Eşdeğer Mansiyon, non-a Form Follows Life-Reinventing Cities, International Design Competition

Rafine Mekan Mimarlık Ofisinden Ahmet Öğüt, Fulya Atarer, Enes Çınar ve Tahir Geçgel, Non-Architecture platformu tarafından düzenlenen "Form Follows Life-Reinventing Cities" isimli uluslararası mimarlık yarışmasında Londra şehri için ürettikleri "Things that Glow" isimli projeyle Eşdeğer Mansiyon ödülü kazandı.

Şehirlerimiz çok uzun bir süredir, çoğunlukla verimlilik ve ekonomik kazanç odaklı olarak tasarlanmakta ve bir zamanlar var olan yaşam dengesi unutulmaktadır. Bu süreçlerin sonucu olarak genellikle betonun hâkim olduğu, doğanın yerleşik bir sakinden ziyade geçici bir ziyaretçi gibi hissedildiği bir manzarayla karşılaşılmakta. Yaşayan dünyadan bu kopuş sadece şehirlerimizin estetiğini değiştirmekle kalmıyor; ekosistemlerimizin sağlığını ve kendi refahımızı fiziksel ve psikolojik olarak da temelden değiştiriyor. Modernleşmeye yönelik bu yarışta doğa, kentsel yaşamın ayrılmaz bir parçası olmaktan ziyade dekoratif bir unsur olarak sonradan düşünülen bir şey haline geldi. Kentler yukarı ve dışa doğru genişledikçe, doğadan yoksun kentleşme modeli çevresel ve sosyal sorunlara yol açtı. Şehirler ısı adalarına dönüştü, yaban hayatı sınırlara itildi ve hatta yok olmanın eşiğine geldi. Böylelikle doğal yaşam alanlarının kaybı kentsel biyoçeşitliliğin azalmasına yol açtı.

Kentsel ortamlarda doğayı geri kazanmak için büyüyen hareketin bir parçası olarak “Kökten ilişkisel” kentsel tasarım kavramı aracılığıyla bir paradigma değişimi öneriyoruz. Biçimin yaşamı takip ettiği şehirlerin yeniden hayal ederken bu yaklaşımla sadece parkları veya yeşil çatıları entegre etmekle değil, kentsel alanlar ile bunların etrafındaki ve içindeki ekosistemler arasındaki ilişkiyi yeniden tanımlamakla ilgili görüyoruz. Bu tavır, şehirleri sadece insanlar için değil, çok sayıda tür için yaşam alanı olarak görmek ve onları tasarlamakla ilgilidir. Kökten ilişkisel tasarım ilkeleri, tüm yaşam biçimlerinin birbirine bağlı olduğu inancına dayanır. Sadece doğa için değil, doğayla birlikte tasarlayarak şehirler çeşitli yaşam biçimlerini destekleyen ekosistemler haline gelebilir. Bu bir koruma anlayışından çok daha fazlasını içeriyor; birlikte yaşayabilmeyi. Bu yeni modele geçiş, kentsel alanların ne işe yaradığının ve neye dönüşebileceğinin kolektif bir şekilde yeniden tasarlanmasını gerektirmektedir.

2030: Pilot Proje – Biyolüminesan Bitkiler ve Westminster Metro İstasyonu

2030 yılında Londra, biyolüminesan bitkileri tanıtarak sürdürülebilirlik yolunda ilk büyük adımını attı. Laboratuvarlarda genetik mühendisliği yoluyla geliştirilen bu bitkiler, Westminster Metro İstasyonu’nda bir pilot projede kullanıldı. Bu doğal ışık kaynaklarının istasyonun içine ve çevresine entegre edilmesiyle enerji tüketimi önemli ölçüde azaltıldı. Proje, bu tür teknolojilerin kentin çevresel ayak izini nasıl en aza indirebileceğini göstererek gelecekteki kentsel sürdürülebilirlik çabaları için bir prototip görevi gördü.

2050: Organik Köprü ve Biyomalzemeler

2050 yılına gelindiğinde biyolüminesan teknolojisi Londra’nın altyapısının önemli bir parçası haline gelmişti. Westminster yakınlarında, biyolüminesan bitkilerle aydınlatılan organik bir köprü, yosun bazlı biyomalzemeler kullanılarak inşa edildi. Bu köprü sadece estetik değer katmakla kalmadı, aynı zamanda sürdürülebilirliği de geliştirdi. Biyolüminesan bitkiler doğal ışık sağlayarak eşsiz bir görsel deneyim yarattı.

2080: Organik Yüksek Binalar ve Biyolüminesan Bir Gelecek

2080 yılında Londra’nın kentsel peyzajı, yosun bazlı biyomalzemelerden yapılan ve organik formlar alan yüksek binalarla dönüştürüldü. Biyolüminesan bitkilerle kaplı bu yapılar şehri aydınlattı ve aynı zamanda enerji üretmek için fotovoltaik sistemleri entegre ederek kendi kendine yetebilir hale getirdi. Londra, sürdürülebilir bir kentsel gelecek yaratmak için doğa ve teknolojinin nasıl birleşebileceğine dair bir model haline geldi.

Yarışma kapsamında 34 finalisti ve ödül alan tüm projeleri buradan inceleyebilirsiniz.

Etiketler

Bir yanıt yazın