PROJE RAPORU
İki oyuncu vardır…
İki tarafın da kendi sahalarında pulları sık bir şekilde dizilmiştir. Oyun, pulların ileri sürülmesiyle başlar.
Oyun ilerledikçe, pullar mesafe kat ettikçe oyuncuların kendi sahalarındaki alanlar boşalmaya başlar.
İki rakibin pulları karşı karşıya geldiğinde, sıra hangi oyuncuda ise; pulların arasındaki boşluklardan yararlanarak, rakip oyuncunun pulunu, üzerinden atlamak suretiyle yutar. İki oyuncu bu şekilde, birbirlerinin taşlarını bitirmeye çalışırlar.
Oyun ilerledikçe pullar azalır fakat iki rakibin pulları birbirine de o denli karışır. En fazla yutan sahadaki en fazla alana sahip olur.
Rakiplerden bir tanesinin pulları diğerine nazaran daha azdır fakat arka arkaya hamle yapma imkanı vardır. Diğerinin pulları sınırsız ve dolayısıyla alanı da sonsuz büyüklükte olmasına karşın, hamle yapma imkanı yoktur ve rakibinin insaf edip bıraktığı pullarında varoluşunu sürdürmektedir.
Hayır, dama’dan bahsetmiyorum. Lüleburgaz’ı anlatıyorum.
Lüleburgaz son derece dinamik bir çeper yapısına sahiptir.
Merkezden dışarı büyümekte olan kent ile doğanın ilişkisi… Bugün doğaya ait olan, yarın imara açılıp yapılaşabiliyor ve Lüleburgaz bu şekilde, merkezden dışarıya doğru genişliyor.
Kentin kendisini çevreleyen doğa ile kurduğu bu dinamik ve aldılı – verdili ilişki, yapısal anlamda kentin sınırlarını muğlaklaştırıyor ve periferi karakterinden ötürü kentin başladığı veyahut bittiği bir hattan – eşikten söz edemiyoruz.
Çeperde, dokusal olarak heyecan verici ve karakterli bir ilişki söz konusuyken, yapısal anlamda bundan söz etmek mümkün değil. Periferideki yapılar, kentin yeni sınırını oluşturduğundan habersiz, oturduğu topografyadan habersiz kentin herhangi bir yerine rahatlıkla konulabilecek yapılardır.
Tam bu noktada, periferide doğaya ait olana yapılaşarak, yapısallaşmış kent sınırını bir parsel genişletmek üzereyiz ve bu durum oldukça ilginç.
Durumun ilginçliği ise yapının içerdiği programdan, sanat ile doğanın hassas ilişkisinden kaynaklanıyor. Alanda alınacak kararlar neticesinde sanat akademisi, sanatın doğa ile kurduğu ilişkiden çıkabilecek potansiyelleri ve bu bağlamda çeperde olduğunun farkındalığını bünyesinde barındıran bir arketip olabileceği gibi; yapısallaşmış kentin doğaya ait olana istilası ve doğanın bir pulunu bir sanat yapısıyla yutması gibi ironik bir hal alabilir.
Önerimiz çeperde olduğunun, doğayla üç taraftan da kucaklaşmak üzere olduğunun farkında olan bir yapı tasarlamaktır. Alanı istila etmemeyi ve çeperdeki dinamik ilişkiyi parsel dahilinde sürdürmeyi tercih etmektedir.
Mülkiyet sınırları belli, bir kapıdan girdikten sonra başlayan program yerine, batıda Mehmetçik Korusu, kuzeyde ağaçlık alan ve doğuda ufka açılan sonsuz doğa dokuları ile hem hal olmayı amaçlar.
Doluluk olmaktan çok, bir sanat yapısı olarak açık ve yarı açık alanlarıyla boşluk olma gayretindedir.
Önerimiz, topografyanın devamı niteliğinde iki adet plakadan ve ana salon ile sofitayı kavrayan bir bacadan oluşur.
Arsanın en yüksek kotu olan 105 kotu ile orta kot olan 100 kotu eğrilerinin devam ederek alanı kat etmesiyle iki plaka oluşur; Sanat Akademisi’nin tüm programının plakalar altında erimesiyle, doğa ile iç içe geçen bir kompozisyon elde edilir.
