinde edime ve ‘kasıt’a çağıran değil, bilginin de ötesinde, hakkında hiçbir şey bilmediğimi bildiğim noktada mutlak yabancı, mutlak bilinemeze doğru yönelen kasıtlı bir deney olarak sözcüğün en muammalı anlamında bir deneydir.” (Derrida, s.54)
Derrida’nın “Misafirperverlik Üzerine” adlı kitabında misafirperverliğin iki ayrı yasasından söz edilmektedir: (1) mutlak misafirperverlik yasası; misafirin kayıtsız şartsız kabulü, (2) misafirin belirli yasalar ve kurallar çerçevesinde kabulü ve ev sahibi ile misafir arasındaki ilişkinin bu çerçeve içerisinde düzenlenmesi. Derrida’ya göre; gerçek misafirperverlik Davetsiz Misafir’in kabulüdür. Bu kabul gerçek misafirperverliği (1). yasaya yani mutlak misafirperverliğe götürür. Diğer hal beklenen sonuçları verir ve dönüşüme ilki kadar açık değildir. Bu sebeple kısır kalmakta ve yapay olmaktadır. Davetsiz olanın karşılanması; kendine ait olana bir saldırı içerir. Saldırıyı kabul etmek ev sahibinin, yabancının ona ve ona ait olana dokunmasına izin vermesi demektir. Bu ise aynının/bilindiğin/alışıldığın/aidiyetin yıkımı demektir. (Ertuğrul, 2005)
Eğer Derrida’nın bahsettiği gibi “Zaman başkanın gelişi” ise, aynının yıkımı, bilinmeyenin, öngörülemeyenin, beklenmeyenin gelişinin yarattığı sarsıntı yaratıcı ve dönüştürücü olan ise “mutlak misafirperverlik” ile aidiyet halinin yıkımı yeni bir çeşit aidiyet hali yaratır mı? Yani kimsenin olmayan şey aslında herkesin olana dönüşebilir mi? Başkanın gelişi ve yeni aidiyetin yaratımı süreci mekânsal altyapı ile incelendiğinde ev sahibi ile misafir arasındaki sınırların bozulduğu görülmektedir. Öncelikle yerellik durumunun nasıl oluştuğuna bakmak gerekmektedir. “Yerel sadece bir yer’e gönderme yapmaz. Özellikle kentsel alan bağlamında “yerel”in kendisi bir eylem haline gelir ve mekân politikaları, ekonomik dönüşüm, araçlar ve insani davranışlarla birlikte bağlamsallaşır. Kayıtdışı ekonomi, cinsiyet, etnik kimlik ve kültürler arası pratikler, yerel’i belirli yöntemlerle yeniden üretirler.” (Robertson & Scholte, 2007, s.744) Bu bağlamdan yola çıkarak yerelin dinamik ve yeniden üretilebilir bir yapıda olduğu anlaşılabilir. Öyleyse yerel ve misafir arasındaki sınırın derinliği ve netliği tartışılabilir. Kimin konuk kimin ev sahibi olduğu çoğu noktada anlaşılamayabilir.
Dönüşüm sürecinin sonunda oluşturulan yeni aidiyet durumu artık bireysel kimliğinden taşmış, toplumsal bir nitelik kazanmıştır. Bu durumun temel üretimleri ve üreticileri başkadan evrilen ara durumlardır. Ara durumların iki öznesi ise ara kullanıcı ve ara mekândır.
Ara kullanıcı evsiz, mülteci ve göçebeler gibi alışılageldik kullanıcı tipolojisinin dışında fakat iç veya dış ikiliğinde tartışılamayan ve bu yüzden üçüncül bir konum elde etmiş olan kullanıcılardır. Bahsedilen ‘yeni aidiyet’ halinin bu eksen üzerinden kurulduğu ve beslendiği göz önüne alınacak olunursa göçebe bir topluluk olan “Sarıkeçililer” önemli bir örnek olmaktadır. Sarıkeçililer Anadolu’nun son göçerleri olarak adlandırılmaktadır. Göçebe olmanın gerektirdiği üzere yanlarında taşıdıkları kıl çadırlar ve erzak ile beraber sürekli hareket halindedirler. Sabit bir “yurt”ları yoktur. Çadırlarını geçici olarak nereye kuruyorlarsa orası onların yurdu olmaktadır. Bu sebeple hiçbir yere ait değildirler. (Sakatoğlu, 1999) Fakat HESlere karşı mücadele sırasında ön saflarda oldukları gözlenmektedir. Bu da onların aslında her yere ait olduklarını açıklamaktadır. Yani bireyci düşüncenin yerini toplumcu bakış açısı almış, hiçbir yere ait olmama aşkın bir yeni aidiyet durumu yaratmıştır. “…tüm canlılar bizim için birdir. Keçim neyse oğlum da odur, dağ da odur, su da odur. Biz yüzyıllardır konup göçüyoruz. Göçerken bir taşı bile yerinden oynatmamaya doğaya zarar vermemeye dikkat ediyoruz. Keçilerimiz orman diplerindeki otları yiyor. Doğa zarar görmesin diye sürekli keçilerimizle göç ediyor onları bir yerde sabit tutmuyoruz. Ama gel gör ki yolumuzdaki bütün suları birileri satın almış. (…)Beni öldürmeden buraya giremezler.” (Sarıkeçililer lideri Pervin Savran, 2010)
