Proje Raporu
Yerinden edilme durumu geçmişten beri dünyada var olan ve gelecekte de olasılığı sürekli göz önünde bulundurulması gereken bir olgudur. Deprem, sel vs. gibi doğal afetlerden kaynaklı bir yerinden edilmeden söz edilebileceği gibi savaş benzeri siyasi sebeplerden de söz edilebilir. Her ne sebeple başlamış olursa olsun değişmeyen tek durum yaşadıkları bölgedeki ikametleri bir biçimde sonlandırılmış insanlara neler olacağıdır. Bu durumun toplumsal ve siyasi yeni sorunlara gebe olduğu aşikardır, ancak mekânsal bir probleme dönüştüğü hususu da göz ardı edilemez. Şüphesizdir ki, sözü geçen insanlara yeni bir mekân üretilmelidir.
Günümüzde bu mekânsal probleme çözüm üretilirken göz ardı edilmemesi gereken parametrelerden biri de “aidiyet”dir. Kendileri için önceden keskin biçimde tanımlanmış mekanlarda yaşayan insanlar (göç hali sürmekte olanlar) aidiyet duygusunu kaybetmeye ve yabancılaşmaya başlamaktalar. Dolaylı olarak o mekanların “yaşamamaları” ve fonksiyonelliklerinin kaybı da sonuç olarak karşımıza çıkmaya başlıyor.
Önerilen yeni mekanların bazı mekânsal sabitlere, değişmezlere sahip olması gerektiği durumu da açıktır. İnsanın temel ihtiyaçları göz önüne alındığında ortaya çıkan bu değişmezlere örnek verilmek istenirse, barınma, tuvalet, banyo, yemek yeme ve sosyal alan ihtiyaçları gibi jenerik bir genelleme yapılabilir. Peki bu değişmezler mekânsal çözüm üretimlerinin dogmaları olarak kabul edilirse aidiyet hissini yaratacak durumlar nasıl türetilebilir? Daha da derine inilirse tanımlı/tanımsız alan diyalektiğinin ne kadarı mimarın sorumluluğunda olmalıdır ne kadarı kullanıcı ile ilişki kuracak biçimde tanımsız bırakılmalıdır? Bu soruya yanıt ararken kent ölçeğinde bir metafor kurulabilir. Nasıl ki kentlerin üzerinde bir hayat kurgusu, sosyal ve fiziki altyapılar olmaksızın düşünülemez ise yapı ölçeğinde de durum aynıdır. Yani bir yapı kurgulanırken de yukarıda sözü geçen değişmezler de pekâlâ kent ölçeğindeki altyapılar olarak düşünülebilir.
Altyapı kavramını önemli kılan bir başka durum ise, üretimi önerilecek mekânın da yer seçimi yapılırken yeni bir altyapı kurmaktan ziyade halihazırda var olanın yeniden işlevlendirilmesi biçiminde yorumlanmasıdır. Zira, maliyeti ciddi miktarlarda düşürecek olan “yeniden işlevlendirme” seçeneği, kültürel olarak bir katmanlaşma da yaratacaktır. Bu katmanlaşma da mekânın içerisinde var olması muhtemel “heterotopyanın” bir parçası olarak değerlendirilebilir. Kapitalizmin üretimi kendi kendini tüketerek ölü mekanlar haline gelmiş fabrikalar, hangarlar yeniden işlevlendirme bakımından ciddi potansiyellere sahiptir. 1970’ler öncesinde otomobil sanayinin merkezi olan fakat sonrasında petrol krizinden dolayı sonra terkedilmiş fabrikaların bulunduğu Detroit’e bakılır ise, bu fabrikaların sonradan nasıl farklı kullanımlara ev sahipliği yaptığı, nasıl alt-kültürler oluşturduğu görülebilir. Bu noktada durup geriye bakıldığında anahtar kelimenin farklı insan tiplerini bir arada toplayan “sosyal mekanlar” olduğu görülebilir.
Yeniden işlevlendirilmiş bir hangarda önerilecek bir mekan kurgusu üzerinden bu tez incelenecek olursa, orada oluşturulacak sosyal alanların karşılaşma mekanlarına sahip olmaları da aidiyet hissini doğurabilir. Hatta o insanların geçmişteki yaşadıkları yer ile ilgili tek bağlantıları olan, göç süresince kullandıkları “otobüs” ün de bu sosyal alanda bir işleve ve fonksiyonelliğe sahip olması, geçmişleri ve şu anları ile bir karşılaşma yaratmalarına ve dolayısı ile yeni mekanla ilişki kurmalarına sebep olacaktır. Dahası sosyal alanların aynı zamanda birer üretim alanlarına dönüşüyor olmaları da bir kentsel hafızaya atıfta bulunarak beraber hareket etme ve beraber var olma eylemlerine dönüşecektir. Sonuç olarak, terkedilmiş bir sanayi bölgesi içerisinde atıl biçimde bulunan boş mekanların yeniden işlevlendirilmesi ile oluşturulabilecek eşik mekanlar, yerlerinden çeşitli sebepler ile edilmiş insanlar için sürekliliği olan ve aidiyet duygusunun üzerinde var olabileceği karşılaşma noktalarına sahip önerilere dönüşebilirler ve bu durumun önemi göz ardı edilmemelidir.