Bu kompozisyon, alanı istila eden, doğanın bir pulunu bir sanat yapısıyla yutmaktan oldukça uzaktır ve hatta doğa olmazsa yapının kendisinin de var olamayacağı, doğa ile hem hal olmuş bir durum üretir. Sanat Akademisi sakince topografyanın bir parçası olarak var olurken, yapının yüzeyde görünür tek kısmı olan bacası, aynı sakinlikte bir duruş sergiler. Belki alanın doğal peyzajı olan sarı otlar arasından yükselen korten bir baca olarak zamanla eskiyecek ve etrafındaki peyzajla bütünleşecek, belki önü meydanlaşacak ve İstanbul’dan yaklaşırken Lüleburgaz bizi bir simge değeri de bünyesinde barındıran bu baca ile karşılayacak.
İçinde sanat eserlerin üretildiği ve icra edildiği programın, yapının kullanıcısı olmayan insanlarla da ilişki kurmasını çok önemsiyoruz. Dolayısıyla yapı neredeyse tüm programın kentliyle özellikle yapının kullanıcısı olmayan kimselerle buluşmasına imkan verecek şekilde tasarlanmıştır.
Kullanıcılar yapıya 105, 100 ve 95 kotlarından dahil olmaktadırlar. 95 kotu, 100 kotu plakasının geriye çekilerek yarattığı açık hava sayesinde meydanlaşır ve kullanıcıları bir Sanat Avlusu karşılar. Sanat Avlusu, Çok Amaçlı Salon, Gösteri Salonları Alt Fuayesi ve Dans-Bale Salonu ile Tiyatro-Koro Atölyeleri ile sarılmıştır.
Bu durum insanların bir girişten geçmeden de kendilerini sanat yapısı dahilinde bulabilmelerini mümkün kılar. Plakalardaki boşalmalar sayesinde de Sanat Avlusu’ndaki bir insan bulunduğu kottaki dans ve müzik atölyelerini, 100 kotundaki tiyatro çalışmalarını ve bireysel enstrüman çalışma odalarını, biraz sola baktığında heykelsi bir biçimde duran bacayı ve yukarı baktığında ise en güzel sanat eseri olan gök yüzünü görebilir.
Lüleburgaz’da kent ile doğa arasında sürmekte olan tek yönlü taş yutma oyunundan ve bu durumdan ötürü son derece dinamik bir çeper yapısından bahsetmiştik. Ve şunu demiştik;
“Tam bu noktada, periferide doğaya ait olana yapılaşarak, yapısallaşmış kent sınırını bir parsel genişletmek üzereyiz ve bu durum oldukça ilginç.
Durumun ilginçliği ise yapının içerdiği programdan, sanat ile doğanın hassas ilişkisinden kaynaklanıyor. Alanda alınacak kararlar neticesinde sanat akademisi, sanatın doğa ile kurduğu ilişkiden çıkabilecek potansiyelleri ve bu bağlamda çeperde olduğunun farkındalığını bünyesinde barındıran bir arketip olabileceği gibi; yapısallaşmış kentin doğaya ait olana istilası ve doğanın bir pulunu bir sanat yapısıyla yutması gibi ironik bir hal de alabilir.”
Sinematografik bir dile sahip bir yapı yapma gayretindeydik. Blain Brown’un deyişiyle; hareketli görüntüden istenen anlamı elde etmenin koşullarını sağlama” çabası da diyebiliriz.
Koşullarını sağlama kısmını oldukça önemsiyoruz çünkü bir SANAT AKADEMİSİ yapısının, programının nadirliğinden kaynaklanan simgeselleşme refleksi ile doğa içindeki son derece sakin bir çevrede olması arasındaki dengeyi yakalayabildiği müddetçe bu koşulları sağlayabileceğini düşünüyoruz.
Öneri proje en basit açıklamayla iki katmanlı teraslardan ve ana salon ve sahnesini çevreleyen bir figürden oluşmaktadır.
105 kotunda topografyanın devamı olarak uzayan ilk teras yoğun bir peyzajla bezenmiştir. Bu çok renklilik, bir bakıma doğa ile sanatın kurduğu ilişki bağlamında, bir sanat akademisi yapısının bu şekilde bezenmesi hayal edilmiştir.
