Jüri Özel Ödülü, Bir ‘Palimpsest’ Kent Olarak İstanbul ve Sonsuz Tasarım Katmanları

“Şehir bir yer olmaktan çıktığında ve şehri tanımlayan tüm temsil sistemleri bir maskeye dönüştüğünde mahrem olan yeni bir ilgi görür.”
– Hannah Arendt

İstanbul’da nüfus artışı 1950’lerdeki iç göç hareketiyle başlar, günümüze kadar bir nüfus yığılması olarak devam eder. Başlarda hikaye, kırsaldan gelenin kente ayak bastığı andaki “karşılaşma/çarpışma” hikayesidir. Gelenler kent koşullarıyla baş etmek için kendi alanını yaratmak zorunda kalır, gecekondulaşma başlar.

1974’te Boğaziçi Köprüsü’nün açılmasıyla kentleşme hız kazanır. Yeni üst sınıf, üst-orta sınıf mahallelerinin oluşmasıyla kent merkezleri artmaya başlar, bazı gecekondu mahalleleri bu yeni merkezler arasında “sıkışır”.

1983 sonrasında hikayenin seyri değişmeye başlar ve neoliberalizm etkisiyle ülke ekonomisi hızla dışa açılır; fakat sermaye eksikliği, rant projelerini yeni zenginleşme biçimi olarak öne çıkarır. Gecekondu ve kaçak yapıyı yasal hale getiren 1984 İmar Affı ile bu yapı daha da güçlenir.

90′lı yıllarda yapılan kadastro çalışmalarıyla arsa tapuları dağıtılır. Böylece kaçak yapı daha da artar, “rant kültürü” yaygınlaşır. İstanbul artık metropol olma yoluna girer.

Kent merkezlerinden uzak noktalarda yoğunlaşan siteleşme, merkez sayısını arttırırken, nüfus arasında büyük bir ayrışmaya sebep olur. İnsanlar farklı olanla “karşılaşma”yı reddeder.

Dışa açılma doğu-batı karşılaşmasının İstanbulluda yarattığı arada kalma halini daha da belirginleştirmeye başlar. Bu sırada dünyada da müthiş bir değişim yaşanmaktadır. Teknoloji yavaş yavaş dünyamızı sarmaya başlar. Yeni bir gerçeklik evreni üretilmektedir. Ve insan “modern” kentin hızlı devinimine ayak uydurmaya bocalamaktadır.

Günümüzde bireysellik giderek öne çıkar, konut alanları giderek bloklaşır ve kendini dışa kapatmaya başlar. “Sınırlar” belki de yok dediğimiz anda daha da yükselir. Bu sefer her yer merkezleşmektedir. Meydanlar, parklar ve bu gibi kamusal alanlar önemini yitirmekte, azaltılmaktadır. Aslında üretilen yeni gerçeklikle (sosyal medya vs.) mahrem olan kamusal olmaya başlamıştır bile. “Ev nedir, neresidir?” pek de bir önemi kalmamıştır. Yer, yersizleşmiştir. İstanbul artık bir “rant pazarı”dır. Yapılaşma seri üretime dönüşmekte, tek tipleşmektedir. Artık evin niteliği bile değil, bir “yaşam tarzı” maskelenerek satışa sunulur. Kentin karmaşasından kaçın! Kaçın! Betona saklanın!

İstanbul bizim elimizde sosyo-kültürel, tarihsel ve coğrafi potansiyellerini değerlendiremeyen, katmanlarını kaybetmiş, belleksiz bir yığına dönüşmeye başlar. Bu yığınlar arasında insan artık nereye bakacağını bilemez. Gözlerini kapatır. Kapılarını kapatır. Girişe izin vermez. Bir başkası ile veya geçmiş ile ne yapacağını bilemez. Sergiler (“çerçeve”ye alır). Onun için birer nesnedir bunlar. Gözlerini başka bir evrene açar ve o evrenin imajlarıyla sarar duvarlarını. Her şeye sahip olduğu ve kendisi dahil her şeyi değiştireceği yanılgısı içindedir o insan. Farkında değildir ki özünden uzaklaşmaktadır. İnsanlığı değiştirmekte değil insanlıktan uzaklaşmaktadır belki de. Kendisi de bir nesnedir aslında. Çerçeveye aldığı kendisidir. Şu var ki hikaye artık hepimizin hikayesidir. Kopuk ve yalnız.

Kent bir fotoğraftır sadece.

İnsan bir fotoğraftır.

Etiketler

Bir yanıt yazın