Ara mekan ise ne alışılageldik çerçevesine içkin ne de dışarıda diye nitelendirilebilen üçüncül mekandır. Üst başlıktaki barınma pratiklerinden ‘mültecilik’ örneği burada da kullanılabilir. Çünkü ilk etapta mülteci bulunduğu ülkenin yabancısıdır. Fakat yerellik kavramı sarsılıp roller değişildikten veya değişebileceği farkedildikten sonra aidiyet hali, karşıt ve aşkın olduğu durumuna evrilir. “Mülteci kamplarının kalıcı zamansallığı, ulus-devlet düşüncesinin özünü sorgulayan mekan-politik yapılanmayı üretmiştir. […] Kamp, ait olmayanlar için bir yerelleşme haline gelerek, bölge ve insan arasındaki her türlü siyasi ilişkinin çöküşüne işaret eder. […] Kamp mekanı içerisi ya da dışarısı değildir, bunun yerine üçüncü bir alanı tarifler; […] iki arada asılı kalmış bir mekan, arafta bir yer olarak kamp… ” (Petti, 2015)
Ara mekan olarak incelenebilecek bir diğer örnek ise İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Taşkışla Kampüsüdür. Yalnızca mimarlık fakültesini içeren kampüste mekânsal kurgu kullanıcıya bağlı olarak sürekli değiştirilmekte ve “ara kullanıcı” bölümünde kullanıcı olarak bahsedilen göçebe hal, mekânsal olarak gerçekleşme eğilimi göstermektedir. Özellikle programatik bazda değişim gösteren mekanlar (stüdyolar, ortabahçe, derslikler vs.) kullanıcılar tarafından sürekli kurgulanmakta ve bu durum farklı kullanıcıların etkileşimini sağlayan bir öge olmaktadır. Kimsenin olmayan derslikler aslında herkesindir. Bu önerme ve bahsedilen etkileşim durumu aşkın aidiyet haline evrilmektedir.
Tarde’ın monadlarından, barınma pratiklerine kadar giden süreçte anlaşılan odur ki barınma durumu üzerinden öznelerin birbirlerine karşı olan aidiyet durumlarının değişimi çeşitli toplumsal normlardan etkilenmekle beraber bu normları aynı zamanda etkilemektedir. Yani müdahale ve geri müdahale hali, arada kurulan köprüler ve sınırlar, özne ve nesne olma halleri, oluşturulan iletişim ağları bir üst ölçekte katlanarak devam etmektedir.
Mekanın ayırıcı veya tamamlayıcı olması ile ilgili yer alan beş örnekte, beş farklı ilişkilenme şekli ifşa edilmiştir. Her bir ağda mekânın değişik halleri (özne, nesne, bağlayıcı veya ayırıcı olabilen ara hal) ve buna aidiyetin etkileri farklı olmaktadır. Eleştirel olma noktası ayırıcı olma durumunda ortaya çıkmaktadır. Çünkü aktör ağ teorisinde de bahsedildiği gibi devingen olmak arada bağ kurulmasına, arada bağ kurulması devingen olmaya evrilir ve bu ilerici bir süreçtir. İzole olan ise görece durağandır. Bağ kuramamış, etkileşime girememiş serbest halde anlamsızlığa sürüklenen bir yapıdadır. Devinime ve dönüşüme kapalıdır. Dönüşüme kapalı olan ise kente dair olmaktan çıkar. Kendi tikelliği ve kısırlığı içerisinde kapalı kalmaya mahkumdur.
“Marxın ısrarla söylediği gibi, dünyamızı dönüştürerek kendimizi dönüştürürüz. Sonrasında uyum göstermek zorunda olduğumuz ortamlar için çok sayıda sonuca sahip teknolojik, siyasal ve toplumsal icatlarla türümüzün kapasitelerini ve güçlerini dönüştürürüz. Ve giderek artan bir şekilde bu uyumsal ve dönüştürücü sürecin cereyan ettiği en temel muhit, kentleşme ile tanımlanan ortam haline gelmiştir.” (Harvey, 2012)
Tüm bu devinim kendisi zaten bir ara durum olan aidiyeti de dönüştürmektedir. Dönüşürken çeşitli yeni ara durumların oluşmakta olduğu görülmektedir. Ara olma hali etkileşimler arasındaki bağları aynı aidiyetin köprü oluşu gibi güçlendirmektedir. Yeni aidiyetin en temel noktası hiçlikten çıkması ve tekil değil bütüncül bir bakış açısından oluşmasıdır. Kendini aşarak ilerleyen bu tavır her evresinde kapsayıcılığını arttırmaktadır. Peki, sınırların bozularak aşılması ile var olan bu kapsayıcılığın bir sınırı var mıdır?