Çok renklilik, bir bakıma doğa ile sanatın ilişkisini farklı şekillerde ele alabiliriz.
Sanatın devingenliği örneğin. Aynı şekilde doğanın da sürekli olarak değişmesi. Bu yapı, bir sanat akademisi olarak üzerinde kurguladığı peyzaj sayesinde, mevsimden mevsime, yağmurdan güneşe ve hatta belki geceden gündüze değişme imkanı ve değişik görsellikler sunma imkanı olan peyzaj dokusu sayesinde, kendi varoluşunu imkanlı kılan “sanat” mefhumunun da devingenliğini hissettirmektedir. Bu alana her geldiğimizde, bir önceki seferle gördüklerimizin aynı olması mümkün değildir. Hatta öyle ki ana salonu ve sahnesini tarifleyen simgesel figürün malzemesinin korten seçilmesi ve bu bağlamda gittikçe eskiyecek olması, çevresindeki peyzajla iyice hem hal olacak olması da oldukça kıymetlidir.
Diğer bir bağlam ise sanatın çok renkliliği olarak söylenebilir. Bu bağlamda sadece teraslar üzerinde tasarlanan çok renkli peyzajlar değildir bahsettiğimiz, yapının iç mekan kurgusu da buna dahildir. Kalın tuğla duvarlar, farklı farklı şekilde cepheleriyle, içe mekana aldıkları güneş – gölge miktarlarıyla farklı sekanslar sağlamaktadır. Topografya bir yandan yapıyla hem yüz olurken, bir sonraki sahnede ani bir çöküşle sanat akademisi yapısını açığa çıkarmaktadır. Bu bol süprizli durumlar, teraslarda tasarlanan bol renkli peyzaj ile birleştiğinde ve tüm süprizleri bir bütün olarak algıladığımızda ancak, doğanın çok renkliliği, sanatın çok renkliliği ve bu sanat yapısının tüm bunlarla kurduğu ilişki tam manasıyla anlaşılabilir.
Sinematografik bir dilden kastettiğimiz de tam olarak budur. Hareketli bir görünüme sahip öğelerle sarılı bir çevredeyiz. Kuzeyde çamlık, Batı da koru, doğuda ise uçsuz bucaksız doğal alanlar. Bu alanlar sürekli değişim içerisindeler. Teraslarda kurguladığımız bu doku ile bu değişime nacizane bir katkıda bulunuyoruz ve orada yokuz. Baca figürü haricinde yapıya dair bir şey görmek pek çok kottan neredeyse mümkün değil. Yapmaya çalıştığımız sadece ve sadece insanların hareketli görüntüden istedikleri anlamları elde etmeleri için uygun koşulları sağlamaktan ibarettir.
Ana salonu ve sahnesini çevreleyerek tüm binanın 105 kotunun üzerinde gözüken tek kısmı bir kentsel simge olarak ele alınmıştır ve bu bir bacadır.
Sanat, icra edildiği çevrelerin refahını yükseltmesinden ötürü toplumları ileriye taşıyan yegane araçtır. Ve öneri projenin bu figürü, İstanbul’dan kente yaklaşırken bizi karşılayan kırmızı bir bacadır. Bir amiral gemisidir. Uzaktan bu derece iddialı bir söyleme sahipken, yaklaşıldığında ise sadece bir peyzaj öğesidir. Etrafını çevreleyen renkli renkli pek çok dokuda bitkiyle, suyla sakince orada durmaktadır. İnsanlar dokunabilmektedir.
Temsil olduğu akşamlarda ise bir alev lambasıdır. Fuayenin ve balkonların ışıkları cephe malzemesi olarak seçilen perfore korten levhanın geçirgenliği sayesinde dışarıdan algılanabilmektedir. Bu sayede, yapıya dair gözüken tek nesne, aynı zamanda yapının işlediğinin de habercisidir. Alev lambası yanıyordur, yani orada o akşam bir etkinlik vardır.
Bacanın çatısı ise ulaşılabilirdir. 105 kotundaki peyzaj dokusunun arasında gezen insanlara, tüm kompozisyonu hatta belki doğuya açılan uçsuz bucaksız tarlaları daha önce hiç görmedikleri bir kottan görme imkanı sunmaktadır. Enformel halk etkinliklerinin düzenlenmesi için bir oturma düzeni vardır