Bir palimpsest kent olarak İstanbul’a bakıldığında katmanlaşmanın düzensiz hali ve yerin ruhunu gittikçe kaybeden bir kent dikkat çekmektedir. Çarpık katmanlaşma ile yer, ruhunu kaybetmektedir. Fakat o yeri özgün kılan şey; o yere ruhunu veren ve o yerin ruhunu oluşturan doğal verilerdir. Yerin ruhunu oluşturan etmenlerin doğal veriler olmasının nedeni; dönüşen zaman içinde değişmeyen olmasıdır. Değişmeyen doğal verileri yeryüzü ve gökyüzü olarak tanımlarsak yeryüzünü oluşturan toprak, toprakla var olan ağaç, ağaçla var olan yerin ruhunu tanımlayabiliriz. Ağaçlar belki de insanlardan, hayvanlardan, binalardan daha da uzun süre o alana şahitlik ederler ve o alanın parçası olurlar; bu yüzden yerin belleğini oluşturan en önemli etkenlerdendir.
N. Schulz’un yeryüzü-gökyüzü tanımına bakıldığında doğanın kuruluşu yer, gök ve onun arası olarak tanımlanırsa, insan kendini doğa ile özdeşleştirmek için yere bağlanma, yerden yükselme, yer ve gök arasına yerleşme temalarını kullanır (Schulz, 1985). Dağ (yükseliş), mağara (yere bağlanma), yer (yeryüzü) ve orman (yeryüzü ve gökyüzü arasındalık) arketipsel doğa elemanları olur.
Ağaç yeryüzüyle var olmaya başlarken, gökyüzüne uzanarak yeni bir varoluşu başlatır. kökleriyle yeryüzüne tutunurken dallarıyla da gökyüzüne bağlanır. Projede bu zamana kadar tanımlanan yeryüzü ve gökyüzü kavramları yeniden sorgulanmıştır.
Bilinen ama görünmeyen yeryüzünden, tarif edilen yeryüzünün aksine farklı bir yer kavramı ortaya çıkmıştır. Bu da yerin ruhunu oluşturan ağaçların köklerini yeryüzüne çıkararak anlatılmıştır. yeni tanımlanmış yeryüzünün üzerine cam döşeme konularak yerle, toprakla bağlantısı kesilmiştir. Ve aslında sürekli kurulmaya çalışılıp kurulamayan ve inatla gökdelenleşmeye doğru giden mimariyi bu şekilde de yerden uzaklaştırabildiğimiz ifade edilmiştir.
Işığın sadece zemin kotundan alınmasıyla yeni bir yaklaşım sergilenmiştir. bilinenin aksine ışığın sadece yerden de alınabildiğini ve burada tanımlanan yeryüzünün aslında bizim gökyüzümüz olduğu anlatılmıştır.
Bu yaklaşım katmanlaşma problemine de şu şekilde atıfta bulunmuştur: İstanbul’daki arkeolojik katmanlaşmanın aksine yerin-toprağın arkeolojisi incelenip açığa çıkarılmış ve sergilenmiştir.
Projede anlatılmak istenenler; yerin sahibinin bizler değil oradaki doğal etmenler olduğu, bu özümsenen doğal çevrenin ruhunu taşıyan ve yapılı ortamlara da bu ruhu yansıtabilen tasarımların o yere aidiyetinin artırıldığı düşünülmüştür.
Tasarımda doğanın sanatsal dürtüsüyle bir uyum yakalanıp doğayla daha güçlü bir bağ kurmaya izin verilmiştir.
Süregelen yeryüzü ve gökyüzü tanımları eleştirilmiş ve projede bu duruma yeni sorgulamalar getirilmiştir. Katmanlaşma problemine yeni bir bakış açısı getirilmek istenmiş bu da yerin ruhunu, yerin arkeolojisini göz önüne çıkararak anlatılmıştır.
Günümüzdeki doğayla bağdaşamama ve giderek uzaklaşma durumu farklı bir durumla eleştirilmiştir. Sergilediğimiz ama dokunamadığımız bir doğal katman açığa çıkarılarak anlatılma yoluna gidilmiştir.
Tanımlanan kavramlar sorgulanıp, bunlara farklı yorumlar getirilmiştir.